Amaç aracı ne kadar mübah kılar?..
31 AĞUSTOS 2011
Amerikan sineması, ABD’de son krizler nedeniyle tartışılan sistemin aslında ne kadar sağlam olduğunu anlatmak için yırtınıyor adeta… Eleştiriyormuş gibi gözükerek, özünde ve tüm zaaflarına rağmen (!) adalet, sağlık, eğitim, finans, güvenlik vs. mekanizmalarının nasıl mükemmel çalıştığını anlatma zemininde buluşan bu tür filmlerden sonuncusunu Robert Redford’un rejisiyle izledik: The Conspirator… (Suikast)
Filmde Abraham Lincoln’ün tiyatro izlerken kafasına sıkılan bir kurşunla öldürülmesinden sonra gelişen olaylar konu alınıyor. Eksende bir pansiyon işleten Mary Surratt var. Evinde oğlu dahil suikastçıların buluşup planlar yapması, onun da yargılanmasına neden oluyor. İddiaya göre Mary Surratt’ın olaylarla pek ilgisi yok. Buna rağmen, ‘devletin bekası’ adına ağır bir şekilde cezalandırılması gündeme geliyor…
İki temel mesaj ve tartışma konusu var filmde:
1. ‘Herkesin savunulma hakkı’ olması ve buna bağlı olarak ‘masumiyet karinesi’ (Suçluluğu kanıtlanana kadar herkesin masum olduğunun kabulü)… Bu çerçevede örneğin şike davasında büyük olasılıkla suçlu olan birini, ya da bir katil zanlısını savunmanın tartışılması gibi…
Benzer tartışmayı iletişimciler de yapar durur… “Sigara, içki şirketlerine, başta nükleer olmak üzere enerji kuruluşlarına, çevreyi kirleten üretim firmalarına, silah sanayine hizmet verilmez” diyenlerle; “Yasalar çerçevesinde faaliyet gösteren her kişi ve kuruluşa iletişim hizmeti verilir” diyenler yıllardır tartışırlar… Bize ikinci iddianın sahipleri daha haklıymış gibi görünür. Öteki türlü, tartışma, müthiş bir sübjektivizm içine düşülmesi olasılığını artırır ve örneğin iş, küresel ısınmaya neden oluyor diye uçak şirketlerine de hizmet verilmemesi kararına kadar gidebilir…
İkinci tartışma konusu, filmdeki Başsavcının ağzından Latince atasözüne gönderme yapılarak ortaya konan tespitte gizlidir: “Inter arma silent leges” (Savaş sırasında hukuk susar)… Ya da bununla tamamen çelişen, Lincoln’ün kendi sözü: “Neticenin doğru olacağına inansam dahi, doğru olmayan bir kararı bana aldıramazsınız!”… (Benzer bir dilemma bizim PKK sorunu çerçevesinde yok mu?..) Machievelli’nin “Amaç her aracı mübah kılar” ilkesi, devletin sistemleri için ne kadar geçerlidir?...
Bu tartışma bana liseden ağabeyimiz rahmetli Sulhi Dönmezer Hoca ile yaptığımız bir sohbeti hatırlatır. Onun yazdığı bilirkişi raporları ile sadece yazılarından dolayı mahkûm olan genç devrimcileri sormuştum ona… “Bak!” demişti, “Sana bir olay anlatayım, hemen anlayacaksın meseleyi… Bir keresinde bir dosya getirdiler. Suç unsuru falan yok… ‘Devletin bekası için şart mıdır burada mahkûmiyet kararının çıkması?’ diye sordum…
‘Şart!’ dediler… Ben de ‘Cart!’ diye bastım imzayı. Devletin bekası olunca bizde akan sular durur!”
Hoca, sözlerine Şart ve Cart kelimelerini bilhassa seçtiğini eklemeyi unutmamıştı… Şart ve Cart’ın ikiz kardeşliğini anlamak kolay değildi elbette.
Redford’un filmi işte bu ‘Cart!’ meselesini derinliğine ve hayli dramatik bir şekilde tartışıyor. Benzer bir tartışma 2009 yılında çekilmiş olan ve aynı konuyu ele alan “The Killing of Mary Surratt” adlı filmde de ele alınmış. O filmde Surratt’ın doğrudan bir cinayete kurban gittiği savı üzerinde duruluyor…
Bütün bunlara rağmen, eninde sonunda neredeyse tüm Hollywood filmlerinde olduğu gibi ABD adalet sisteminin nasıl başarılı bir şekilde inşa edildiğine tanık oluyoruz. Ve “Tüm ‘zanlılar’ savunulmalı” diyoruz… “Surratt da boşuna ölmemiş”…
NPQ dergisi editörü Nathan Gardels’ın kulaklarını bir daha çınlatalım mı: “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir”…
En etkili ‘kamu diplomasisi’ araçlarını yani…
Filmde Abraham Lincoln’ün tiyatro izlerken kafasına sıkılan bir kurşunla öldürülmesinden sonra gelişen olaylar konu alınıyor. Eksende bir pansiyon işleten Mary Surratt var. Evinde oğlu dahil suikastçıların buluşup planlar yapması, onun da yargılanmasına neden oluyor. İddiaya göre Mary Surratt’ın olaylarla pek ilgisi yok. Buna rağmen, ‘devletin bekası’ adına ağır bir şekilde cezalandırılması gündeme geliyor…
İki temel mesaj ve tartışma konusu var filmde:
1. ‘Herkesin savunulma hakkı’ olması ve buna bağlı olarak ‘masumiyet karinesi’ (Suçluluğu kanıtlanana kadar herkesin masum olduğunun kabulü)… Bu çerçevede örneğin şike davasında büyük olasılıkla suçlu olan birini, ya da bir katil zanlısını savunmanın tartışılması gibi…
Benzer tartışmayı iletişimciler de yapar durur… “Sigara, içki şirketlerine, başta nükleer olmak üzere enerji kuruluşlarına, çevreyi kirleten üretim firmalarına, silah sanayine hizmet verilmez” diyenlerle; “Yasalar çerçevesinde faaliyet gösteren her kişi ve kuruluşa iletişim hizmeti verilir” diyenler yıllardır tartışırlar… Bize ikinci iddianın sahipleri daha haklıymış gibi görünür. Öteki türlü, tartışma, müthiş bir sübjektivizm içine düşülmesi olasılığını artırır ve örneğin iş, küresel ısınmaya neden oluyor diye uçak şirketlerine de hizmet verilmemesi kararına kadar gidebilir…
İkinci tartışma konusu, filmdeki Başsavcının ağzından Latince atasözüne gönderme yapılarak ortaya konan tespitte gizlidir: “Inter arma silent leges” (Savaş sırasında hukuk susar)… Ya da bununla tamamen çelişen, Lincoln’ün kendi sözü: “Neticenin doğru olacağına inansam dahi, doğru olmayan bir kararı bana aldıramazsınız!”… (Benzer bir dilemma bizim PKK sorunu çerçevesinde yok mu?..) Machievelli’nin “Amaç her aracı mübah kılar” ilkesi, devletin sistemleri için ne kadar geçerlidir?...
Bu tartışma bana liseden ağabeyimiz rahmetli Sulhi Dönmezer Hoca ile yaptığımız bir sohbeti hatırlatır. Onun yazdığı bilirkişi raporları ile sadece yazılarından dolayı mahkûm olan genç devrimcileri sormuştum ona… “Bak!” demişti, “Sana bir olay anlatayım, hemen anlayacaksın meseleyi… Bir keresinde bir dosya getirdiler. Suç unsuru falan yok… ‘Devletin bekası için şart mıdır burada mahkûmiyet kararının çıkması?’ diye sordum…
‘Şart!’ dediler… Ben de ‘Cart!’ diye bastım imzayı. Devletin bekası olunca bizde akan sular durur!”
Hoca, sözlerine Şart ve Cart kelimelerini bilhassa seçtiğini eklemeyi unutmamıştı… Şart ve Cart’ın ikiz kardeşliğini anlamak kolay değildi elbette.
Redford’un filmi işte bu ‘Cart!’ meselesini derinliğine ve hayli dramatik bir şekilde tartışıyor. Benzer bir tartışma 2009 yılında çekilmiş olan ve aynı konuyu ele alan “The Killing of Mary Surratt” adlı filmde de ele alınmış. O filmde Surratt’ın doğrudan bir cinayete kurban gittiği savı üzerinde duruluyor…
Bütün bunlara rağmen, eninde sonunda neredeyse tüm Hollywood filmlerinde olduğu gibi ABD adalet sisteminin nasıl başarılı bir şekilde inşa edildiğine tanık oluyoruz. Ve “Tüm ‘zanlılar’ savunulmalı” diyoruz… “Surratt da boşuna ölmemiş”…
NPQ dergisi editörü Nathan Gardels’ın kulaklarını bir daha çınlatalım mı: “Amerika, CIA ya da ordusu ile giremediği yerlere MTV ve Hollywood’u gönderir”…
En etkili ‘kamu diplomasisi’ araçlarını yani…