Alain de Botton bir pazarımı aldı…
15 MART 2010
İş ve iletişim dünyasında saydığım, sevgili Selim Oktar ‘müthiş bir PR projesi’ diye bizimkilere tavsiye etmiş… Heathrow’un işletmecisi firma, –Atatürk havalimanının işletmecisi TAV gibi- 2009’un yazında bir hafta süreyle havaalanının her yerine serbestçe girme yetkisi vererek İsviçreli ‘yazar – düşünür – otodidakt’ Alain de Botton’a bir kitap yazdırıyor… Havaalanında Bir Hafta… Kitabı Tülin Er olağanüstü bir Türkçeyle dilimize kazandırmış… Sel Yayıncılık da piyasaya çıkarmış.
Başta eşim, pek çok arkadaşımız –bizim COO Özlem Hanım İngilizcesinden okuyormuş- kitabı hap diye yutmuşlar…
İnce bir şey zaten… Bir de adama ayılıp bayılmazlar mı?.. Bütün kitaplarını almacalar falan… Duruma el koymak vacip oldu…
İnternette bir konferansının video kaydını da yollamış eşim. İzledim. Çarpılmamak zor… Kuru’dan bozma Guru falan değil. Müthiş bir birikim ve en önemlisi ‘Dünya Görüşü’… Hani bizim entelijansiyada zaman zaman yokluğundan rahatsız olduğumuz ‘Weltanschauung’… Üstüne çıkılması zor bir zekâ… Derhal vaz geçtim aşık atmaktan ve olayı anlamaya çalıştım… Büyük zenginlik…
Konuşmasının içinde geçen bir kavram bile ilginç pencereler açmaya yetti: Meritokrasi… Eminim, okurların bir kısmı mutlaka biliyorlardır. Ben bilmiyordum. Anglosaksonlar ‘Merak kediyi öldürür!’ derler. Biz de meraktan gideceğiz zaten. Neymiş diye baktım tabii…
“Yönetim erki, sorumluluk veya herhangi bir kuruluştaki ikbalin, bireysel yetkinlik (merit) ve yetenek üstünlüğüne göre verildiği sisteme” deniyormuş… “Meritokraside insanlar, geçmiş aksiyon ve sınavlarda tespit edilmiş olan zenginlik (Forbes ve Fortune listeleri), pozisyon (iş yayınlarındaki atıflar) ve sosyal statülerine (unvan, yaşanan ortam vb) göre ödüllendirilir” deniyor…
Peki, ‘iktidarın teslim edildiği’(!) diğer ‘değer sistemleri’ hangi kriterlere göre çalışıyormuş?
Durum şöyleymiş…
Sahip olunan zenginliğe göre: Plutokrasi… Kökenine, ecdadına göre: Aristokrasi… Aile ilişkilerine göre olursa: Nepotizm… Arazi, emlak mülkiyetine göre: Oligarşi… Eş dost kayırmacılığına, ahbap çavuşluğa dayalı olursa: Kronizm… “İhtiyar heyetlerinin”, (seniority) egemenliği öndeyse: Gerontokrasi… Popülariteye, tarihi belirleyicilere ya da siyasi güce (bazen) dayalı olursa: Demokrasi… Meritokrasi’nin bir alt kümesi olarak teknoloji kabiliyeti ve çığırtkanlığına göre bir güç paylaşımı varsa: Teknokrasi… Kamu görevlilerinin egemenliği varsa da: Bürokrasi…
Bütün Pazar bu adamla uğraştım… Ne kadar çok öğrendim Selim’in sayesinde… Kulaklarını çınlattım…
Türk Sanat Musikisi neden ölmez, anladım…
Altı aylık ‘olağan fırçamı’ yemek üzere geçen hafta Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’na gittik. Kalp durumlarımıza bakan Prof. Dr. Ercüment Yılmaz hoca, fazla (bir miktarcık) kilo ve ensülin direnci için bana gereken korkuyu saldıktan sonra Osman Hoca’yı daha bir can kulağı ile dinler olmuştum.
Osman Hoca rutin muayene sırasında, “Sende hafif alerji var… Doğru Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’ya gideceksin!” dedi… Ben de “Olur olur gitmem!” dedim… Tabii içimden. O da benim tavsiyelerimin yarısını dinlemiyor zaten…
Tam bu konuşmanın geçtiği günün akşamı Fasıl vardı. Fehmi Koru ile Erhan Köknar’ın organize ettikleri, katılamayanların büyüsünü ve içeriğini anlamakta zorlanabildikleri, katılanların Klasik Türk Musikisi’nin tadına vardıkları, nezahet ve saygı içinde ahbaplıkların geliştirildiği Fasıl gecesi…
Yemekte yanıma bir bey geldi… “Sen beni tanımazsın; ama ben seni bilirim. Biz aynı lisedeniz…” diye girdi lafa… Kısa bir lise geyiği sırasında kartını verdi: Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta… Rastlantının böylesi, ancak ‘Takdiri ilahe’ ile açıklanabilir…
Konuştukça hatırladım… Aşı meselesinde en akıllı tutumu takınmış, bu tutumunu da “Bu işte bir domuzluk var!” adlı ilginç kitapta toplamıştı… Bir başka kitabının adı da hiç fena değildi hani: “Adamın biri doktora gitmiş… Gidiş o gidiş!”… Fasıl başlayana kadar benim ‘keyfe keder’ sağlık sorunlarımı hallediverdik…
Ahmet Rasim kardeşim (liseden küçüklere böyle denir) ut çaldı o gece… Hem de ne çalış… Diğer sazendeler de müthiş eğitimli Klasik Türk Musikisine gönül vermiş insanlardı… Birinci bölümde profesyonellere taş çıkartan, hepsi farklı meslek ve ciddi kariyer sahibi, ‘sözde amatörlerin’ resmigeçidi görülmeye değerdi. Örneğin, THY eski Yön. K. Bşk. Dr. Candan Karlıtekin’in söylediği hicaz parçayı mırıldanmak bile kolay değildi. Mesa’nın müdürlerinden Tayfun Atalan, Türkiye Finans Katılım Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ali Akben söylerken hayıflanıp durdum.
İnsanların ellerinde şarkı sözleri heyete eşlik edildi… O gece, Türk Sanat Müziği bu kadar ihmal edilse de neden hâlâ yaşıyor, hem de ilgi artarak nasıl hâlâ yaşayıp yeşeriyor, anladığımı zannediyorum…
Başta eşim, pek çok arkadaşımız –bizim COO Özlem Hanım İngilizcesinden okuyormuş- kitabı hap diye yutmuşlar…
İnce bir şey zaten… Bir de adama ayılıp bayılmazlar mı?.. Bütün kitaplarını almacalar falan… Duruma el koymak vacip oldu…
İnternette bir konferansının video kaydını da yollamış eşim. İzledim. Çarpılmamak zor… Kuru’dan bozma Guru falan değil. Müthiş bir birikim ve en önemlisi ‘Dünya Görüşü’… Hani bizim entelijansiyada zaman zaman yokluğundan rahatsız olduğumuz ‘Weltanschauung’… Üstüne çıkılması zor bir zekâ… Derhal vaz geçtim aşık atmaktan ve olayı anlamaya çalıştım… Büyük zenginlik…
Konuşmasının içinde geçen bir kavram bile ilginç pencereler açmaya yetti: Meritokrasi… Eminim, okurların bir kısmı mutlaka biliyorlardır. Ben bilmiyordum. Anglosaksonlar ‘Merak kediyi öldürür!’ derler. Biz de meraktan gideceğiz zaten. Neymiş diye baktım tabii…
“Yönetim erki, sorumluluk veya herhangi bir kuruluştaki ikbalin, bireysel yetkinlik (merit) ve yetenek üstünlüğüne göre verildiği sisteme” deniyormuş… “Meritokraside insanlar, geçmiş aksiyon ve sınavlarda tespit edilmiş olan zenginlik (Forbes ve Fortune listeleri), pozisyon (iş yayınlarındaki atıflar) ve sosyal statülerine (unvan, yaşanan ortam vb) göre ödüllendirilir” deniyor…
Peki, ‘iktidarın teslim edildiği’(!) diğer ‘değer sistemleri’ hangi kriterlere göre çalışıyormuş?
Durum şöyleymiş…
Sahip olunan zenginliğe göre: Plutokrasi… Kökenine, ecdadına göre: Aristokrasi… Aile ilişkilerine göre olursa: Nepotizm… Arazi, emlak mülkiyetine göre: Oligarşi… Eş dost kayırmacılığına, ahbap çavuşluğa dayalı olursa: Kronizm… “İhtiyar heyetlerinin”, (seniority) egemenliği öndeyse: Gerontokrasi… Popülariteye, tarihi belirleyicilere ya da siyasi güce (bazen) dayalı olursa: Demokrasi… Meritokrasi’nin bir alt kümesi olarak teknoloji kabiliyeti ve çığırtkanlığına göre bir güç paylaşımı varsa: Teknokrasi… Kamu görevlilerinin egemenliği varsa da: Bürokrasi…
Bütün Pazar bu adamla uğraştım… Ne kadar çok öğrendim Selim’in sayesinde… Kulaklarını çınlattım…
Türk Sanat Musikisi neden ölmez, anladım…
Altı aylık ‘olağan fırçamı’ yemek üzere geçen hafta Prof. Dr. Osman Müftüoğlu’na gittik. Kalp durumlarımıza bakan Prof. Dr. Ercüment Yılmaz hoca, fazla (bir miktarcık) kilo ve ensülin direnci için bana gereken korkuyu saldıktan sonra Osman Hoca’yı daha bir can kulağı ile dinler olmuştum.
Osman Hoca rutin muayene sırasında, “Sende hafif alerji var… Doğru Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta’ya gideceksin!” dedi… Ben de “Olur olur gitmem!” dedim… Tabii içimden. O da benim tavsiyelerimin yarısını dinlemiyor zaten…
Tam bu konuşmanın geçtiği günün akşamı Fasıl vardı. Fehmi Koru ile Erhan Köknar’ın organize ettikleri, katılamayanların büyüsünü ve içeriğini anlamakta zorlanabildikleri, katılanların Klasik Türk Musikisi’nin tadına vardıkları, nezahet ve saygı içinde ahbaplıkların geliştirildiği Fasıl gecesi…
Yemekte yanıma bir bey geldi… “Sen beni tanımazsın; ama ben seni bilirim. Biz aynı lisedeniz…” diye girdi lafa… Kısa bir lise geyiği sırasında kartını verdi: Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta… Rastlantının böylesi, ancak ‘Takdiri ilahe’ ile açıklanabilir…
Konuştukça hatırladım… Aşı meselesinde en akıllı tutumu takınmış, bu tutumunu da “Bu işte bir domuzluk var!” adlı ilginç kitapta toplamıştı… Bir başka kitabının adı da hiç fena değildi hani: “Adamın biri doktora gitmiş… Gidiş o gidiş!”… Fasıl başlayana kadar benim ‘keyfe keder’ sağlık sorunlarımı hallediverdik…
Ahmet Rasim kardeşim (liseden küçüklere böyle denir) ut çaldı o gece… Hem de ne çalış… Diğer sazendeler de müthiş eğitimli Klasik Türk Musikisine gönül vermiş insanlardı… Birinci bölümde profesyonellere taş çıkartan, hepsi farklı meslek ve ciddi kariyer sahibi, ‘sözde amatörlerin’ resmigeçidi görülmeye değerdi. Örneğin, THY eski Yön. K. Bşk. Dr. Candan Karlıtekin’in söylediği hicaz parçayı mırıldanmak bile kolay değildi. Mesa’nın müdürlerinden Tayfun Atalan, Türkiye Finans Katılım Bankası Genel Müdür Yardımcısı Mehmet Ali Akben söylerken hayıflanıp durdum.
İnsanların ellerinde şarkı sözleri heyete eşlik edildi… O gece, Türk Sanat Müziği bu kadar ihmal edilse de neden hâlâ yaşıyor, hem de ilgi artarak nasıl hâlâ yaşayıp yeşeriyor, anladığımı zannediyorum…