Asıl büyük savaş kültür alanında
24 Kasım 2016 Yeni Şafak
Rahmetli Hakkı Devrim'in deyişiyle 'köşe kadılığı'mızın 21 Kasım Pazartesi gününde Fazıl Say'a verilen ve “Dünyanın en prestijli müzik ödüllerinden biri” olarak lanse edilen Beethoven Academy Ödülü'nün arka planına bakmaya çalışmıştık. 2016 Mart'ında kurulmasına rağmen yedi ayda nasıl olup da bu dünya çapında prestiji elde edebildiğinden başlayıp, Bonn'daki bir kilisede ödülün takdim edileceği gecenin açılış konuşmasını hem çeşitli ödüller ve hem de Alman pasaportu ödülüyle alkışlatılan Can Dündar'ın yapacağını, Batı'nın özellikle şu sıralar bir Türk'e vereceği her ödülü araştırma ihtiyacı duyduğumuzu yazmıştım.
Yazının finalinde de demiştik ki:
“Fazıl Say'a üzülsek mi kızsak mı?.. Kiminle nerede hangi karede fotoğraf çektirdiğine iyice dikkat etmeli insan. O atasözünü unutmamakta her zaman yarar var: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” …
Rahmetli Halit Refiğ'in emaneti olarak her daim kendisine ihtimam göstermeye çalıştığım Prof. Gülper Refiğ'den o yazımın ardından gelen e-postayı sizlerin de okumasını istedim. Halit Bey üstadımın “sebeb-i saadetim” dediği sevgili Gülper, eşinin içtenlikle ve çok kullandığı 'çok yaşa!' ifadesini mektubunun başında geçirerek duygu ve düşüncelerini bilgisayara döküvermiş:
“Bu yurtdışı ödüller rezaletini hükümetin, Kültür Bakanlığı'nın anlaması için harika, usta işi bir uyarı yazısı. Türkiye'yi ne kadar kötülersen o kadar ödül… Bütün yerli sinema festivalleri de buna hizmet ediyor. Bu gerçeği bir türlü anlamıyorlar, gazetelerde çarşaf çarşaf 'ödül aldık' diye böbürleniyorlar. Asıl büyük savaş kültür alanında ve gençler kendi ülkelerine düşman olmaya yönlendiriliyor.
Bunu da büyük başarıyla gerçekleştiriyorlar. Beethoven azılı bir kilise karşıtıydı ve en büyük eseri 9. Senfoni'yi Türk Marşı'yla bitirdi (Şimdi ayıla bayıla söyledikleri Avrupa Birliği Marşı). Son bölüm mehter sazları ve ritmiyle tam bir Türk marşıdır. Bu temayı birçok eserinde kullanmıştır. Mozart gibi o da bizim insanlığımıza ve tasavvuf düşüncesine hayrandı. Ölürken başucunda Goethe'nin Doğu Batı Divanı duruyordu; yani İslam'a ve Peygamberine övgüler. Onun adına kilisede ödül verilmesi nasıl trajikomik bir tezattır ve Batı sahtekârlığıdır.”
Gülper Hanımın dediği gibi “Asıl büyük savaş kültür alanında”dır. Batı, bizim bu sütunlarda dilimize pelesenk ettiğimiz 'Yumuşak Güç'ten (ülkemizin yumuşak karnından) vuruyor. Kendisinin yeri geldiğinde yok saydığı insan haklarından; bizim “Sadece gazetecilik yaptığı için mahkûm olmuş tek bir medya mensubu yoktur” diye yırtınmamıza rağmen, Türkiye'de basın özgürlüğü bulunmadığından; terör örgütü PKK ile bağlantıları nedeniyle yasal takibata uğrayan milletvekillerini göstererek parlamenter demokrasinin zaafa uğramasından; sivil toplumun karar süreçlerine yeterince katılmadığından söz ederek 'soft' agresyonlarını devreye sokuyorlar…
Memleket sevgisini yüreğinde hâlâ hisseden, “güzel ve yalnız ülkem” diye hayıflanma yeteneğini kaybetmemiş, iyi eğitimli, çalışkan sanatçı gençleri bu büyük savaşta koruyup kollamalıyız. Çünkü yetenekli gençlerimiz, Batı'nın yaldızıyla parlatılmak, tüketim toplumunun içi boş vaatleriyle kafaları karıştırılmak ve ödüllerle kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenmektedir.
Bu nedenledir ki, Can Dündar'a bir kez daha sahne verilerek Türkiye aleyhine konuşulacak platformlar oluşturulmasına Fazıl Say keşke alet olmasaydı, diye geçiyor içimizden…
Acemoğlu'ndan dünyayı okuma dersi
Dün Lütfi Kırdar'da Perakende Günleri etkinlikleri başladı. Anadolu salonunun balkonları ve merdivenleri dâhil tıklım tıklım doluydu…
İlk günün konuşmacıları hayli ilginçti ve büyük bir çoğunluk, tabii ki ABD'de yaşayan ve MIT hocası Profesör Daron Acemoğlu için gelmişti.
Ulusların Düşüşü adlı kendi kategorisinin en çok satan kitaplarından birinin yazarı olan Acemoğlu'nun anlattıkları içinde, kitabını ve bazı röportajlarını daha önceden okumuş ve de TED konferanslarını dinlemiş biri hiç de öyle sansasyonel şeyler bulamamış olabilir.
Ancak ben kendi adıma Türkiye analizini ilk kez dinledim ve son derece dikkat çekici buldum…
Acemoğlu kendi özgün kavramlarıyla kurum ve sistemleri kapsayıcı vedışlayıcı olarak ikiye ayırıyor. Ekonomik büyüme ve her türden üretimin teknoloji kullanımıyla verimli mi yoksa verimsiz mi olduğunun önemini vurguluyor…
Verdiği örnekler hayli çarpıcıydı: Bir yarısı Meksika'da diğer yarısı ABD'de kalan Nogales kentinin iki bölgesinin aralarındaki farkı anlattı. Kuzey ve Güney Kore'yi örnek verdi… Afrika, G. Amerika'dan örnekler sıraladı ve en önemlisi 'Kapsayıcı' sistemlerin belli bir süre içinde eğer gerekli yapısal değişikliklere ayak uydurmazlarsa 'Dışlayıcı' yapılara dönüşebileceklerinden ve bunun tersinin de söz konusu olabileceğinden söz etti. Dışlayıcı sistemlerin en tipik göstergelerinden biri olan Nepotizm'in (yakınların kayırılması) bir dönem Meksika'da nasıl etkin olduğunu örnekleriyle anlattı…
Bir süre önce yayınlanan bir makalesinde “ABD demokrasisi ölüyor”saptamasında bulunmuş olan Acemoğlu, Türkiye'nin Cumhuriyet ve müesseseleriyle birlikte 'kapsayıcı' bir sisteme geçtiğini, 2001-2006 arasında atılan adımların bu dönüşümü daha da hızlandırdığının belirtti… Acemoğlu, şu sıra kapsayıcı kurumların yıprandığı algısının egemen olduğu Türkiye'nin salonu dolduran genç girişimciler gibi güçlerle geleceği mutlaka doğru inşa edeceğine inandığını ifade etti…
Türkiye ekonomisinin en önemli sektörlerinden biri olan perakendenin ileri gelenleri bugün de önemli oturumlarda meselelerini tartışmayı sürdürecekler.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak istemeyen ekonomi aktörlerinin Soysal Danışmanlık'ın düzenlediği 16. Perakende Günleri'nde bilgi ve ilişki boyutunda mutlaka nasiplerini aramaları gerekir…
Yazının finalinde de demiştik ki:
“Fazıl Say'a üzülsek mi kızsak mı?.. Kiminle nerede hangi karede fotoğraf çektirdiğine iyice dikkat etmeli insan. O atasözünü unutmamakta her zaman yarar var: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” …
Rahmetli Halit Refiğ'in emaneti olarak her daim kendisine ihtimam göstermeye çalıştığım Prof. Gülper Refiğ'den o yazımın ardından gelen e-postayı sizlerin de okumasını istedim. Halit Bey üstadımın “sebeb-i saadetim” dediği sevgili Gülper, eşinin içtenlikle ve çok kullandığı 'çok yaşa!' ifadesini mektubunun başında geçirerek duygu ve düşüncelerini bilgisayara döküvermiş:
“Bu yurtdışı ödüller rezaletini hükümetin, Kültür Bakanlığı'nın anlaması için harika, usta işi bir uyarı yazısı. Türkiye'yi ne kadar kötülersen o kadar ödül… Bütün yerli sinema festivalleri de buna hizmet ediyor. Bu gerçeği bir türlü anlamıyorlar, gazetelerde çarşaf çarşaf 'ödül aldık' diye böbürleniyorlar. Asıl büyük savaş kültür alanında ve gençler kendi ülkelerine düşman olmaya yönlendiriliyor.
Bunu da büyük başarıyla gerçekleştiriyorlar. Beethoven azılı bir kilise karşıtıydı ve en büyük eseri 9. Senfoni'yi Türk Marşı'yla bitirdi (Şimdi ayıla bayıla söyledikleri Avrupa Birliği Marşı). Son bölüm mehter sazları ve ritmiyle tam bir Türk marşıdır. Bu temayı birçok eserinde kullanmıştır. Mozart gibi o da bizim insanlığımıza ve tasavvuf düşüncesine hayrandı. Ölürken başucunda Goethe'nin Doğu Batı Divanı duruyordu; yani İslam'a ve Peygamberine övgüler. Onun adına kilisede ödül verilmesi nasıl trajikomik bir tezattır ve Batı sahtekârlığıdır.”
Gülper Hanımın dediği gibi “Asıl büyük savaş kültür alanında”dır. Batı, bizim bu sütunlarda dilimize pelesenk ettiğimiz 'Yumuşak Güç'ten (ülkemizin yumuşak karnından) vuruyor. Kendisinin yeri geldiğinde yok saydığı insan haklarından; bizim “Sadece gazetecilik yaptığı için mahkûm olmuş tek bir medya mensubu yoktur” diye yırtınmamıza rağmen, Türkiye'de basın özgürlüğü bulunmadığından; terör örgütü PKK ile bağlantıları nedeniyle yasal takibata uğrayan milletvekillerini göstererek parlamenter demokrasinin zaafa uğramasından; sivil toplumun karar süreçlerine yeterince katılmadığından söz ederek 'soft' agresyonlarını devreye sokuyorlar…
Memleket sevgisini yüreğinde hâlâ hisseden, “güzel ve yalnız ülkem” diye hayıflanma yeteneğini kaybetmemiş, iyi eğitimli, çalışkan sanatçı gençleri bu büyük savaşta koruyup kollamalıyız. Çünkü yetenekli gençlerimiz, Batı'nın yaldızıyla parlatılmak, tüketim toplumunun içi boş vaatleriyle kafaları karıştırılmak ve ödüllerle kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmek istenmektedir.
Bu nedenledir ki, Can Dündar'a bir kez daha sahne verilerek Türkiye aleyhine konuşulacak platformlar oluşturulmasına Fazıl Say keşke alet olmasaydı, diye geçiyor içimizden…
Acemoğlu'ndan dünyayı okuma dersi
Dün Lütfi Kırdar'da Perakende Günleri etkinlikleri başladı. Anadolu salonunun balkonları ve merdivenleri dâhil tıklım tıklım doluydu…
İlk günün konuşmacıları hayli ilginçti ve büyük bir çoğunluk, tabii ki ABD'de yaşayan ve MIT hocası Profesör Daron Acemoğlu için gelmişti.
Ulusların Düşüşü adlı kendi kategorisinin en çok satan kitaplarından birinin yazarı olan Acemoğlu'nun anlattıkları içinde, kitabını ve bazı röportajlarını daha önceden okumuş ve de TED konferanslarını dinlemiş biri hiç de öyle sansasyonel şeyler bulamamış olabilir.
Ancak ben kendi adıma Türkiye analizini ilk kez dinledim ve son derece dikkat çekici buldum…
Acemoğlu kendi özgün kavramlarıyla kurum ve sistemleri kapsayıcı vedışlayıcı olarak ikiye ayırıyor. Ekonomik büyüme ve her türden üretimin teknoloji kullanımıyla verimli mi yoksa verimsiz mi olduğunun önemini vurguluyor…
Verdiği örnekler hayli çarpıcıydı: Bir yarısı Meksika'da diğer yarısı ABD'de kalan Nogales kentinin iki bölgesinin aralarındaki farkı anlattı. Kuzey ve Güney Kore'yi örnek verdi… Afrika, G. Amerika'dan örnekler sıraladı ve en önemlisi 'Kapsayıcı' sistemlerin belli bir süre içinde eğer gerekli yapısal değişikliklere ayak uydurmazlarsa 'Dışlayıcı' yapılara dönüşebileceklerinden ve bunun tersinin de söz konusu olabileceğinden söz etti. Dışlayıcı sistemlerin en tipik göstergelerinden biri olan Nepotizm'in (yakınların kayırılması) bir dönem Meksika'da nasıl etkin olduğunu örnekleriyle anlattı…
Bir süre önce yayınlanan bir makalesinde “ABD demokrasisi ölüyor”saptamasında bulunmuş olan Acemoğlu, Türkiye'nin Cumhuriyet ve müesseseleriyle birlikte 'kapsayıcı' bir sisteme geçtiğini, 2001-2006 arasında atılan adımların bu dönüşümü daha da hızlandırdığının belirtti… Acemoğlu, şu sıra kapsayıcı kurumların yıprandığı algısının egemen olduğu Türkiye'nin salonu dolduran genç girişimciler gibi güçlerle geleceği mutlaka doğru inşa edeceğine inandığını ifade etti…
Türkiye ekonomisinin en önemli sektörlerinden biri olan perakendenin ileri gelenleri bugün de önemli oturumlarda meselelerini tartışmayı sürdürecekler.
Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak istemeyen ekonomi aktörlerinin Soysal Danışmanlık'ın düzenlediği 16. Perakende Günleri'nde bilgi ve ilişki boyutunda mutlaka nasiplerini aramaları gerekir…