Atatürk reklamı sayesinde Türkçe öğreniyoruz
26 KASIM 2007
Hasbelkader Goethe Enstitüsü’nde ‘Yabancılar için Almanca Öğretmenliği’ sertifikası almış, sonra akşam kurslarında dört yıl kadar Almanca öğretmenliği yapmış, daha sonrasında da medyada muhabirlikten başlayarak çeşitli kademelerde bulunmuş biri olarak, dilin yapısı üzerine çok derinlikli olmasa da kafa patlatmışlığımız vardır… Bu yüzden kendimizi ‘racon’ kesmeye yetkin bulmasak da, kelam etme konusunda geri kalmayız…
Kelam etme hakkımızı hemen kullanalım: Atatürk – gül bahçesi – meraklı çocuk filminde Atatürk’ün Türkçesini eleştirenleri değil; Hıncal Uluç’u haklı buluyoruz. (Bkz. Uluç’un Cumartesi günkü yazısı)
Atatürk’ü ‘sen neymişsin be abi’ tadında bir yaklaşımla gösteren ve öyle anılmasını isteyen anlayışla hiçbir zaman mutabık olmamışımdır. Tarihin zaten yaptıklarıyla haklı olarak göklere çıkardığı, dünyanın önünde saygıyla eğildiği Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, hiç ihtiyacı olmadığı halde bir de 1.90 boyunda, davudî sesiyle durmadan yeni ‘aforizmalar’ dile getiren, kelamı kanun addedilen bir yarı tanrı olarak konumlandırıldığı, heykelleri ve resimleri Yunan mitolojisindeki tanrılardan daha çarpıcı bir anlayışla sunulduğu yaklaşımdan, her zaman uzak durmaya çalışmışımdır. Bence bu yaklaşımın bizatihi kendisi Atatürk’ü saygısızlıktır…
Ayrıca söz konusu olan bir belgesel değil, İş Bankası’nın reklam filmidir… Bu nedenle örneğin Türkçeyi Rumeli şivesiyle mi İstanbul lehçesiyle mi konuştuğu pek de önemli değildir. Gelelim reklam filminde ‘ne… ne…’ kalıbının kullanılmasına...
Matematikte en bilinen kuraldır. Eksi ile artıyı çarparsan sonuç eksi verir. Ancak, eksi ile eksi çarpılınca ortaya artı çıkar… Anglosakson ve Latin dillerinin sentaks’ında (cümle mimarisinde) bunun etkisi görülür. Bizim dilimizde ise durum hiç de öyle matematiksel bir yaklaşım arz etmez…
Bunu iletişim süreçlerindeki mesajlarda çok net görürüz. Örneğin, “Geri zekâlıysanız bu markayı almazsınız!” dersiniz. Ve insanlar o markayı almazlar…
Reklamda, itirazlar sonucu düzeltilmeden önce Atatürk şöyle diyordu: "Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olmayacak…" Bu Türkçenin gramer yapısı gereği yanlıştır. Evet! Ancak kullanım olarak doğrudur. Çünkü halk, Türkçeyi konuşup anlarken akademik olarak neyin doğru olduğuna bakmaz. Neyi, nasıl anladığına, anlatabildiğine bakar.
Bu şekilde kullanılması yanlış değildir; ancak Hıncal Ağabey’in dediği gibi şık ve anlaşılır olan şu şekilde kullanımıdır: “Ne eline batan diken umurunda olacak, ne de söylenenler…” Uluç’a eklenecek belki bir şey daha olabilir: Batı dillerinde yüklem başta, Türkçede ise sondadır. Bu ise her şeyi belirler… Uluslararası konferanslara gittiğinizde simultane çeviriyi biraz dinleyin. Özellikle Türkçeden İngilizceye yapılan çevirileri. Çok ilginçtir. Çevirmenin çeviriye başlamak için Türkçe cümlenin tamamen bitmesini beklemesi, salonda reaksiyonların da gecikmesine neden olur. Bu nedenle diğer diller için tereddütsüz geçerli olan (neither… nor –İngilizce; weder… noch – Almanca gibi) her kalıbı olduğu gibi bize uygulayamazsınız…
Ufo reklamları: Altı kaval üstü şişhane…
Son Ufo reklamı kafamı iyice karıştırdı. Hani beyaz eşya bayii olduğu anlaşılan hafif yollu ‘meczup’ bir adamın finalde kâbustan uyandığı zaman kucağında bulduğu kediyi fırlatıp attığı reklam. Neymiş? Farklı bir marka sattığı zaman başına gelecek şikâyetleri kâbus olarak rüyasında görüyormuş. Bir de cadı kılığında uçarak annesi giriyor rüyaya. Aman Allahım, bu kadar mı zıt duygular bir araya getirilir?..
Sanki diğer Ufo reklamlarını başka birileri yapmış. Ya da iki ayrı Ufo markası söz konusu. İki farklı değer önermesi.
Şöyle bir açıklama ortadaki karmaşayı kesmez: Biri infrared diğeri soba reklamı… Olmaz! Bir markanın pek çok ürünü olabilir. Ancak sadece bir tane değer önermesinin altı çizilir.
Havuç’un oynadığı (Karları ısıtarak güllerden yaptığı kalbi, sevgilisine gösteren delikanlı) reklam filmindeki değer önermesi, son derece naif, duygusal, sevecen, hoş bir ‘ses tonu’ üzerinde hareket ediyor.
Diğeri ise ‘makabır’ da denen ‘kara mizah’tan yola çıkıyor. Kara mizahın bile aydınlık yerleri vardır. Örneğin en azından finali… Bunda o da yok…
Ferit efendinin kediyi fırlatıp attığı sahne, insanların hayvan haklarını, savunmasız yaratıkların da canlılığın bir parçası olduğu meselesini dikkate aldıkları gelişmiş ülkelerden birinde TV’ye yansısaydı, yer yerinden oynardı. Marka ciddi bir kriz yaşardı… Bakalım bizde ne olacak?..
Lidere susmak yakışır!
Dün Akşam’ın eki Siesta’da bir Cem Yılmaz haberi vardı. Levent Kırca, İlyas Salman’dan sonra Erol Günaydın da usta komedyeni eleştirmiş: “Cem’in yaptığı, reklam yapıp, parasını almak” demiş.
“Cem Yılmaz, tüm bu eleştiriler karşısında suskunluğunu korumaya devam ediyor!” diye sürdürmüş Siesta… İşte bu lider tavrıdır. Bu durumlarda yani herhangi bir saldırı altında kalındığında ne yapılması gerektiğini soranların sayısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Lidersen görmezlikten gelirsin. Diğerleri konuştukça sana yazar… Reaktif (tepkili, savunmacı) tavır tehlikelidir. Ali Poyrazoğlu – Levent Kırca polemiğinde kimin haklı olduğunu kim hatırlıyor?.. İki testi birbirine çarpıyor; ikisi de çatlıyor… Hatırlanan bu… İki markadan güçlü olanın çatlağı biraz daha azdır belki; hepsi o…
Özetleyelim: Lidersen susacaksın; takipçi ya da taklitçiysen lidere saldıracaksın…
Kelam etme hakkımızı hemen kullanalım: Atatürk – gül bahçesi – meraklı çocuk filminde Atatürk’ün Türkçesini eleştirenleri değil; Hıncal Uluç’u haklı buluyoruz. (Bkz. Uluç’un Cumartesi günkü yazısı)
Atatürk’ü ‘sen neymişsin be abi’ tadında bir yaklaşımla gösteren ve öyle anılmasını isteyen anlayışla hiçbir zaman mutabık olmamışımdır. Tarihin zaten yaptıklarıyla haklı olarak göklere çıkardığı, dünyanın önünde saygıyla eğildiği Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın, hiç ihtiyacı olmadığı halde bir de 1.90 boyunda, davudî sesiyle durmadan yeni ‘aforizmalar’ dile getiren, kelamı kanun addedilen bir yarı tanrı olarak konumlandırıldığı, heykelleri ve resimleri Yunan mitolojisindeki tanrılardan daha çarpıcı bir anlayışla sunulduğu yaklaşımdan, her zaman uzak durmaya çalışmışımdır. Bence bu yaklaşımın bizatihi kendisi Atatürk’ü saygısızlıktır…
Ayrıca söz konusu olan bir belgesel değil, İş Bankası’nın reklam filmidir… Bu nedenle örneğin Türkçeyi Rumeli şivesiyle mi İstanbul lehçesiyle mi konuştuğu pek de önemli değildir. Gelelim reklam filminde ‘ne… ne…’ kalıbının kullanılmasına...
Matematikte en bilinen kuraldır. Eksi ile artıyı çarparsan sonuç eksi verir. Ancak, eksi ile eksi çarpılınca ortaya artı çıkar… Anglosakson ve Latin dillerinin sentaks’ında (cümle mimarisinde) bunun etkisi görülür. Bizim dilimizde ise durum hiç de öyle matematiksel bir yaklaşım arz etmez…
Bunu iletişim süreçlerindeki mesajlarda çok net görürüz. Örneğin, “Geri zekâlıysanız bu markayı almazsınız!” dersiniz. Ve insanlar o markayı almazlar…
Reklamda, itirazlar sonucu düzeltilmeden önce Atatürk şöyle diyordu: "Ne eline batan diken, ne de söylenenler umurunda olmayacak…" Bu Türkçenin gramer yapısı gereği yanlıştır. Evet! Ancak kullanım olarak doğrudur. Çünkü halk, Türkçeyi konuşup anlarken akademik olarak neyin doğru olduğuna bakmaz. Neyi, nasıl anladığına, anlatabildiğine bakar.
Bu şekilde kullanılması yanlış değildir; ancak Hıncal Ağabey’in dediği gibi şık ve anlaşılır olan şu şekilde kullanımıdır: “Ne eline batan diken umurunda olacak, ne de söylenenler…” Uluç’a eklenecek belki bir şey daha olabilir: Batı dillerinde yüklem başta, Türkçede ise sondadır. Bu ise her şeyi belirler… Uluslararası konferanslara gittiğinizde simultane çeviriyi biraz dinleyin. Özellikle Türkçeden İngilizceye yapılan çevirileri. Çok ilginçtir. Çevirmenin çeviriye başlamak için Türkçe cümlenin tamamen bitmesini beklemesi, salonda reaksiyonların da gecikmesine neden olur. Bu nedenle diğer diller için tereddütsüz geçerli olan (neither… nor –İngilizce; weder… noch – Almanca gibi) her kalıbı olduğu gibi bize uygulayamazsınız…
Ufo reklamları: Altı kaval üstü şişhane…
Son Ufo reklamı kafamı iyice karıştırdı. Hani beyaz eşya bayii olduğu anlaşılan hafif yollu ‘meczup’ bir adamın finalde kâbustan uyandığı zaman kucağında bulduğu kediyi fırlatıp attığı reklam. Neymiş? Farklı bir marka sattığı zaman başına gelecek şikâyetleri kâbus olarak rüyasında görüyormuş. Bir de cadı kılığında uçarak annesi giriyor rüyaya. Aman Allahım, bu kadar mı zıt duygular bir araya getirilir?..
Sanki diğer Ufo reklamlarını başka birileri yapmış. Ya da iki ayrı Ufo markası söz konusu. İki farklı değer önermesi.
Şöyle bir açıklama ortadaki karmaşayı kesmez: Biri infrared diğeri soba reklamı… Olmaz! Bir markanın pek çok ürünü olabilir. Ancak sadece bir tane değer önermesinin altı çizilir.
Havuç’un oynadığı (Karları ısıtarak güllerden yaptığı kalbi, sevgilisine gösteren delikanlı) reklam filmindeki değer önermesi, son derece naif, duygusal, sevecen, hoş bir ‘ses tonu’ üzerinde hareket ediyor.
Diğeri ise ‘makabır’ da denen ‘kara mizah’tan yola çıkıyor. Kara mizahın bile aydınlık yerleri vardır. Örneğin en azından finali… Bunda o da yok…
Ferit efendinin kediyi fırlatıp attığı sahne, insanların hayvan haklarını, savunmasız yaratıkların da canlılığın bir parçası olduğu meselesini dikkate aldıkları gelişmiş ülkelerden birinde TV’ye yansısaydı, yer yerinden oynardı. Marka ciddi bir kriz yaşardı… Bakalım bizde ne olacak?..
Lidere susmak yakışır!
Dün Akşam’ın eki Siesta’da bir Cem Yılmaz haberi vardı. Levent Kırca, İlyas Salman’dan sonra Erol Günaydın da usta komedyeni eleştirmiş: “Cem’in yaptığı, reklam yapıp, parasını almak” demiş.
“Cem Yılmaz, tüm bu eleştiriler karşısında suskunluğunu korumaya devam ediyor!” diye sürdürmüş Siesta… İşte bu lider tavrıdır. Bu durumlarda yani herhangi bir saldırı altında kalındığında ne yapılması gerektiğini soranların sayısı hiç de küçümsenecek gibi değil. Lidersen görmezlikten gelirsin. Diğerleri konuştukça sana yazar… Reaktif (tepkili, savunmacı) tavır tehlikelidir. Ali Poyrazoğlu – Levent Kırca polemiğinde kimin haklı olduğunu kim hatırlıyor?.. İki testi birbirine çarpıyor; ikisi de çatlıyor… Hatırlanan bu… İki markadan güçlü olanın çatlağı biraz daha azdır belki; hepsi o…
Özetleyelim: Lidersen susacaksın; takipçi ya da taklitçiysen lidere saldıracaksın…