Anayasa dilimizi eğip bükmemeli
30 NİSAN 2012
İnsanın yakın çevresinde yaptığı işte ‘mana’ arayan ve katabilen türden insanlar bulması kolay değildir… İşini anlamlı kılan ve kattığı artılarla geliştirip, derinleştiren kişiler, bizim hayatımızı da anlamlı kılarlar. Diğerleri ise bir hızar gibi yaşamımızdan yongalar, hatta daha da büyük parçalar koparıp giderler.
Beşir Ayvazoğlu birinci türe girenlerdendir. 80’li yıllarda tanışmıştık. Rahmetli ‘Şeyhülmuharririn’ Ahmet Kabaklı’nın düzenlediği geleneksel panellerden birinde... Sonra ben onun peşini bırakmadım. Entelektüel dünyasını izledim hep. Aralıklı olarak görüştük de. Bir dönem NPQ Türkiye dergisi Yayın Kurulu’nda da birlikte ahkâm kesmişliğimiz vardır.
Beşir Ayvazoğlu’nun, Zaman gazetesindeki ‘Ali Fuat Başgil’in Anayasa Dili’ başlıklı yazısı beni yıllar öncesine ve utanç duygularına götürdü. Kendi beynimle değil referanslarla, ideolojilerinin ve inanç sistemlerinin ‘tasallutu’ altında düşündüğüm yıllardı. Başgil’in adını 1960 darbesi sonrasında duymuştum. ‘Gerici’lerden biriydi. 147’lilerden…
Babamın da bir parçası olduğu ‘Feneryolu Ahmet Eyüp Paşa Sokağı entelijansiyası’ –Prof. Dr. Salih Murat Uzdilek, Edebiyat Hocası Salim Rıza Kırkpınar, Riyaziyeci Naci Alev, Dr. Müfit Hekimoğlu aynı sokakta otururlardı- fikirlerine katılmasalar da Başgil’e derin saygı duyarlardı.
Ali Fuat Başgil’in geçmişi saygı duyulmayacak gibi değildi.
İlkokulu Çarşamba'da okumuştu. Liseye İstanbul'da başlamış, I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla beraber eğitimini yarıda kesip 4 yıldan fazla süre Kafkas Cephesinde subay olarak görev yapmıştı. İstanbul'a döndükten sonra bir müddet ticaret ile uğraşmış; sonra da eğitimini tamamlamak için Paris'e gitmiş. Paris'te önce Saint-Barbe Lisesi’ne devam etmiş, diplomayı ise Buffon Lisesi’nden almıştı. Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra doktorasını Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamlamıştı. Daha sonra Paris Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ile Paris Siyasi İlimler Merkezi'ni de bitirivermişti. Başgil daha sonra Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nin derslerine de devam edip, buradan da mezun olmuştu. Yani 36 yaşında yurda dört fakülte diploması ve bir doktora ile dönmüştü. Akademik kariyeri, büyük bir Anayasa hukukçusu olarak Ord. Prof.’luğa atanmasına kadar sürmüştü…
Biz bu adamın üstünü, gençliğimizde Türkçe’nin Alman faşistlerine has bir refleksle ‘arılaştırılması’, dışarıdan zorla müdahale ile eğilip bükülmesine karşı çıktığı ve Adalet Partisi saflarında yer aldığı için ‘gerici’ diye çizmiştik…
Beşir Ayvazoğlu’nun perşembe günkü yazısını okuduğumda Ali Fuat Başgil’i nasıl olup da bugüne kadar göz ardı etmiş olduğuma bir kez daha hayıflandım. Beşir Bey, geçtiğimiz günlerde Ankara’da Dil ve Edebiyat Derneği tarafından Türkiye Yazarlar Birliği, Türk Dil Kurumu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle düzenlenen "Anayasa'nın Dili" konulu sempozyumda Başgil’in dil konusundaki hassasiyetini derinlemesine anlatmış.
Rahmetli Başgil hocanın şu tespitlerini dikkatlerinize sunuyorum:
“Bir milletin dili, (…) beş on senenin, bir iki neslin işi ve eseri değil, asırlar içinde nesillerin dimağındaki dil hafızası merkezleriyle köklü bir tabiat ve istidat hâline gelmiş ve nev'in biyolojik varlığına yerleşmiş bir alışkanlıktır."
Bu da Beşir Bey’den:
“Başgil'in karşı çıktığı, elbette dilin tabiî gelişmesi değil, politikanın dile müdahalesi, hükümetin baskısıyla kelimelerin gelişigüzel değiştirilmesidir. Bir milletin dili, yerine kolayca diğerinin konulabileceği bir kelime ve tabirler yığını değil, asırlar içinde ve nesillerin hafızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayaller bütünüdür.”
“Devletin temeli milli kültür” (M. Kemal Atatürk), kültürün temel direği de dil ise, devlete düşen görev, Ayvazoğlu’nun şiddetle okumanızı tavsiye edeceğim yazısında da altını çizdiği ‘mânâ, his ve hayaller bütününe’ sahip çıkmak, onu korumak ve kollamaktır.
Rahmetli Başgil, “Büyük Millet Meclisi” ifadesinin ‘kamutay’ sözcüğü ile değiştirilmek istenmesine karşı çıktığında, tam da alıntıladığımız bu cümlelerin ruhuna işaret etmiş. Özetle ve mealen şöyle demiş:
"Büyük Millet Meclisi" tabirinin arkasında bütün bir Millî Mücadele tarihi ve İstiklâl Harbi sahneleri vardır. ‘Kamutay’ bu ruhu yok eder.”
Aziz dostum Dücane Cündioğlu da bizim Bersay İletişim Enstitüsü’nde verdiği ‘Dünyagörüşü ve Dil’ başlıklı konferansında konuşmasına başlarken kullandığı dilin yadırganabileceğine işaret ederek şöyle demişti:
“Ben daha çok kendi kültür haritamızın kuşattığı Arapça ve Farsça’yla belirlenmiş bir Osmanlıca’yla düşünürüm” demişti. Sonra da dili hava gibi içimize çektiğimizi, bu nedenle ‘dilin sahibi’ olunamayacağının; hiç kimsenin Türkçe üzerinde mülkiyet iddia edemeyeceğini, ancak ‘sözün sahibi’ olunabileceğini, konuşmanın ‘biricik’liğinin altını çizmişti.
Şu sıra yeni Anayasa’nın dili ile uğraşanlar Ali Fuat Başgil’e ve Beşir Ayvazoğlu’na kulak vermeli ve ortak ruhi şekillenmemizi rencide edecek, eğip bükecek, ona yön ve ders vermeye yeltenecek değil, onu yansıtacak bir dil anlayışına itibar etmeliler.
Beşir Ayvazoğlu birinci türe girenlerdendir. 80’li yıllarda tanışmıştık. Rahmetli ‘Şeyhülmuharririn’ Ahmet Kabaklı’nın düzenlediği geleneksel panellerden birinde... Sonra ben onun peşini bırakmadım. Entelektüel dünyasını izledim hep. Aralıklı olarak görüştük de. Bir dönem NPQ Türkiye dergisi Yayın Kurulu’nda da birlikte ahkâm kesmişliğimiz vardır.
Beşir Ayvazoğlu’nun, Zaman gazetesindeki ‘Ali Fuat Başgil’in Anayasa Dili’ başlıklı yazısı beni yıllar öncesine ve utanç duygularına götürdü. Kendi beynimle değil referanslarla, ideolojilerinin ve inanç sistemlerinin ‘tasallutu’ altında düşündüğüm yıllardı. Başgil’in adını 1960 darbesi sonrasında duymuştum. ‘Gerici’lerden biriydi. 147’lilerden…
Babamın da bir parçası olduğu ‘Feneryolu Ahmet Eyüp Paşa Sokağı entelijansiyası’ –Prof. Dr. Salih Murat Uzdilek, Edebiyat Hocası Salim Rıza Kırkpınar, Riyaziyeci Naci Alev, Dr. Müfit Hekimoğlu aynı sokakta otururlardı- fikirlerine katılmasalar da Başgil’e derin saygı duyarlardı.
Ali Fuat Başgil’in geçmişi saygı duyulmayacak gibi değildi.
İlkokulu Çarşamba'da okumuştu. Liseye İstanbul'da başlamış, I. Dünya Savaşı'nın çıkmasıyla beraber eğitimini yarıda kesip 4 yıldan fazla süre Kafkas Cephesinde subay olarak görev yapmıştı. İstanbul'a döndükten sonra bir müddet ticaret ile uğraşmış; sonra da eğitimini tamamlamak için Paris'e gitmiş. Paris'te önce Saint-Barbe Lisesi’ne devam etmiş, diplomayı ise Buffon Lisesi’nden almıştı. Grenoble Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdikten sonra doktorasını Paris Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde tamamlamıştı. Daha sonra Paris Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü ile Paris Siyasi İlimler Merkezi'ni de bitirivermişti. Başgil daha sonra Lahey Devletler Hukuku Akademisi'nin derslerine de devam edip, buradan da mezun olmuştu. Yani 36 yaşında yurda dört fakülte diploması ve bir doktora ile dönmüştü. Akademik kariyeri, büyük bir Anayasa hukukçusu olarak Ord. Prof.’luğa atanmasına kadar sürmüştü…
Biz bu adamın üstünü, gençliğimizde Türkçe’nin Alman faşistlerine has bir refleksle ‘arılaştırılması’, dışarıdan zorla müdahale ile eğilip bükülmesine karşı çıktığı ve Adalet Partisi saflarında yer aldığı için ‘gerici’ diye çizmiştik…
Beşir Ayvazoğlu’nun perşembe günkü yazısını okuduğumda Ali Fuat Başgil’i nasıl olup da bugüne kadar göz ardı etmiş olduğuma bir kez daha hayıflandım. Beşir Bey, geçtiğimiz günlerde Ankara’da Dil ve Edebiyat Derneği tarafından Türkiye Yazarlar Birliği, Türk Dil Kurumu ve Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin desteğiyle düzenlenen "Anayasa'nın Dili" konulu sempozyumda Başgil’in dil konusundaki hassasiyetini derinlemesine anlatmış.
Rahmetli Başgil hocanın şu tespitlerini dikkatlerinize sunuyorum:
“Bir milletin dili, (…) beş on senenin, bir iki neslin işi ve eseri değil, asırlar içinde nesillerin dimağındaki dil hafızası merkezleriyle köklü bir tabiat ve istidat hâline gelmiş ve nev'in biyolojik varlığına yerleşmiş bir alışkanlıktır."
Bu da Beşir Bey’den:
“Başgil'in karşı çıktığı, elbette dilin tabiî gelişmesi değil, politikanın dile müdahalesi, hükümetin baskısıyla kelimelerin gelişigüzel değiştirilmesidir. Bir milletin dili, yerine kolayca diğerinin konulabileceği bir kelime ve tabirler yığını değil, asırlar içinde ve nesillerin hafızasında dövüle yoğrula yerleşmiş bir mânâ, his ve hayaller bütünüdür.”
“Devletin temeli milli kültür” (M. Kemal Atatürk), kültürün temel direği de dil ise, devlete düşen görev, Ayvazoğlu’nun şiddetle okumanızı tavsiye edeceğim yazısında da altını çizdiği ‘mânâ, his ve hayaller bütününe’ sahip çıkmak, onu korumak ve kollamaktır.
Rahmetli Başgil, “Büyük Millet Meclisi” ifadesinin ‘kamutay’ sözcüğü ile değiştirilmek istenmesine karşı çıktığında, tam da alıntıladığımız bu cümlelerin ruhuna işaret etmiş. Özetle ve mealen şöyle demiş:
"Büyük Millet Meclisi" tabirinin arkasında bütün bir Millî Mücadele tarihi ve İstiklâl Harbi sahneleri vardır. ‘Kamutay’ bu ruhu yok eder.”
Aziz dostum Dücane Cündioğlu da bizim Bersay İletişim Enstitüsü’nde verdiği ‘Dünyagörüşü ve Dil’ başlıklı konferansında konuşmasına başlarken kullandığı dilin yadırganabileceğine işaret ederek şöyle demişti:
“Ben daha çok kendi kültür haritamızın kuşattığı Arapça ve Farsça’yla belirlenmiş bir Osmanlıca’yla düşünürüm” demişti. Sonra da dili hava gibi içimize çektiğimizi, bu nedenle ‘dilin sahibi’ olunamayacağının; hiç kimsenin Türkçe üzerinde mülkiyet iddia edemeyeceğini, ancak ‘sözün sahibi’ olunabileceğini, konuşmanın ‘biricik’liğinin altını çizmişti.
Şu sıra yeni Anayasa’nın dili ile uğraşanlar Ali Fuat Başgil’e ve Beşir Ayvazoğlu’na kulak vermeli ve ortak ruhi şekillenmemizi rencide edecek, eğip bükecek, ona yön ve ders vermeye yeltenecek değil, onu yansıtacak bir dil anlayışına itibar etmeliler.