Angelina Jolie: Hem şöhret hem de marka...
18 haziran 2011
“Bence hepimiz adalet ve eşitlik, anlamlı bir yaşam için şans istiyoruz. Hepimiz eğer kötü bir durumda olsak birilerinin bize yardım edeceğine inanmak isteriz.”
Angelina Jolie, 2001 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) katılma nedenini açıklarken böyle demiş.
Sayesinde unhcr.org.tr’ye girdim ve Suriye sınırından yapılan geçişleri gösteren detaylı haritaya göz gezdirdim. Site, mülteciler ve sığınmacılarla ilgili farkındalık yaratma konusunda gayet başarılı. “Time’a kapak olan bir mülteci: Einstein” diyen, Ara Güler’le başlayan ve aralarında Çiğdem Anat, Serra Yılmaz, Muazzez Ersoy’un bulunduğu ve “Bize sığınanları korumanın insanlık görevi sayılması gerektiği”, “Yaşayan herkesin potansiyel mülteci olduğu” mesajlarını veren tanıtım filmini, uluslararası toplumun daha güçlü bir küresel dayanışmaya girmesi yolundaki etkinlikleri bu sitede görmek mümkün...
***
Malum Angelina Jolie (yaptığı işin resmi, ‘siyaseten doğru’ tanımı gereği) mültecilerin dramlarını insanlığa duyurmak için dünyayı dolaşıyor ve son durağı da Hatay.
Kişisel şöhret ile bireysel marka arasındaki farkın kavranmasına neden olabilecek en anlamlı örneklerden biri olarak Angelina Jolie’nin performansını her iletişimcinin “tasvir– açıklama – anlama – anlamlandırma – yönlendirme” sürecinden geçirip şöyle bir süzmesinde yarar var.
Fırsatını buldukça markanın, “kapitalist sistemin, liberal ekonominin, en karmaşık, en sofistike, en zor anlaşılır ve uygulanabilir ürünü” olduğunu belirtmeye ve bu meselenin sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığını hatırlatmaya çaba harcarız. Kolay olabilseydi canı isteyen, heveslenen her şöhret ya da her ürün veya şirket sahibi zırt pırt marka yaratmaktan geri durmazdı.
Şöhret sahibi her kişinin marka olamayacağını de bu çerçevede anlamaya çalışmak lazım... Bir ismi tanımamız, bilmemiz, onu ve yaptığı her şeyi “satın almamız” anlamına gelir mi? Bu sorunun yanıtını hayatın bizatihi kendisi ‘pratikte’ hemen yanıtlıyor: “Gelmez!”…
***
Marka olmak için pek çok özelliğin yanı sıra iki tane temel unsur vardır… ‘Olmazsa olmaz’ iki öğe: Vaat ve güven.
Bizim şöhretlerimizin de Angelina Jolie (Tabii ki eşi Brad Pitt’in) markalarının nasıl yönetildiğini merak edip bizzat incelemelerinde yarar var. “Tanınma ve beğeni arasındaki farkı” fark edebilmeleri ve markaları yerine tanınmışlıklarına yatırım yaptıklarında rekabetçi avantajlarını kaybedebileceklerini bir an olsun akıllarına getirmeleri iyi bir başlangıç olabilir.
Yeni Türkü’nün o güzelim parçasında sözünü ettiği “Gençliğin omzuma bir yük gibi bindiği” dönemlerimde, ilkel solculuk yıllarımda olsaydım, ille de öküz altında buzağı arar, (işin tuhafı genellikle de tutturarak) bu gibi organizasyonların CIA’in işi olduğunu iddia eder, söylemi de getirip “Zap suyuna geçit yapmak varken, İstanbul’a köprü kondurmak burjuvaziye hizmettir” noktasına bağlardık…
Şimdilerde, özellikle de “Akıl Oyunları”nı izleyip John Nash’i tanımak zorunda kaldıktan sonra (!), her ‘interaksiyonda’ taraflardan birinin diğeri tarafından kazıklanmasının şart olmadığını, tersine her tarafın kazanabileceğini kavramaya ve böylece Angelina Jolie’nin devri alem işlerine, ruhun melanet gözünden değil son derece bilinçli ve planlı ‘marka yönetimi’ ve de ‘toplumsallık duygusu’ penceresinden bakmayı öğrenmeye çalışıyoruz…
Angelina Jolie’nin gelişini zamanın Fransa devlet başkanının eşi Bayan Mitterand’ın Kürt sevgilisi uğruna kendisini Güney Doğu vilayetlerimize atmaya kalkması arasında organik bir bağ ya da benzerlik aramaya çalışmak yanlış olurdu…
Eğer Jolie rolünü bu kez de doğru oynarsa, ki sanırım sorun olmaz, o zaman herkesin kazanacağı bir tablo çıkacaktır ortaya. Mültecilerin, Türkiye’nin, Suriye halkının ve dünyada ruhunda bir miktar ‘izan’ kalmış herkesin… Bir de ünlü oyuncu ülkemizin tüm sorunlarını çözmeye, köşe bucaktaki saçı bitmemiş yetimin hakkını aramayacağını, öncelikle kendi markasının vaadine göre hareket ettiğini, bunun da son derece tutarlı ve doğru olduğunu kavrayabilsek…
Angelina Jolie, 2001 yılında BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’ne (UNHCR) katılma nedenini açıklarken böyle demiş.
Sayesinde unhcr.org.tr’ye girdim ve Suriye sınırından yapılan geçişleri gösteren detaylı haritaya göz gezdirdim. Site, mülteciler ve sığınmacılarla ilgili farkındalık yaratma konusunda gayet başarılı. “Time’a kapak olan bir mülteci: Einstein” diyen, Ara Güler’le başlayan ve aralarında Çiğdem Anat, Serra Yılmaz, Muazzez Ersoy’un bulunduğu ve “Bize sığınanları korumanın insanlık görevi sayılması gerektiği”, “Yaşayan herkesin potansiyel mülteci olduğu” mesajlarını veren tanıtım filmini, uluslararası toplumun daha güçlü bir küresel dayanışmaya girmesi yolundaki etkinlikleri bu sitede görmek mümkün...
***
Malum Angelina Jolie (yaptığı işin resmi, ‘siyaseten doğru’ tanımı gereği) mültecilerin dramlarını insanlığa duyurmak için dünyayı dolaşıyor ve son durağı da Hatay.
Kişisel şöhret ile bireysel marka arasındaki farkın kavranmasına neden olabilecek en anlamlı örneklerden biri olarak Angelina Jolie’nin performansını her iletişimcinin “tasvir– açıklama – anlama – anlamlandırma – yönlendirme” sürecinden geçirip şöyle bir süzmesinde yarar var.
Fırsatını buldukça markanın, “kapitalist sistemin, liberal ekonominin, en karmaşık, en sofistike, en zor anlaşılır ve uygulanabilir ürünü” olduğunu belirtmeye ve bu meselenin sanıldığı kadar kolay bir iş olmadığını hatırlatmaya çaba harcarız. Kolay olabilseydi canı isteyen, heveslenen her şöhret ya da her ürün veya şirket sahibi zırt pırt marka yaratmaktan geri durmazdı.
Şöhret sahibi her kişinin marka olamayacağını de bu çerçevede anlamaya çalışmak lazım... Bir ismi tanımamız, bilmemiz, onu ve yaptığı her şeyi “satın almamız” anlamına gelir mi? Bu sorunun yanıtını hayatın bizatihi kendisi ‘pratikte’ hemen yanıtlıyor: “Gelmez!”…
***
Marka olmak için pek çok özelliğin yanı sıra iki tane temel unsur vardır… ‘Olmazsa olmaz’ iki öğe: Vaat ve güven.
Bizim şöhretlerimizin de Angelina Jolie (Tabii ki eşi Brad Pitt’in) markalarının nasıl yönetildiğini merak edip bizzat incelemelerinde yarar var. “Tanınma ve beğeni arasındaki farkı” fark edebilmeleri ve markaları yerine tanınmışlıklarına yatırım yaptıklarında rekabetçi avantajlarını kaybedebileceklerini bir an olsun akıllarına getirmeleri iyi bir başlangıç olabilir.
Yeni Türkü’nün o güzelim parçasında sözünü ettiği “Gençliğin omzuma bir yük gibi bindiği” dönemlerimde, ilkel solculuk yıllarımda olsaydım, ille de öküz altında buzağı arar, (işin tuhafı genellikle de tutturarak) bu gibi organizasyonların CIA’in işi olduğunu iddia eder, söylemi de getirip “Zap suyuna geçit yapmak varken, İstanbul’a köprü kondurmak burjuvaziye hizmettir” noktasına bağlardık…
Şimdilerde, özellikle de “Akıl Oyunları”nı izleyip John Nash’i tanımak zorunda kaldıktan sonra (!), her ‘interaksiyonda’ taraflardan birinin diğeri tarafından kazıklanmasının şart olmadığını, tersine her tarafın kazanabileceğini kavramaya ve böylece Angelina Jolie’nin devri alem işlerine, ruhun melanet gözünden değil son derece bilinçli ve planlı ‘marka yönetimi’ ve de ‘toplumsallık duygusu’ penceresinden bakmayı öğrenmeye çalışıyoruz…
Angelina Jolie’nin gelişini zamanın Fransa devlet başkanının eşi Bayan Mitterand’ın Kürt sevgilisi uğruna kendisini Güney Doğu vilayetlerimize atmaya kalkması arasında organik bir bağ ya da benzerlik aramaya çalışmak yanlış olurdu…
Eğer Jolie rolünü bu kez de doğru oynarsa, ki sanırım sorun olmaz, o zaman herkesin kazanacağı bir tablo çıkacaktır ortaya. Mültecilerin, Türkiye’nin, Suriye halkının ve dünyada ruhunda bir miktar ‘izan’ kalmış herkesin… Bir de ünlü oyuncu ülkemizin tüm sorunlarını çözmeye, köşe bucaktaki saçı bitmemiş yetimin hakkını aramayacağını, öncelikle kendi markasının vaadine göre hareket ettiğini, bunun da son derece tutarlı ve doğru olduğunu kavrayabilsek…