Allah’tan ‘palavraya pabuç bırakmayanlar’ var
15 Aralık 2006 - Marketing Türkiye
Yıllardır yazarım. Son haftalarda Akşam gazetesinde üst üste birkaç kez söz ettim. Konu o kadar önemli ki burada da bir kez daha ele alınmaya hakkı var. Hani şu ‘imaj’ meselesi...
Bazı iletişimciler bana kızacaklarına, yazı yazdığım yayın kuruluşlarının yöneticilerine, “Bu adama yazı yazdırmayın; reklam veren de okuyup etkileniyor!” diye baskı yapmaya çalışacaklarına; bu konuda bilgilenip kendileri için önlem alsalar, daha akıllılık ederler. Çünkü reklamveren çoktan imaj yerine ‘algı’ ya da ‘algılama’ demeye başladı. Bu, şu demek: Parayı veren, ‘imaj meselesinin’ iletişim alanında –zinhar diğer alanlarda değil- uydur kaydır bir yaklaşımın ifadesi haline geldiğini çoktan fark etmeye başladı...
“Ben çok iyi imaj yaparım”, “Gelin imajınızı değiştireyim, düzelteyim”, “İmajınızı parlatayım” muhabbeti, yerini ‘itibar yönetimine’, “Algılama yönetimine” terk ediyor. Birincisinin içi öyle bir boşaldı ki, sübjektif değerlendirmelere hapsolunduğu izlenimi yaratıyor. İkincisinde ise bilimsel yaklaşım, ölçümleme ve dolayısıyla iletişim harcamalarının geri dönüşünün daha akılcı denetimi var olduğu izlenimi hakim...
Kendini bilime, akla değil, kerameti kendinden menkul ‘yetenek ve tecrübeye’ sadece buna dayamanın daha çok para kazandırdığını düşünenler, doğal olarak diğerini düşman ilan ediyorlar. Kasaba bilgininin tıp doktoruna karşı çıkması gibi...
Bunlara göre, şu iletişim meselesine bilimsel yaklaşım getirilmese çok iyi olacak... İçine bir tutam yaratıcılık ve cin fikir katıp “reklam budur, imaj şudur” diye ne güzel ahkam keseceksin...
Ama dünyanın gidişatı öyle değil. Bakın iletişim dünyasının tartışmasız ilk üç kuramcısından biri olarak kabul edilen James Grunig imaj konusunda ne diyor:
‘İmaj teriminin halkla ilişkilerdeki anlamları kuram inşasına yardımcı olamayacak kadar çoktur. Halkla ilişkiler uygulayıcıları imaj terimini çok sayıda farklı kavramı ifade etmek için kullanırlar: itibar, algı, tutum, mesaj, özellik, değerlendirme, idrak, güvenilirlik, destek, inanç, iletişim ve ilişki gibi. Ortalama insan, imajı gerçekliğin zıttı olarak görür. Gündelik dilde, imajların yansıtılmasından maniple edilmesinden cilalanmasından ya da lekelenmesinden söz edilir. Biz bu karışıklıktan kaçmanın tek yolunun bu terimi kullanmamak olduğunu düşünüyoruz. Bunun yerine imajın ifade ettiği daha kesin terimlerden birini kullanmayı tercih ediyoruz itibar, algı ya da yargı gibi. Ayrıca bu terimi dünya görüşü anlamında kullanmaktan da kaçınmaya çalışıyor daha kesin bir kavram olan dünya ile ilgili varsayımları tercih ediyoruz."
Biz bunları 1997’den bu yana söylüyor, yazıyorduk. Reklamvereni ‘salak’ ya da ‘yolunacak kaz’ yerine koymaya çalışmanın uzun vadede ters tepeceğini iddia ediyorduk. Allah’tan yalnız değiliz. Bir de Allah’tan elinizde tuttuğunuz derginin sahipleri palavraya pabuç bırakmıyor...
Otomobil de bal gibi paket olur
Türkiye’de otomotiv sektörü, iş dünyasının atardamarlarından biri. Son 15 senedir otomotivciler hapşırsa ülke ekonomisi nezle oluyor. Otomotivçiler iletişim konusunda da çok hızlılar. Hem frekans hem inovasyon adına en büyük yoğunluğun yaşandığı sektörlerden biri hiç şüphesiz otomotiv...
Burada sözünü edeceğimiz örnek, yenilikçilik ve müşteri memnuniyetinin doruklara ulaştığı bir girişim. Üstelik markanın kendisinden, merkezinden değil, İstanbul’daki bir bayiinden geliyor olması; az bütçe ile maksimum fayda sağlanabileceğini göstermesi, incelemeyi zorunlu kılıyor.
Nissan’ın Anadolu yakasındaki bayilerinden Yüzbaşıoğlu Otomotiv, müşterilerine daha önce örneğine rastlanmamış bir uygulama ile otomobil sahibi yapıyor. Otomobil satın almak isteyen, ancak vakti ve trafik yoğunluğu nedeniyle bayiinin ‘show room’una gelmeye üşenen müşteriyi kaçırmak istemeyen şirket “Kapıya Servis” modelini geliştirmiş.
Müşteri ile ilk görüşmeyi telefonla yapan satış temsilcileri telefonla kullanıcının isteğine ve ihtiyacına uygun aracı belirliyor. Üzerinde anlaşılan potansiyel araç, satış danışmanı ile birlikte müşterinin adresine getiriliyor. Ve burada araç –genelde bütün aile tarafından- inceleniyor, deneme sürüşü yapılıyor. Böylece müşteri işlerini aksatmadan, almayı düşündüğü otomobili enine boyuna inceleme fırsatı buluyor. Yüzbaşıoğlu Otomotiv’in hizmeti bununla da kalmıyor. Otomobili almaya karar verdiğinizde önünüze çıkacak kredi gereksinimi, eski aracı takas gibi işlemler de bayi tarafından kılınızı kıpırdamanıza gerek kalmadan hallediliyor.
Anahtar teslim araç da, müşteri ile kararlaştırılan gün ve saatte adrese paketlenmiş şekilde teslim ediliyor.
Bu girişimin en ilginç yanı firmanın farklı kesimlere hitap etmeyi kafasına koyması. Bayiinin genel müdürünün şu sözleri firmanın sırtının yere gelmeyeceğinin garantisi sanki: Her bir araç satışımız farklı senaryolarla gerçekleşiyor. Hepsinde farklı şeyler yaşanıyor, farklı müşteri ihtiyaçları beliriyor. Ürünlerde farklılaştırma imkanımızın olmaması bayi olarak yeni satış yöntemleri geliştirmemizi sağladı...
Deneysel pazarlamaya örnek arayanlara duyurulur...
Lastikçiler de sağ gösterip sol vuruyor
Bir otomobilde en az aracın motoru kadar önemli bir parçadır lastik. Yaşamsal öneme sahip olsa da, ne hikmetse hak ettiği ilgiyi bir türlü elde edemez...
Bunda lastik üreticilerinin 3-5 ile sınırlı olması, bu firmaların iletişim ve marka yatırımlarını uzun süre ihmal etmeleri de önemli bir faktör. Ancak son yıllarda lastik teknolojisinin gelişmesi zincirin pabucunu dama attı ya. İşler biraz değişti...
Kış aylarında Uludağ’a, Kartalkaya’ya çıkarken zincir olmadığı için jandarmanın aracı çevirmesi ve bizzat benim de sayısız kere yaşadığım “Kış lastiği mış lastiği anlamam. Zincir şart” diyalogları artık geride kaldı.
Ancak lastikçiler, kış lastiğinin sadece teknik özelliklerini ifade ederek satışları artırmayacakları düşüncesiyle olacak, kampanya üzerine kampanya yapıyorlar. Bridgestone’nin Joe Cocker’ın fonda çalan efsanevi şarkısı “Unchain my heart”lı reklamları, Pirelli’nin 4 kış lastiği alana “Ice Age 2” DVD’si hediye etmesi entegre iletişim çabalarının bir sonucu.
Kış lastiği kullanımını konu yönetimi olarak ele almayı hedefleyen Pirelliciler, bütçeleri elverdiğince iletişimin çeşitli ayaklarını kullanmaya çalışıyorlar.
Kampanyalarına “Yola Devam” adını veren firma, 4 adet Pirelli kış lastiği alanlara kampanya ile aynı adı taşıyan kart veriyorlar. Kart sahipleri; yol yardımı, konaklama, lastik değişimi hizmetlerinden de faydalanıyormuş. Bununla da yetinmeyip 4 lastik alana “Ice Age 2 DVD”sini hediye ediyorlarmış. Açıkçası bu işbirliğini ilk gördüğümde arada bağlantı kurmakta zorlandım. Ne zaman ki Pirelli’nin radyo spotlarında çocuğun babasına kış lastiğinin marifetleri hakkında bilmiş bilmiş konuşmasını duydum, o zaman hak verdim. Kış lastiğinin önemini geleceğin sürücülerine daha ağaç yaşken benimsetmeye çalışan Pirelli bir yandan da havuç olarak çocukların saatlerce başından kalkmadığı animasyon harikası çizgi filmi kullanıyor. Entegre iletişimin bir parçası olarak da sadece radyo spotuyla kalmayıp www.iceage2.pirelli.com sitesini de hayata geçirmeleri projenin başarılı olmasını garantiliyor.
Emekli siyasetçilerin kaderi köşe yazarlığı olmasın
Hayatının bir döneminde kamuoyunun gözü önünde bulunan kişilerin bulundukları mevkiden ayrıldıktan sonra, eski popülaritelerini kaybetmelerinin bu kişilerde nasıl tahribat yarattığını zaman zaman düşünürüm. Özellikle genç yaşta şöhret olup zenginliğe kavuşan futbolcularla, bir lafı ile kitleleri yönettiğini düşünen politikacılar özel ilgi alanıma girer.
3 Kasım 2002 seçimlerinin Türk siyaset sahnesinde bir milat yaşattığı muhakkak. Çok partili hayatın uygulandığı son 60 yılın en dramatik seçiminde Türk siyasetinden hiç silinmeyeceğini sandığımız isimler bir anda barajın altında kalarak sahneden çekildiler. “Türk halkının sandık cevabı” olarak adlandırılan bu seçimde kaybeden liderlerin hemen hemen hepsi seçimin üzerinden 4 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen tekrar kamuoyunun karşısına çıkamadı. Bu liderlerle ilgili algı ne yazık ki köşelerine çekilip, bir şey yapmadıkları doğrultusunda.
Peki Batı’da, gelişmiş ülkelerde seçim kaybedenler ne yapıyor? Bizimkileri biliyoruz. Ya yenilen pehlivan doymazmış misali döne döne ortalığa çıkıp seçim kaybetmeye devam ediyorlar ya da köşelerine çekilip küsüyorlar? Ya onlar?
Londra’da 3 yıl önce kurulan Global Leadership Forum-Küresel Liderlik Merkezi, bu sorulara net cevap veriyor. Zamanında başbakanlık, hükümet başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuş politikacıların danışman olarak yer aldığı bu merkezde emekli politikacılar donanımlarını, tecrübelerini halihazırda ülke yöneten liderlere aktarıyor. Güney Afrika eski Devlet Başkanı F.W. de Klerk’in kurduğu liderlik merkezinin 22 kişilik ekibinde kimler yok ki. Hong Kong’u yıllarca yönetmiş olan, Asya’nın en güçlü kadınlarından Anson Chan; Dünya Ticaret Örgütü eski Başkanlarından Mike Moore, Kanada eski Başbakanı Joe Clarke ve İspanya eski Başbakanı Jose-Maria Aznar akıl hocalarından birkaçı.
Komşuları ile sıkıntı yaşayan, uluslararası düzeyde etkin olan örgütlere katılmak isteyen ülkeler bu süreçte neler yapılacağını danışmak için Küresel Liderlik Merkezi’ne başvuruyor. Hangi ülkelerin danışmanlık hizmeti aldığı sır gibi saklanırken iş dünyası da merkeze para yağdırıyor. Bir ülkeye yatırım yapmak için oranın istikrar içinde olmasına öncelik veren yabancı sermaye bu koşulları sağlayacak doğru aklı vermesi için bu merkeze para yağdırıyor. Bu şirketler de öyle az buz değil. BP, Nestle, Pfizer, Saab, Morgan Stanley gibi çeşitli sektörlerden bağışçı firmalar kesenin ağzını açmış durumda.
Bu merkez sayesinde hali hazırda iktidarda olmayan eski liderler de dolaylı da olsa dünya politikasına yön verdiği için kendilerini hâlâ değerli görüyorlar. Danışmanlık alan firma hangi kıtadansa genelde o kıtanın eski başkanları görev alıyor. Böylece bölgesine katkı da bulunan eski politikacı kamuoyunun nezdinde itibarını arttırma şansına sahip oluyor.
Bazı iletişimciler bana kızacaklarına, yazı yazdığım yayın kuruluşlarının yöneticilerine, “Bu adama yazı yazdırmayın; reklam veren de okuyup etkileniyor!” diye baskı yapmaya çalışacaklarına; bu konuda bilgilenip kendileri için önlem alsalar, daha akıllılık ederler. Çünkü reklamveren çoktan imaj yerine ‘algı’ ya da ‘algılama’ demeye başladı. Bu, şu demek: Parayı veren, ‘imaj meselesinin’ iletişim alanında –zinhar diğer alanlarda değil- uydur kaydır bir yaklaşımın ifadesi haline geldiğini çoktan fark etmeye başladı...
“Ben çok iyi imaj yaparım”, “Gelin imajınızı değiştireyim, düzelteyim”, “İmajınızı parlatayım” muhabbeti, yerini ‘itibar yönetimine’, “Algılama yönetimine” terk ediyor. Birincisinin içi öyle bir boşaldı ki, sübjektif değerlendirmelere hapsolunduğu izlenimi yaratıyor. İkincisinde ise bilimsel yaklaşım, ölçümleme ve dolayısıyla iletişim harcamalarının geri dönüşünün daha akılcı denetimi var olduğu izlenimi hakim...
Kendini bilime, akla değil, kerameti kendinden menkul ‘yetenek ve tecrübeye’ sadece buna dayamanın daha çok para kazandırdığını düşünenler, doğal olarak diğerini düşman ilan ediyorlar. Kasaba bilgininin tıp doktoruna karşı çıkması gibi...
Bunlara göre, şu iletişim meselesine bilimsel yaklaşım getirilmese çok iyi olacak... İçine bir tutam yaratıcılık ve cin fikir katıp “reklam budur, imaj şudur” diye ne güzel ahkam keseceksin...
Ama dünyanın gidişatı öyle değil. Bakın iletişim dünyasının tartışmasız ilk üç kuramcısından biri olarak kabul edilen James Grunig imaj konusunda ne diyor:
‘İmaj teriminin halkla ilişkilerdeki anlamları kuram inşasına yardımcı olamayacak kadar çoktur. Halkla ilişkiler uygulayıcıları imaj terimini çok sayıda farklı kavramı ifade etmek için kullanırlar: itibar, algı, tutum, mesaj, özellik, değerlendirme, idrak, güvenilirlik, destek, inanç, iletişim ve ilişki gibi. Ortalama insan, imajı gerçekliğin zıttı olarak görür. Gündelik dilde, imajların yansıtılmasından maniple edilmesinden cilalanmasından ya da lekelenmesinden söz edilir. Biz bu karışıklıktan kaçmanın tek yolunun bu terimi kullanmamak olduğunu düşünüyoruz. Bunun yerine imajın ifade ettiği daha kesin terimlerden birini kullanmayı tercih ediyoruz itibar, algı ya da yargı gibi. Ayrıca bu terimi dünya görüşü anlamında kullanmaktan da kaçınmaya çalışıyor daha kesin bir kavram olan dünya ile ilgili varsayımları tercih ediyoruz."
Biz bunları 1997’den bu yana söylüyor, yazıyorduk. Reklamvereni ‘salak’ ya da ‘yolunacak kaz’ yerine koymaya çalışmanın uzun vadede ters tepeceğini iddia ediyorduk. Allah’tan yalnız değiliz. Bir de Allah’tan elinizde tuttuğunuz derginin sahipleri palavraya pabuç bırakmıyor...
Otomobil de bal gibi paket olur
Türkiye’de otomotiv sektörü, iş dünyasının atardamarlarından biri. Son 15 senedir otomotivciler hapşırsa ülke ekonomisi nezle oluyor. Otomotivçiler iletişim konusunda da çok hızlılar. Hem frekans hem inovasyon adına en büyük yoğunluğun yaşandığı sektörlerden biri hiç şüphesiz otomotiv...
Burada sözünü edeceğimiz örnek, yenilikçilik ve müşteri memnuniyetinin doruklara ulaştığı bir girişim. Üstelik markanın kendisinden, merkezinden değil, İstanbul’daki bir bayiinden geliyor olması; az bütçe ile maksimum fayda sağlanabileceğini göstermesi, incelemeyi zorunlu kılıyor.
Nissan’ın Anadolu yakasındaki bayilerinden Yüzbaşıoğlu Otomotiv, müşterilerine daha önce örneğine rastlanmamış bir uygulama ile otomobil sahibi yapıyor. Otomobil satın almak isteyen, ancak vakti ve trafik yoğunluğu nedeniyle bayiinin ‘show room’una gelmeye üşenen müşteriyi kaçırmak istemeyen şirket “Kapıya Servis” modelini geliştirmiş.
Müşteri ile ilk görüşmeyi telefonla yapan satış temsilcileri telefonla kullanıcının isteğine ve ihtiyacına uygun aracı belirliyor. Üzerinde anlaşılan potansiyel araç, satış danışmanı ile birlikte müşterinin adresine getiriliyor. Ve burada araç –genelde bütün aile tarafından- inceleniyor, deneme sürüşü yapılıyor. Böylece müşteri işlerini aksatmadan, almayı düşündüğü otomobili enine boyuna inceleme fırsatı buluyor. Yüzbaşıoğlu Otomotiv’in hizmeti bununla da kalmıyor. Otomobili almaya karar verdiğinizde önünüze çıkacak kredi gereksinimi, eski aracı takas gibi işlemler de bayi tarafından kılınızı kıpırdamanıza gerek kalmadan hallediliyor.
Anahtar teslim araç da, müşteri ile kararlaştırılan gün ve saatte adrese paketlenmiş şekilde teslim ediliyor.
Bu girişimin en ilginç yanı firmanın farklı kesimlere hitap etmeyi kafasına koyması. Bayiinin genel müdürünün şu sözleri firmanın sırtının yere gelmeyeceğinin garantisi sanki: Her bir araç satışımız farklı senaryolarla gerçekleşiyor. Hepsinde farklı şeyler yaşanıyor, farklı müşteri ihtiyaçları beliriyor. Ürünlerde farklılaştırma imkanımızın olmaması bayi olarak yeni satış yöntemleri geliştirmemizi sağladı...
Deneysel pazarlamaya örnek arayanlara duyurulur...
Lastikçiler de sağ gösterip sol vuruyor
Bir otomobilde en az aracın motoru kadar önemli bir parçadır lastik. Yaşamsal öneme sahip olsa da, ne hikmetse hak ettiği ilgiyi bir türlü elde edemez...
Bunda lastik üreticilerinin 3-5 ile sınırlı olması, bu firmaların iletişim ve marka yatırımlarını uzun süre ihmal etmeleri de önemli bir faktör. Ancak son yıllarda lastik teknolojisinin gelişmesi zincirin pabucunu dama attı ya. İşler biraz değişti...
Kış aylarında Uludağ’a, Kartalkaya’ya çıkarken zincir olmadığı için jandarmanın aracı çevirmesi ve bizzat benim de sayısız kere yaşadığım “Kış lastiği mış lastiği anlamam. Zincir şart” diyalogları artık geride kaldı.
Ancak lastikçiler, kış lastiğinin sadece teknik özelliklerini ifade ederek satışları artırmayacakları düşüncesiyle olacak, kampanya üzerine kampanya yapıyorlar. Bridgestone’nin Joe Cocker’ın fonda çalan efsanevi şarkısı “Unchain my heart”lı reklamları, Pirelli’nin 4 kış lastiği alana “Ice Age 2” DVD’si hediye etmesi entegre iletişim çabalarının bir sonucu.
Kış lastiği kullanımını konu yönetimi olarak ele almayı hedefleyen Pirelliciler, bütçeleri elverdiğince iletişimin çeşitli ayaklarını kullanmaya çalışıyorlar.
Kampanyalarına “Yola Devam” adını veren firma, 4 adet Pirelli kış lastiği alanlara kampanya ile aynı adı taşıyan kart veriyorlar. Kart sahipleri; yol yardımı, konaklama, lastik değişimi hizmetlerinden de faydalanıyormuş. Bununla da yetinmeyip 4 lastik alana “Ice Age 2 DVD”sini hediye ediyorlarmış. Açıkçası bu işbirliğini ilk gördüğümde arada bağlantı kurmakta zorlandım. Ne zaman ki Pirelli’nin radyo spotlarında çocuğun babasına kış lastiğinin marifetleri hakkında bilmiş bilmiş konuşmasını duydum, o zaman hak verdim. Kış lastiğinin önemini geleceğin sürücülerine daha ağaç yaşken benimsetmeye çalışan Pirelli bir yandan da havuç olarak çocukların saatlerce başından kalkmadığı animasyon harikası çizgi filmi kullanıyor. Entegre iletişimin bir parçası olarak da sadece radyo spotuyla kalmayıp www.iceage2.pirelli.com sitesini de hayata geçirmeleri projenin başarılı olmasını garantiliyor.
Emekli siyasetçilerin kaderi köşe yazarlığı olmasın
Hayatının bir döneminde kamuoyunun gözü önünde bulunan kişilerin bulundukları mevkiden ayrıldıktan sonra, eski popülaritelerini kaybetmelerinin bu kişilerde nasıl tahribat yarattığını zaman zaman düşünürüm. Özellikle genç yaşta şöhret olup zenginliğe kavuşan futbolcularla, bir lafı ile kitleleri yönettiğini düşünen politikacılar özel ilgi alanıma girer.
3 Kasım 2002 seçimlerinin Türk siyaset sahnesinde bir milat yaşattığı muhakkak. Çok partili hayatın uygulandığı son 60 yılın en dramatik seçiminde Türk siyasetinden hiç silinmeyeceğini sandığımız isimler bir anda barajın altında kalarak sahneden çekildiler. “Türk halkının sandık cevabı” olarak adlandırılan bu seçimde kaybeden liderlerin hemen hemen hepsi seçimin üzerinden 4 yılı aşkın bir süre geçmesine rağmen tekrar kamuoyunun karşısına çıkamadı. Bu liderlerle ilgili algı ne yazık ki köşelerine çekilip, bir şey yapmadıkları doğrultusunda.
Peki Batı’da, gelişmiş ülkelerde seçim kaybedenler ne yapıyor? Bizimkileri biliyoruz. Ya yenilen pehlivan doymazmış misali döne döne ortalığa çıkıp seçim kaybetmeye devam ediyorlar ya da köşelerine çekilip küsüyorlar? Ya onlar?
Londra’da 3 yıl önce kurulan Global Leadership Forum-Küresel Liderlik Merkezi, bu sorulara net cevap veriyor. Zamanında başbakanlık, hükümet başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuş politikacıların danışman olarak yer aldığı bu merkezde emekli politikacılar donanımlarını, tecrübelerini halihazırda ülke yöneten liderlere aktarıyor. Güney Afrika eski Devlet Başkanı F.W. de Klerk’in kurduğu liderlik merkezinin 22 kişilik ekibinde kimler yok ki. Hong Kong’u yıllarca yönetmiş olan, Asya’nın en güçlü kadınlarından Anson Chan; Dünya Ticaret Örgütü eski Başkanlarından Mike Moore, Kanada eski Başbakanı Joe Clarke ve İspanya eski Başbakanı Jose-Maria Aznar akıl hocalarından birkaçı.
Komşuları ile sıkıntı yaşayan, uluslararası düzeyde etkin olan örgütlere katılmak isteyen ülkeler bu süreçte neler yapılacağını danışmak için Küresel Liderlik Merkezi’ne başvuruyor. Hangi ülkelerin danışmanlık hizmeti aldığı sır gibi saklanırken iş dünyası da merkeze para yağdırıyor. Bir ülkeye yatırım yapmak için oranın istikrar içinde olmasına öncelik veren yabancı sermaye bu koşulları sağlayacak doğru aklı vermesi için bu merkeze para yağdırıyor. Bu şirketler de öyle az buz değil. BP, Nestle, Pfizer, Saab, Morgan Stanley gibi çeşitli sektörlerden bağışçı firmalar kesenin ağzını açmış durumda.
Bu merkez sayesinde hali hazırda iktidarda olmayan eski liderler de dolaylı da olsa dünya politikasına yön verdiği için kendilerini hâlâ değerli görüyorlar. Danışmanlık alan firma hangi kıtadansa genelde o kıtanın eski başkanları görev alıyor. Böylece bölgesine katkı da bulunan eski politikacı kamuoyunun nezdinde itibarını arttırma şansına sahip oluyor.