Alafranga-alaturka ayrımı millî kültürümüze zarar verir
28 Mart 2019 - Yeni Şafak
Yalçın Çetinkaya refikimiz, bizim 21 Mart tarihli yazımızdan yola çıkarak bir mesaj yollamış.
O yazımızda, CRR’de İDSO’nun konserinde, Hasan Uçarsu'nun "Çanakkale - yine de bir şey yaptım diyemem hatırana" adlı senfonik şiirini seslendiren çellist Poyraz Baltacıgil’den söz etmiş, Prof. Gülper Refiğ hanımın Hasan Uçarsu ile ilgili düşüncelerine yer vermiştik. Sanatçının, Kültür ve Turizm Bakanlığı siparişi olarak bestelediği son eseri, büyük oratoryosu; “Truva’dan Çanakkale’ye”nin seneye İstanbul’da seslendirileceğini haber veren Refiğ, AK Parti döneminde büyük eserlerin, bestelerin ortaya çıkmasının yadırganmasını yadırgadığından bahsediyordu. Biz de dünyanın sayılı kültür merkezlerden biri olarak inşa edilen yeni AKM’nin açılışını acaba yabancı bestecilerin eserleriyle mi açacağız, yoksa Ahmet Adnan Saygun’un Özsoy Operası, Yunus Emre Oratoryosu ile mi, Türk Beşleri’nden bir başkasının eseriyle mi, diye sormuştuk?..
Tartışmaya ışık tutması açısından önce Yalçın beyin mesajını aynen alıyorum:
“Merhaba Ali bey, dünkü yazınızı okudum. Fakat keşke bir kilise formu olan oratoryo yerine kendi ‘öncü’ sanatçılarımız bu zengin kültür birikimimize uygun formlar geliştirip besteler yapsalar! Çanakkale'yi kendi hissiyatımızla ifade edebilsek. Selamlar.”
Konuyu uzmanlarıyla tartıştım. Ortaya çıkan ana fikir şu oldu:
Kültürümüzün bir devrini inkâr edip alafranga-alaturka ayrımı yapar gibi bölünmek suretiyle birbirine düşmanlık etmek pek çıkış yolu gibi gözükmüyor.
O zaman Türk Halk Müziği Korosu, Klasik Türk Müziği Korosu tabirlerini ne yapacağız? Koro yerli bir terminoloji mi; kiliselerde de var, diye ret mi edeceğiz?
Aynı şekilde Türk Müziği topluluklarının başına geçip kendilerine “şef” (Schef’ten gelme) diyenler nasıl yerli oluyorlar?
Bizim klasik musikimizde öyle soytarı gibi şefler yoktur, hiç olmadı. Çünkü bizim musikimiz meşk yani aynı aşkta buluşmak felsefesinin tezahürüdür. Şef, müziği değil gönülleri yönetir.
Bugün hemen hemen bütün Türk müziği toplulukları konserlerinde yüksek teknoloji ürünü güçlendiriciler, hoparlörler kullanıyor, takım elbise giyiyor, kravat takıyor; aralarına Batı müziği enstrümanlarını dahil ediyorlar (viyolonsel, klarnet vs.). O zaman mikrofon da kullanılmasın, mesela.
Biz senfoni, konçerto, piyano eseri, keman sonatı da bestelemeyelim, sadece fasıl mı yapalım? 19. yy’da nerdeyse tüm Osmanlı padişahları; Abdülhamit, Abdülaziz dâhil polkalar, valsler, sonatlar, konçertolar bestelemişler, bunlar sarayda “orkestra”lar tarafından seslendirilmiş, (hatta kadın orkestraları bile var) …
Franz Liszt, Sultan Abdülmecid’e konser verip, piyano için eser yazmış, sarayda seslendirmiş, padişah da kendisini ödüllendirmiş. Yine Abdülaziz, İngiltere seyahati sırasında, Arditi Paşa’nın bestelediği Türkçe oratoryoyu, meşhur Crystal Palace’ta Kraliçe Victoria ile birlikte dinlemiş. Bunun gibi pek çok örnek var. Cumhuriyet Müziği’ni yok saymaya çalışmak millî kültür politikamıza zarar verir.
19. yüzyılın hemen hemen tüm büyük şairleri başta Byron, Shelley, Goethe, Rückert, Heine olmak üzere, şiirlerinde Gazel formunu kullandılar. Andersen, La Fontaine, Grimm kardeşler, Chausser, Bocaccio, Carlyle, W. Whitman ve nice büyük Batılı edebiyatçılar örneklerini “Kelile ve Dimne”den “Binbir Gece Masalları”ndan, Hafız, Sadi, Mevlâna, Ömer Hayyam’dan aldılar. Tüm Orta Çağ ozanları müzik formlarını Endülüs’ten almışlardır. Bunlar gibi nice örnek var. Bunları görmeyip biçimle ilgili kavramlara takılmak talihsiz bir yaklaşımdır. Kültürler birbirini sürekli etkiler, önemli olan kendi ruhunu sanata yansıtmaktır…
Şahsen “Kelile ve Dimne”den bihaberdim. Cehaletim bağışlana. Bunu dostlarla konuyu irdelerken öğrendim. Benim gibi yabancısı olanlar not:
Kelile ve Dinme M.Ö. 1. yüzyıl civarında yaşadığı düşünülen Beydeba tarafından kaleme alınmış, içinde fabl tarzında hikâyelerin bulunduğu bir kitapmış.
Beydeba’nın yaşadığı zaman hakkında birçok ihtilaf bulunmakta ise de kitabın Depşelem isimli bir Hint hükümdarı zamanında yazıldığı düşünülmekteymiş. Zira eserin hükümdara sunulduğu ve hükümdara bir tür nasihat niteliğinde olduğu öne sürülmekteymiş.
Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelile ve Dimne’deki hikâyeler siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele alıyormuş.
Eser, adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almış; “doğrunun ve dürüstlüğün” simgesi “Kelile” ile “yanlışın ve yalanın” simgesi “Dimne”.
Sanskritçe yazılmış olan eser ilk önce Pehlevice’ye, sonra Pehlevice’den Arapça’ya ve daha sonraları ise Arapça’dan Farsça’ya çevrilmiş. Batı dillerine olan tercümeleri bu son Farsça çeviriden yapılmış. Edebi otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, Kelile ve Dimne’den ilham alınarak yazıldığı öne sürülmekteymiş...
Dünyanın sadece kültürel ve duygusal değil, aynı zamanda ekonomik ekseninin de neden Doğu’ya kaydığını merak edenler, bizim çok sesli musikimize bakarsa görebilirler. Biçimlerinden bağımsız olarak…
O yazımızda, CRR’de İDSO’nun konserinde, Hasan Uçarsu'nun "Çanakkale - yine de bir şey yaptım diyemem hatırana" adlı senfonik şiirini seslendiren çellist Poyraz Baltacıgil’den söz etmiş, Prof. Gülper Refiğ hanımın Hasan Uçarsu ile ilgili düşüncelerine yer vermiştik. Sanatçının, Kültür ve Turizm Bakanlığı siparişi olarak bestelediği son eseri, büyük oratoryosu; “Truva’dan Çanakkale’ye”nin seneye İstanbul’da seslendirileceğini haber veren Refiğ, AK Parti döneminde büyük eserlerin, bestelerin ortaya çıkmasının yadırganmasını yadırgadığından bahsediyordu. Biz de dünyanın sayılı kültür merkezlerden biri olarak inşa edilen yeni AKM’nin açılışını acaba yabancı bestecilerin eserleriyle mi açacağız, yoksa Ahmet Adnan Saygun’un Özsoy Operası, Yunus Emre Oratoryosu ile mi, Türk Beşleri’nden bir başkasının eseriyle mi, diye sormuştuk?..
Tartışmaya ışık tutması açısından önce Yalçın beyin mesajını aynen alıyorum:
“Merhaba Ali bey, dünkü yazınızı okudum. Fakat keşke bir kilise formu olan oratoryo yerine kendi ‘öncü’ sanatçılarımız bu zengin kültür birikimimize uygun formlar geliştirip besteler yapsalar! Çanakkale'yi kendi hissiyatımızla ifade edebilsek. Selamlar.”
Konuyu uzmanlarıyla tartıştım. Ortaya çıkan ana fikir şu oldu:
Kültürümüzün bir devrini inkâr edip alafranga-alaturka ayrımı yapar gibi bölünmek suretiyle birbirine düşmanlık etmek pek çıkış yolu gibi gözükmüyor.
O zaman Türk Halk Müziği Korosu, Klasik Türk Müziği Korosu tabirlerini ne yapacağız? Koro yerli bir terminoloji mi; kiliselerde de var, diye ret mi edeceğiz?
Aynı şekilde Türk Müziği topluluklarının başına geçip kendilerine “şef” (Schef’ten gelme) diyenler nasıl yerli oluyorlar?
Bizim klasik musikimizde öyle soytarı gibi şefler yoktur, hiç olmadı. Çünkü bizim musikimiz meşk yani aynı aşkta buluşmak felsefesinin tezahürüdür. Şef, müziği değil gönülleri yönetir.
Bugün hemen hemen bütün Türk müziği toplulukları konserlerinde yüksek teknoloji ürünü güçlendiriciler, hoparlörler kullanıyor, takım elbise giyiyor, kravat takıyor; aralarına Batı müziği enstrümanlarını dahil ediyorlar (viyolonsel, klarnet vs.). O zaman mikrofon da kullanılmasın, mesela.
Biz senfoni, konçerto, piyano eseri, keman sonatı da bestelemeyelim, sadece fasıl mı yapalım? 19. yy’da nerdeyse tüm Osmanlı padişahları; Abdülhamit, Abdülaziz dâhil polkalar, valsler, sonatlar, konçertolar bestelemişler, bunlar sarayda “orkestra”lar tarafından seslendirilmiş, (hatta kadın orkestraları bile var) …
Franz Liszt, Sultan Abdülmecid’e konser verip, piyano için eser yazmış, sarayda seslendirmiş, padişah da kendisini ödüllendirmiş. Yine Abdülaziz, İngiltere seyahati sırasında, Arditi Paşa’nın bestelediği Türkçe oratoryoyu, meşhur Crystal Palace’ta Kraliçe Victoria ile birlikte dinlemiş. Bunun gibi pek çok örnek var. Cumhuriyet Müziği’ni yok saymaya çalışmak millî kültür politikamıza zarar verir.
19. yüzyılın hemen hemen tüm büyük şairleri başta Byron, Shelley, Goethe, Rückert, Heine olmak üzere, şiirlerinde Gazel formunu kullandılar. Andersen, La Fontaine, Grimm kardeşler, Chausser, Bocaccio, Carlyle, W. Whitman ve nice büyük Batılı edebiyatçılar örneklerini “Kelile ve Dimne”den “Binbir Gece Masalları”ndan, Hafız, Sadi, Mevlâna, Ömer Hayyam’dan aldılar. Tüm Orta Çağ ozanları müzik formlarını Endülüs’ten almışlardır. Bunlar gibi nice örnek var. Bunları görmeyip biçimle ilgili kavramlara takılmak talihsiz bir yaklaşımdır. Kültürler birbirini sürekli etkiler, önemli olan kendi ruhunu sanata yansıtmaktır…
Şahsen “Kelile ve Dimne”den bihaberdim. Cehaletim bağışlana. Bunu dostlarla konuyu irdelerken öğrendim. Benim gibi yabancısı olanlar not:
Kelile ve Dinme M.Ö. 1. yüzyıl civarında yaşadığı düşünülen Beydeba tarafından kaleme alınmış, içinde fabl tarzında hikâyelerin bulunduğu bir kitapmış.
Beydeba’nın yaşadığı zaman hakkında birçok ihtilaf bulunmakta ise de kitabın Depşelem isimli bir Hint hükümdarı zamanında yazıldığı düşünülmekteymiş. Zira eserin hükümdara sunulduğu ve hükümdara bir tür nasihat niteliğinde olduğu öne sürülmekteymiş.
Fabl türünün ilk ve en önemli örneklerinden olan Kelile ve Dimne’deki hikâyeler siyasetten erdeme kadar birçok farklı konuyu ele alıyormuş.
Eser, adını ilk bölümündeki bir hikâyenin kahramanı olan iki çakaldan almış; “doğrunun ve dürüstlüğün” simgesi “Kelile” ile “yanlışın ve yalanın” simgesi “Dimne”.
Sanskritçe yazılmış olan eser ilk önce Pehlevice’ye, sonra Pehlevice’den Arapça’ya ve daha sonraları ise Arapça’dan Farsça’ya çevrilmiş. Batı dillerine olan tercümeleri bu son Farsça çeviriden yapılmış. Edebi otoritelerce, Ezop ve La Fontaine fabllarının, Kelile ve Dimne’den ilham alınarak yazıldığı öne sürülmekteymiş...
Dünyanın sadece kültürel ve duygusal değil, aynı zamanda ekonomik ekseninin de neden Doğu’ya kaydığını merak edenler, bizim çok sesli musikimize bakarsa görebilirler. Biçimlerinden bağımsız olarak…