Aile yok olmadıkça bize bir şey olmaz
21 KASIM 2011
Yarın 22 Kasım. Bazılarına göre internet üzerinde hiçbir zaman ucu bucağı kestirilemeyecek bir devlet sansürünün, bazılarına göre de özellikle çocukları ve aileyi manevi tecavüzden koruyacak filtre sisteminin başlayacağı tarih…
Yine ortadan ikiye ayrılmış karpuz durumu var. Halkın geniş kesimlerinin ilgi odağının tamamen dışında cereyan eden bir tartışma; ama Anayasa kadar önemli neredeyse.
Aslında ne birinciler, “her türlü porno sitesi, çocuk tacizi ve cinsel sapıklık tamamen serbest bırakılsın” diyor; ne de ikinciler, “Bireysel tercihler, hak ve özgürlükler kalksın, her şeyi devlet kontrol etsin” diyor.
Anlaşılamayan nokta şu… Birinciler diyor ki: “filtreleme –onlara göre sansür- yetkisi’ her zaman ‘kötü niyete’ alet edilebilir ve her an 1984’deki ya da V for Vendetta’daki faşist yaklaşımlar hayata geçirilebilir”. İkinciler diyor ki “Onca kontrol organı, sivil toplum örgütü, medya, yasal haklar vb varken sivil toplum böyle bir şeye asla izin vermez. Çocuklarımızı korumak için bu uygulama iyidir”.
Peki ben ne diyorum?
Bir kere bir ölçüde 1984 veya V durumu zaten var (bkz. dinlemeler, provokasyonlar, entrikalar vb). Bizim Alinihat henüz 5 aylık. Annesine sordum. “Her türlü numarayı yapar, o sitelerden Alinihat’ı belli bir yaşa kadar uzak tutarım”, dedi. Ona kalsa cep telefonunu da üniversiteye giderken falan alacak. Vahşi kapitalizmin ve liberalizmin ne ahlakı kalmış, ne de edebi ne de değerleri. (Bkz. Oyunun Sonu adlı film). Ondan doğan mahsurlara karşı mücadelenin tek yolu ‘maneviyatı kuvvetlendirmekten’ geçiyor. “Çocuk hangi tarikata girsin?” diye dalga geçenleri duyar gibiyim. Öyle değil… Batı’nın yavaş yavaş kaybettiği, bu yüzden de her şeyini kaybetmek üzere olduğu, Doğu’nun ise tek çıkış şansı olan ‘genel anlamda manevi değerleri’ kastediyorum; mesela ‘aileyi’… O kaybolmadıkça topluma bir şey olmaz…
Acaba kötüyü yasaklamayı düşünmekten çok ‘iyi’yi nasıl yüceltiriz diye bakmak daha doğru olmaz mıydı?..
İnsanlara kendilerini hatırlatmak...
Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ve şimdi de Ömer Lütfi Akad...
Sinemanın meslek olarak sürdürülmesinin imkânının da, koşullarının da bulunmadığı yıllardan başlayarak kendi adlarıyla özdeşleşen anlatım yolları bulmayı başaran üstatlarımız... Üçü de, kendi içinde tutarlı, derinlikli bir ‘dünya görüşü’ temelinde ‘sahici ve samimi’ filmlere imza atmışlar.
Cumhuriyet’e Kanat Gerenler belgeseli çerçevesinde hazırladığımız bir Ömer Lütfi Akad portresi, 21 Ağustos 1994 tarihinde TRT’de yayınlanmıştı. Metin yazarlığını Arın Dörtok (Saydam) yapmıştı. Ustanın 1949 yılında çektiği ilk filmi ‘Vurun Kahpeye’ ile ilgili anlattıklarını bugün tekrar izlemek gerçekten de çok özel bir duygu.
“Şafak Sineması’ndaki ilk gösterimden korkarak çıktım” diyor Ömer Lütfi Bey... Başarıp başarmadıkları konusunda hiç mi hiç emin değil. Oysa ki “unutulmaz bir gösteri”den çıktıklarının farkında olarak koltuklarından kalkmış seyirciler. Halide Edip Hanım ağlıyormuş...
Akad, arayış yıllarının ardından,“Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ve niçin sinema yapıyoruz?” sorularının yanıtlarını bulmaya çalıştığını anlatıyor. Cemal Reşit Rey’in ‘Lüküs Hayat’ını sinemaya uyarlarken ilk kez ‘playback’ uygulaması, ‘Tahir ile Zühre’ ya da ‘Kerem ile Aslı’ gibi masalsı filmleri çekmek için Kilyos kumlarını değil, otobüsle çölü geçip gittiği Bağdat’taki platoyu kullanması, bugün için bile cesur adımlar.
Ömer Lütfi Akad’ın meşhur üçlemesi ‘Gelin’, ‘Diyet’ ve ‘Düğün’de oynayan Hülya Koçyiğit’in bu belgeselde söyledikleri de usta yönetmenin beyninde ve gönlünde yatanların ipuçlarını veriyor:
“Halkını çok iyi tanıyan, çok iyi sezen, algılayabilen bir yönetmen. Derdi Ki: Bütün mesele insana insanı anlatmak, insanlara kendilerini hatırlatmak...”
Ömer Lütfi Akad ise yola çıkış noktasını şöyle anlatmış:
“İstanbul’a Anadolu’dan gelen insanlar... Bu bir fetih olayıdır. Sıradan değil, çetin ceviz insanlar geliyor ve devletten bir şey istemeden kişisel güçleriyle tutunuyorlar.”
İşte o insanlara da, hepimize de kendilerini, kendimizi hatırlattı Akad... ‘Yalnızlar Rıhtımı’nda da, ‘Vesikalı Yarim’de de aynı şeyi yaptı. Ben en çok belgesellerini merak etmişimdir. Hürriyet için çektiği ‘Bir Gazetenin Hikayesi’, 1964’deki ikinci belgeseli ‘Tanrının Bağışı Orman.’... Kim bilir nerededir bu belgeseller?
Ha, bir de üstad, bir çok ödül almış, ancak ödülünü almak için sahneye hiçbir zaman kont – kazak - mont – lastik ayakkabı ile çıkmamıştır…
Yine ortadan ikiye ayrılmış karpuz durumu var. Halkın geniş kesimlerinin ilgi odağının tamamen dışında cereyan eden bir tartışma; ama Anayasa kadar önemli neredeyse.
Aslında ne birinciler, “her türlü porno sitesi, çocuk tacizi ve cinsel sapıklık tamamen serbest bırakılsın” diyor; ne de ikinciler, “Bireysel tercihler, hak ve özgürlükler kalksın, her şeyi devlet kontrol etsin” diyor.
Anlaşılamayan nokta şu… Birinciler diyor ki: “filtreleme –onlara göre sansür- yetkisi’ her zaman ‘kötü niyete’ alet edilebilir ve her an 1984’deki ya da V for Vendetta’daki faşist yaklaşımlar hayata geçirilebilir”. İkinciler diyor ki “Onca kontrol organı, sivil toplum örgütü, medya, yasal haklar vb varken sivil toplum böyle bir şeye asla izin vermez. Çocuklarımızı korumak için bu uygulama iyidir”.
Peki ben ne diyorum?
Bir kere bir ölçüde 1984 veya V durumu zaten var (bkz. dinlemeler, provokasyonlar, entrikalar vb). Bizim Alinihat henüz 5 aylık. Annesine sordum. “Her türlü numarayı yapar, o sitelerden Alinihat’ı belli bir yaşa kadar uzak tutarım”, dedi. Ona kalsa cep telefonunu da üniversiteye giderken falan alacak. Vahşi kapitalizmin ve liberalizmin ne ahlakı kalmış, ne de edebi ne de değerleri. (Bkz. Oyunun Sonu adlı film). Ondan doğan mahsurlara karşı mücadelenin tek yolu ‘maneviyatı kuvvetlendirmekten’ geçiyor. “Çocuk hangi tarikata girsin?” diye dalga geçenleri duyar gibiyim. Öyle değil… Batı’nın yavaş yavaş kaybettiği, bu yüzden de her şeyini kaybetmek üzere olduğu, Doğu’nun ise tek çıkış şansı olan ‘genel anlamda manevi değerleri’ kastediyorum; mesela ‘aileyi’… O kaybolmadıkça topluma bir şey olmaz…
Acaba kötüyü yasaklamayı düşünmekten çok ‘iyi’yi nasıl yüceltiriz diye bakmak daha doğru olmaz mıydı?..
İnsanlara kendilerini hatırlatmak...
Atıf Yılmaz, Halit Refiğ ve şimdi de Ömer Lütfi Akad...
Sinemanın meslek olarak sürdürülmesinin imkânının da, koşullarının da bulunmadığı yıllardan başlayarak kendi adlarıyla özdeşleşen anlatım yolları bulmayı başaran üstatlarımız... Üçü de, kendi içinde tutarlı, derinlikli bir ‘dünya görüşü’ temelinde ‘sahici ve samimi’ filmlere imza atmışlar.
Cumhuriyet’e Kanat Gerenler belgeseli çerçevesinde hazırladığımız bir Ömer Lütfi Akad portresi, 21 Ağustos 1994 tarihinde TRT’de yayınlanmıştı. Metin yazarlığını Arın Dörtok (Saydam) yapmıştı. Ustanın 1949 yılında çektiği ilk filmi ‘Vurun Kahpeye’ ile ilgili anlattıklarını bugün tekrar izlemek gerçekten de çok özel bir duygu.
“Şafak Sineması’ndaki ilk gösterimden korkarak çıktım” diyor Ömer Lütfi Bey... Başarıp başarmadıkları konusunda hiç mi hiç emin değil. Oysa ki “unutulmaz bir gösteri”den çıktıklarının farkında olarak koltuklarından kalkmış seyirciler. Halide Edip Hanım ağlıyormuş...
Akad, arayış yıllarının ardından,“Nasıl bir ülkede yaşıyoruz ve niçin sinema yapıyoruz?” sorularının yanıtlarını bulmaya çalıştığını anlatıyor. Cemal Reşit Rey’in ‘Lüküs Hayat’ını sinemaya uyarlarken ilk kez ‘playback’ uygulaması, ‘Tahir ile Zühre’ ya da ‘Kerem ile Aslı’ gibi masalsı filmleri çekmek için Kilyos kumlarını değil, otobüsle çölü geçip gittiği Bağdat’taki platoyu kullanması, bugün için bile cesur adımlar.
Ömer Lütfi Akad’ın meşhur üçlemesi ‘Gelin’, ‘Diyet’ ve ‘Düğün’de oynayan Hülya Koçyiğit’in bu belgeselde söyledikleri de usta yönetmenin beyninde ve gönlünde yatanların ipuçlarını veriyor:
“Halkını çok iyi tanıyan, çok iyi sezen, algılayabilen bir yönetmen. Derdi Ki: Bütün mesele insana insanı anlatmak, insanlara kendilerini hatırlatmak...”
Ömer Lütfi Akad ise yola çıkış noktasını şöyle anlatmış:
“İstanbul’a Anadolu’dan gelen insanlar... Bu bir fetih olayıdır. Sıradan değil, çetin ceviz insanlar geliyor ve devletten bir şey istemeden kişisel güçleriyle tutunuyorlar.”
İşte o insanlara da, hepimize de kendilerini, kendimizi hatırlattı Akad... ‘Yalnızlar Rıhtımı’nda da, ‘Vesikalı Yarim’de de aynı şeyi yaptı. Ben en çok belgesellerini merak etmişimdir. Hürriyet için çektiği ‘Bir Gazetenin Hikayesi’, 1964’deki ikinci belgeseli ‘Tanrının Bağışı Orman.’... Kim bilir nerededir bu belgeseller?
Ha, bir de üstad, bir çok ödül almış, ancak ödülünü almak için sahneye hiçbir zaman kont – kazak - mont – lastik ayakkabı ile çıkmamıştır…