Armağan Çağlayan stand-up’ta çakılır!
03 ŞUBAT 2007
Türkiye uzun zamandır bu gösteriye hazırlanıyormuş. Armağan Çağlayan Bey stand-up yapacakmış. Bu işe de İzmir ya da Adana’dan başlayacakmış. Gösterisinin adı “Kendine Bir Yıldız Seç” miş.
Yine sevimsiz olacağım, biliyorum... Ama sonradan ahkam kesmektense, önden tahminde bulunmak, tahmin tutunca da özgüven tazelemek, bir hoş oluyor doğrusu... Kendisine sinema oyuncusu ve şov yıldızı olarak büyük hayranlık duyduğum Hülya Avşar Hanım’ın marka olmadığını; çünkü kendi markasını yönetmediğini; bu nedenle de adını vereceği hiçbir ürünün uzun vadede büyük ticari başarıya ulaşamayacağını yazdığımda, pek çok kişi bana karşı çıktı... Şimdi yüzüme bakamıyorlar...
Marka gökten zembille inmez
Aynı iddiayı Tarkan’ın parfümünde olduğu gibi diğer pek çok Türk ünlüsü için de ileri sürdüm. Tarkan kendi parfümünün lansmanına gitmemişti. Bugün üç büyük kozmetik mağazasına sorduk (Altuğ, Sevil, Tekin Acar); üçünde de ürünün esamesi okunmuyor. Diğer ünlülerin zırt pırt, ‘onu da çıkaracak, bunu da çıkaracak’ denen ürünleri nerede?.. Nerede markalarını yöneten kuruluşlar, kuruluşların finans sistemi içindeki başarıları, süreçleri, yapılanmaları?..
Ünlü olmakla marka olmak arasındaki fark, bir nebze olsun tartışılıyorsa bunda bizim de küçük bir katkımız olmuştur. Siz medyamızın, şöhretlerimizin Türk Patent Enstitüsü’ne falan başvurup kendi adlarını çeşitli ticari alanlarda tescil ettirmelerine kapılıp, “sanatçılar markalaşıyor” şeklindeki yaygara koparmasına bakmayın. Fiiliyata bakın... Nerede bu markalı ürünler?.. Yılda ne kadar para kazanıyor bizim vatandaşlar bu işten? Ve mesela Beckham spor dışı işlerden ne kazanıyor, karşılaştırın... Çünkü iş lafa gelince, bazı iletişim ‘Kurularımıza’ göre her ünlü kişi ve yer birer ‘irili ufaklı’ marka...
Sindrella’ya değil gerçeğe bakmalı
Pekiyi bizimkilerin böyle bir şansı yok mu? Tabii ki var. Ama ancak markayı ‘usulüne uygun yönetme’ konusunda cahilliklerini kabul edip, işi iş dünyasının kurallarına göre oynayacak, oynatacak kadrolara teslim etmeleri ve sadece denetleyip kendi performanslarını artırmaya odaklanmaları halinde. ‘Her işi kendim yaparım’ tavrıyla değil... Eş dost akrabadan oluşan ‘makyaj çantası taşıyıcısı’, ‘ara sıra masaj yapıcı, kahve pişirici’, ‘telefonlara bakıcı’ son derece sevimli her eve lazım ‘yardımcı’ tayfasıyla bu işleri yürüteceğine inanarak değil...
Öte yandan şov dünyasına soyunmaya, ‘kısa yoldan şöhrete ve paraya kavuşmaya’ hazırlanan o kadar çok genç var ki... Dışarıdan her şeyin kolay gibi göründüğü bu parlak dünyada aslında ‘hayatın ne kadar zor olabileceğini’ göstermek bir sorumluluk meselesidir. Bu sorumluluk da öncelikle medyaya düşer. Oysa medya Sindrella hikayelerinin peşinde, yaşamın gerçeğinin değil...
Hüsrana doğru adım adım
Bu çerçeveden bakıldığında Armağan Çağlayan’ın stand-up gösterisini “biletleri şimdiden tükendi” diye veren ve olayı ortada ciddi bir başarı varmış gibi önden şişiren medyanın ciddi sorumluluk taşıdığını düşünüyorum.
Çünkü Armağan Bey bu işte çakılacak. Hem de çok fena... Belki ilk gösteride değil; ama eninde sonunda bu iş yürümeyecek. O zaman dönüp Armağan Bey’in kendisine çakacak bu medya: “Beceremedi! Boş salonlara şov yaptı! Kimse gelmedi!...” Hem de yoktan var ettiği bir Armağan Çağlayan’ı yine yokluğa yollayıverecek...
İşi karmaşık hale getirmeye gerek yok. Ata Demirer, Beyazıt Öztürk, Cem Yılmaz, Metin Uca, özellikle de Cem Yılmaz bu işte “benchmark” iseler, yani kıyaslanacak, kriter alınacak röper noktaları olarak kabul edilecekse, bunların hangi deneyimlerden, yatırımlardan geldiklerine ve hedef kitlelerine çok iyi bakmak lazım. “Oh be, masrafları hiç yok; eşşek yüküyle para götürüyorlar. Bizim başımız kel mi?” muhabbetiyle bir yere varılamaz. Meseleye bir nebze analitik gözle bakınca Armağan Bey’in yanlış bir karar verdiği ve çok kısa zamanda hüsrana uğrayacağını görmemek mümkün değil.
Armağan Bey’e TV’de hâlâ ekmek var
TV’lerdeki yarışma programında ‘love to hate’ (nefret etmekten hoşlanma) durumu yarattınız, medya Ajdar’ınkine benzer bir hikaye ile sizi popüler kıldı, bir iki sohbet programında ‘neşeli cahiliye devri’ (1980-2000) esprilerini yakaladınız, ona buna haklı haksız agresyon sergilediniz, bu sayede ‘dikkatleri üzerinize topladınız’ diye ‘stand-up’ınız da tutar demek değildir. Çünkü stand-up’ta yalnızsınız... Karşınızda acz içinde olan ve saldırılarınız karşısında savunmasız kalacak figüranlar yok... Bu durumu arenada aslanlara atılmış köleleri izleyen iştahlı seyirciler de yok bu kez... Ya da aşırı duygulandığınız anlarda döktüğünüz o göz yaşlarınızın hakkını verecek ağlamaya hazır meraklı takımı...
Stand-up’ın para verip gelen seyircisinin hem talebi farklıdır, hem de profili. Hangisinden farklıdır? Armağan Bey’i TV’de izleyip herhangi bir ücret ödemeden bağrına bastığı zannedilen varoş kökenli, çarpık kent kültürüyle yoğrulmuş, DAP’ın yaşam biçimi segmentasyonuna göre Çabalayanlar diye adlandırılan ‘kaypak’ kesimden farklıdır... Çağlayan’ın bireysel vaadi ‘Çabalayanlar’a uygundur; stand-up müdavimi kesime değil. Armağan Bey’in mevcut hedef kitlesinden de yeni bir tip stand-up seyircisi yaratılamaz... Stand-up seyircisi için zeki olmak yetmez; akıllı olmak da gerekir...
Onun için Armağan Bey bu işten kısa zamanda vazgeçip TV’nin sabun köpüğüne kendisini atmalı. Orada ona hâlâ ekmek var çünkü...
İzzet Çapa’nın yemekleri üstüne Nükhet Duru! Müthiş!..
Arada sevgili dostumuz Serhat Hacıpaşalıoğlu olmasa da gidecektik. Bir: Nükhet Duru’yu zaten çok severiz. Nezahet çerçevesinde eğlenmeyi özlediğimizde başvurduğumuz adreslerdendir. İki: İzzet Çapa iddialıdır. Hele Banlieue’nün yemekleri konusunda gerginlik yaratacak düzeydedir. Kendinizi zaman zaman şımartmak için onun vaat oranı yüksek mekanlarına uğramakta yarar vardır. Ben ki Osmanlıcıyım; Uzakdoğu yemeklerini bana yedirdikten sonra herkese yedirir. Hele o ‘yeşil karidesleri’...
İzzet Çapa öyle gerilmiş ki, o gece iki kez yanıma gelip, “Bir daha ki sefere Serdar Turgut Bey’le beraber gelin. Türkiye’de ızgara et yok, falan diyor. Ona bir et yedireyim de görsün...” dedi. Serdar Turgut iddialı insanları sever...
Bu tür, seyirci düzeyi hayli yüksek nezih eğlence ortamını ilk kez Erol Evgin Plaza’da yakalamıştı. Benim bildiğim Nükhet hemen arkasından geldi. Perşembeleri Banlieue’de... Sonra Ömür Göksel Sürmeli’de sahne aldı. Ona da gideceğiz... Bu arada Deniz Seki de Salı günleri Stnbl’da imiş. Kısa bir süre. Keşke süreklilik haline getirse...
Nükhet Duru bence en güzel yıllarını yaşıyor... Koskocaman bir tebrik! Sadece sahne performansına değil. Hacıpaşalıoğlu gibi medeni ve bilgili bir usta ile üretim ve yönetim konusunda işbirliği yaptığı için... Akıllı kızdır Nükhet...
Yine sevimsiz olacağım, biliyorum... Ama sonradan ahkam kesmektense, önden tahminde bulunmak, tahmin tutunca da özgüven tazelemek, bir hoş oluyor doğrusu... Kendisine sinema oyuncusu ve şov yıldızı olarak büyük hayranlık duyduğum Hülya Avşar Hanım’ın marka olmadığını; çünkü kendi markasını yönetmediğini; bu nedenle de adını vereceği hiçbir ürünün uzun vadede büyük ticari başarıya ulaşamayacağını yazdığımda, pek çok kişi bana karşı çıktı... Şimdi yüzüme bakamıyorlar...
Marka gökten zembille inmez
Aynı iddiayı Tarkan’ın parfümünde olduğu gibi diğer pek çok Türk ünlüsü için de ileri sürdüm. Tarkan kendi parfümünün lansmanına gitmemişti. Bugün üç büyük kozmetik mağazasına sorduk (Altuğ, Sevil, Tekin Acar); üçünde de ürünün esamesi okunmuyor. Diğer ünlülerin zırt pırt, ‘onu da çıkaracak, bunu da çıkaracak’ denen ürünleri nerede?.. Nerede markalarını yöneten kuruluşlar, kuruluşların finans sistemi içindeki başarıları, süreçleri, yapılanmaları?..
Ünlü olmakla marka olmak arasındaki fark, bir nebze olsun tartışılıyorsa bunda bizim de küçük bir katkımız olmuştur. Siz medyamızın, şöhretlerimizin Türk Patent Enstitüsü’ne falan başvurup kendi adlarını çeşitli ticari alanlarda tescil ettirmelerine kapılıp, “sanatçılar markalaşıyor” şeklindeki yaygara koparmasına bakmayın. Fiiliyata bakın... Nerede bu markalı ürünler?.. Yılda ne kadar para kazanıyor bizim vatandaşlar bu işten? Ve mesela Beckham spor dışı işlerden ne kazanıyor, karşılaştırın... Çünkü iş lafa gelince, bazı iletişim ‘Kurularımıza’ göre her ünlü kişi ve yer birer ‘irili ufaklı’ marka...
Sindrella’ya değil gerçeğe bakmalı
Pekiyi bizimkilerin böyle bir şansı yok mu? Tabii ki var. Ama ancak markayı ‘usulüne uygun yönetme’ konusunda cahilliklerini kabul edip, işi iş dünyasının kurallarına göre oynayacak, oynatacak kadrolara teslim etmeleri ve sadece denetleyip kendi performanslarını artırmaya odaklanmaları halinde. ‘Her işi kendim yaparım’ tavrıyla değil... Eş dost akrabadan oluşan ‘makyaj çantası taşıyıcısı’, ‘ara sıra masaj yapıcı, kahve pişirici’, ‘telefonlara bakıcı’ son derece sevimli her eve lazım ‘yardımcı’ tayfasıyla bu işleri yürüteceğine inanarak değil...
Öte yandan şov dünyasına soyunmaya, ‘kısa yoldan şöhrete ve paraya kavuşmaya’ hazırlanan o kadar çok genç var ki... Dışarıdan her şeyin kolay gibi göründüğü bu parlak dünyada aslında ‘hayatın ne kadar zor olabileceğini’ göstermek bir sorumluluk meselesidir. Bu sorumluluk da öncelikle medyaya düşer. Oysa medya Sindrella hikayelerinin peşinde, yaşamın gerçeğinin değil...
Hüsrana doğru adım adım
Bu çerçeveden bakıldığında Armağan Çağlayan’ın stand-up gösterisini “biletleri şimdiden tükendi” diye veren ve olayı ortada ciddi bir başarı varmış gibi önden şişiren medyanın ciddi sorumluluk taşıdığını düşünüyorum.
Çünkü Armağan Bey bu işte çakılacak. Hem de çok fena... Belki ilk gösteride değil; ama eninde sonunda bu iş yürümeyecek. O zaman dönüp Armağan Bey’in kendisine çakacak bu medya: “Beceremedi! Boş salonlara şov yaptı! Kimse gelmedi!...” Hem de yoktan var ettiği bir Armağan Çağlayan’ı yine yokluğa yollayıverecek...
İşi karmaşık hale getirmeye gerek yok. Ata Demirer, Beyazıt Öztürk, Cem Yılmaz, Metin Uca, özellikle de Cem Yılmaz bu işte “benchmark” iseler, yani kıyaslanacak, kriter alınacak röper noktaları olarak kabul edilecekse, bunların hangi deneyimlerden, yatırımlardan geldiklerine ve hedef kitlelerine çok iyi bakmak lazım. “Oh be, masrafları hiç yok; eşşek yüküyle para götürüyorlar. Bizim başımız kel mi?” muhabbetiyle bir yere varılamaz. Meseleye bir nebze analitik gözle bakınca Armağan Bey’in yanlış bir karar verdiği ve çok kısa zamanda hüsrana uğrayacağını görmemek mümkün değil.
Armağan Bey’e TV’de hâlâ ekmek var
TV’lerdeki yarışma programında ‘love to hate’ (nefret etmekten hoşlanma) durumu yarattınız, medya Ajdar’ınkine benzer bir hikaye ile sizi popüler kıldı, bir iki sohbet programında ‘neşeli cahiliye devri’ (1980-2000) esprilerini yakaladınız, ona buna haklı haksız agresyon sergilediniz, bu sayede ‘dikkatleri üzerinize topladınız’ diye ‘stand-up’ınız da tutar demek değildir. Çünkü stand-up’ta yalnızsınız... Karşınızda acz içinde olan ve saldırılarınız karşısında savunmasız kalacak figüranlar yok... Bu durumu arenada aslanlara atılmış köleleri izleyen iştahlı seyirciler de yok bu kez... Ya da aşırı duygulandığınız anlarda döktüğünüz o göz yaşlarınızın hakkını verecek ağlamaya hazır meraklı takımı...
Stand-up’ın para verip gelen seyircisinin hem talebi farklıdır, hem de profili. Hangisinden farklıdır? Armağan Bey’i TV’de izleyip herhangi bir ücret ödemeden bağrına bastığı zannedilen varoş kökenli, çarpık kent kültürüyle yoğrulmuş, DAP’ın yaşam biçimi segmentasyonuna göre Çabalayanlar diye adlandırılan ‘kaypak’ kesimden farklıdır... Çağlayan’ın bireysel vaadi ‘Çabalayanlar’a uygundur; stand-up müdavimi kesime değil. Armağan Bey’in mevcut hedef kitlesinden de yeni bir tip stand-up seyircisi yaratılamaz... Stand-up seyircisi için zeki olmak yetmez; akıllı olmak da gerekir...
Onun için Armağan Bey bu işten kısa zamanda vazgeçip TV’nin sabun köpüğüne kendisini atmalı. Orada ona hâlâ ekmek var çünkü...
İzzet Çapa’nın yemekleri üstüne Nükhet Duru! Müthiş!..
Arada sevgili dostumuz Serhat Hacıpaşalıoğlu olmasa da gidecektik. Bir: Nükhet Duru’yu zaten çok severiz. Nezahet çerçevesinde eğlenmeyi özlediğimizde başvurduğumuz adreslerdendir. İki: İzzet Çapa iddialıdır. Hele Banlieue’nün yemekleri konusunda gerginlik yaratacak düzeydedir. Kendinizi zaman zaman şımartmak için onun vaat oranı yüksek mekanlarına uğramakta yarar vardır. Ben ki Osmanlıcıyım; Uzakdoğu yemeklerini bana yedirdikten sonra herkese yedirir. Hele o ‘yeşil karidesleri’...
İzzet Çapa öyle gerilmiş ki, o gece iki kez yanıma gelip, “Bir daha ki sefere Serdar Turgut Bey’le beraber gelin. Türkiye’de ızgara et yok, falan diyor. Ona bir et yedireyim de görsün...” dedi. Serdar Turgut iddialı insanları sever...
Bu tür, seyirci düzeyi hayli yüksek nezih eğlence ortamını ilk kez Erol Evgin Plaza’da yakalamıştı. Benim bildiğim Nükhet hemen arkasından geldi. Perşembeleri Banlieue’de... Sonra Ömür Göksel Sürmeli’de sahne aldı. Ona da gideceğiz... Bu arada Deniz Seki de Salı günleri Stnbl’da imiş. Kısa bir süre. Keşke süreklilik haline getirse...
Nükhet Duru bence en güzel yıllarını yaşıyor... Koskocaman bir tebrik! Sadece sahne performansına değil. Hacıpaşalıoğlu gibi medeni ve bilgili bir usta ile üretim ve yönetim konusunda işbirliği yaptığı için... Akıllı kızdır Nükhet...