Başarı için risk almak ve cesaret şart
01 Şubat 2018 - Marketing Türkiye
Uzun yıllar önce şu küreselleşme muhabbeti başladığında, global markaların amacı lokal reklam ve PR ajanslarına uygulama dışında hiçbir iş bırakmamaktı. Bunu böyle uygulayan bir iki arkaik uluslararası dinozor kalmışsa da görüşler zaman içinde bir hayli değişti.
Kendini ilk yenileyenlerden biri mesela Coca-Cola idi. ‘Think global act local’ numarasını kaldırıp bir kenara attılar ve aslanlar gibi cesaretlerini toplayıp ‘Think local act local’ ilkesiyle yollarına devam ettiler. Bulundukları ülkelerin ortak ruhî şekillenmesini önemsediler ve iletişim dillerini ona göre ayarladılar. Tabii ki merkezce belirlenmiş ‘iş hedeflerinden’ sapmadan…
Futbol Milli Takımımıza sponsor oluyorlar, ABD’nin simge markası olarak bilinmelerine rağmen “Kırmızı – Beyaz, En Büyük Türkiye” diye bağırıyorlardı. Hıristiyan Batı’da İslam düşmanlığı almış başını giderken, Türkiye’de her Ramazan ayında İslamî bir markaymış gibi iletişim yapıyorlardı…
Benzer bir yaklaşımı Lipton’un da sergilemekte olduğunu gözlemlemek mümkün. Uzun yıllar bir yerlerde üretilmiş ‘ecnebi’ reklam filmleriyle idare edip gelirken, biraz da Çaykur’un kendilerini zorlamasıyla, neredeyse Çaykur’dan daha fazla ‘milli ve yerli’ kesilip, iletişim dillerine ayar verdiler. Önceleri dünyanın çeşitli yerlerinden en iyi çayları bizim için derlediklerini söylerken, son zamanda birden Rizeli olup çıkıverdiler.
Tüketici bilinçlenmeye başlamıştı. Dünyanın her bir tarafında çay üretiminde zararlı organizmalara karşı zehir olarak ‘pestisit’ kullanılırken, bir tek Çaykur’un kullandığı Rize bölgesinde elde edilen çayda bir gram pestisit yoktu. Çünkü bitki örtüsü kışın kar altında kaldığı için zararlı organizmaya karşı koruyordu. İlaca gerek kalmıyordu. Çaykur da bu özelliğinin altını çiziyor, hem ürünlerini hem de paketleme tasarımlarını genç ve dinamik bir yaklaşımla yeniliyor, hak ettiği atılımı gerçekleştiriyordu…
Lipton’un Rizeli olma kararı, cesur bir davranıştı; tıpkı TV izleyicisine dakikalarca altı kaynayan demlik görüntüsü izleterek sohbetin önemini vurgulayan filmleri gibi…
İletişimde cesaret adına iki film de spor dünyamızdan geldi. Biri Beşiktaş’tan, diğeri Galatasaray’dan… Beşiktaş Hz. Mevlânâ’ya gönderme yapmış. Diyor ki: “Come. Come. Whoever you are.” (Gel. Gel. Ne olursan ol, gel). Herkes tarafından kolaylıkla anlaşılması pek güç olmasa da Beşiktaş neden İngilizce yapmış metinleri anlamak zor. Siyah beyazlı kardeşlerimiz hemen diyeceklerdir ki, “Beşiktaş Şampiyonlar liginde rekorlar kırarak yoluna devam ediyor. O nedenle söylemi de enternasyonal olmalı!”… Doğru… Ancak o zaman da uluslararası kanallar seçilmeliydi iletişim için…
Galatasaray’ınki de uzun metraj film tadında. Takımın lisede ilk kurulduğu günlere götürüyor seyirciyi. Ali Sami Yen’in formalar ve diğer ihtiyaçları karşılamak üzere para toplamak için okulda başlattığı ve öğrencilerin özveriyle katıldıkları günlere…
Aynı duyarlılığı bugün de taraftarından beklediğini çok güzel bir geçişle anlatmışlar…
Beşiktaş’ın filmini 2,5 milyona yakın insan izlemiş. Galatasaray daha sonra başlamış yayına. O da aynı rakamlara ulaşır herhalde. Ali Sami Yen bey filmde diyor ki, “Arkadaşlar biz bir Türk futbol takımı kurduk. Maksadımız Türk olmayan takımları yenmektir”…
Bugün Takımlarımızda Türk futbolcuların çok az sayıda temsil edildiğini görsek de, son günlerin etkili söylemiyle “Yerli ve Milli” damarı iyi yakalamışlar sanki.
Cesaretle risk almadan başarıya ulaşmak zor… Hele de iletişim işlerinde.
Her şey markaya toz kondurmamak için
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul'da evinde hayatını kaybeden eski Başbakanlarımızdan Mesut Yılmaz beyin, oğlu Yavuz Yılmaz'ın acı haberini uçakta öğrenmemesi için yolcuların internet bağlantısı kesilmişti.
THY’ye yakışan, son derece duyarlı bir davranış dili…
THY ikinci bir duyarlılık örneği daha sergilemiş ve bu olaydan dolayı yolculardan özür dileyerek kartlarına uçuş mili yüklemiş.
Bu THY markasına en ufak bir ‘halel’ gelmesine müsaade edilmeme stratejisinin bir parçasıdır. Çok basit bir hareketmiş gibi görünse de hayli önemlidir. Ben büyük markayım, ne istersem onu yaparım, yaklaşımını reddetmenin işaretidir. Yani büyüdükçe küçülmeyi kabullenmek…
Aynı tarihlerde bir de bunun tersine tanık olduk. Bir aile dostumuza kardeşi yılbaşında bir adet Arçelik marka TV hediye ediyor. Ancak TV bir türlü çalışmıyor. Arkadaşımız servisi arıyor. “Digitürk’tendir. Onlarla konuşun. Bizim mallar çıkarken en ince ayrıntısına kadar kontrol edilir” diyorlar.
Digiturk geliyor. Bütün kontroller yapılıyor. TV’den diyorlar. Yaşı hayli ilerlemiş olan büyüğümüz servisi tekrar arıyor. Haber çıkmıyor. Bunun üzerine Arçelik üst yönetiminden tanıdıklarına başvuruyor. Hemen ilgileniyorlar. Değiştirelim diyorlar. Bu arada bir hafta geçmiş oluyor. Ancak bu sefer başka bir sorun çıkıyor ortaya. Müşteri hizmetlerinden, “Biz size ancak bir üst modeli verebiliriz, onun için de 550 TL fark ödeyeceksiniz” diyorlar. Dostumuz, mağazaya gidip farkı ödüyor. Ama iş bitmiyor. Son nokta şu sözle konuyor: “Elimizde ürün yok. Bir hafta sonra teslim edebiliriz!”
Büyüğümüz, iki haftadır kendisine hediye edilmiş, ancak bozuk çıkmış, yenisi için kendisinden 550 TL fark alınmış televizyonuna, bu yazıyı kaleme aldığımız gün ve saat itibariyle hâlâ ulaşamamıştı…
Arçelik Türkiye’nin en önemli markalarından biridir. Ülkenin gurur kaynağıdır. Ürünleri kadar servisinin hizmeti ile de marka kimliğini pekiştirmiştir. İnovasyon denince de Arçelik akla gelir, en çok çalışılmak istenen yer deyince de…
Belki biraz da ulusal bir kıymetimiz olduğu ve ona toz kondurmak istemediğimiz için bu kadar titizleniyoruz. Eminiz Arçelikçiler de titizlenecek, bu tür güzellik hatalarının oluşmasına bile müsaade etmeyeceklerdir…
Kendini ilk yenileyenlerden biri mesela Coca-Cola idi. ‘Think global act local’ numarasını kaldırıp bir kenara attılar ve aslanlar gibi cesaretlerini toplayıp ‘Think local act local’ ilkesiyle yollarına devam ettiler. Bulundukları ülkelerin ortak ruhî şekillenmesini önemsediler ve iletişim dillerini ona göre ayarladılar. Tabii ki merkezce belirlenmiş ‘iş hedeflerinden’ sapmadan…
Futbol Milli Takımımıza sponsor oluyorlar, ABD’nin simge markası olarak bilinmelerine rağmen “Kırmızı – Beyaz, En Büyük Türkiye” diye bağırıyorlardı. Hıristiyan Batı’da İslam düşmanlığı almış başını giderken, Türkiye’de her Ramazan ayında İslamî bir markaymış gibi iletişim yapıyorlardı…
Benzer bir yaklaşımı Lipton’un da sergilemekte olduğunu gözlemlemek mümkün. Uzun yıllar bir yerlerde üretilmiş ‘ecnebi’ reklam filmleriyle idare edip gelirken, biraz da Çaykur’un kendilerini zorlamasıyla, neredeyse Çaykur’dan daha fazla ‘milli ve yerli’ kesilip, iletişim dillerine ayar verdiler. Önceleri dünyanın çeşitli yerlerinden en iyi çayları bizim için derlediklerini söylerken, son zamanda birden Rizeli olup çıkıverdiler.
Tüketici bilinçlenmeye başlamıştı. Dünyanın her bir tarafında çay üretiminde zararlı organizmalara karşı zehir olarak ‘pestisit’ kullanılırken, bir tek Çaykur’un kullandığı Rize bölgesinde elde edilen çayda bir gram pestisit yoktu. Çünkü bitki örtüsü kışın kar altında kaldığı için zararlı organizmaya karşı koruyordu. İlaca gerek kalmıyordu. Çaykur da bu özelliğinin altını çiziyor, hem ürünlerini hem de paketleme tasarımlarını genç ve dinamik bir yaklaşımla yeniliyor, hak ettiği atılımı gerçekleştiriyordu…
Lipton’un Rizeli olma kararı, cesur bir davranıştı; tıpkı TV izleyicisine dakikalarca altı kaynayan demlik görüntüsü izleterek sohbetin önemini vurgulayan filmleri gibi…
İletişimde cesaret adına iki film de spor dünyamızdan geldi. Biri Beşiktaş’tan, diğeri Galatasaray’dan… Beşiktaş Hz. Mevlânâ’ya gönderme yapmış. Diyor ki: “Come. Come. Whoever you are.” (Gel. Gel. Ne olursan ol, gel). Herkes tarafından kolaylıkla anlaşılması pek güç olmasa da Beşiktaş neden İngilizce yapmış metinleri anlamak zor. Siyah beyazlı kardeşlerimiz hemen diyeceklerdir ki, “Beşiktaş Şampiyonlar liginde rekorlar kırarak yoluna devam ediyor. O nedenle söylemi de enternasyonal olmalı!”… Doğru… Ancak o zaman da uluslararası kanallar seçilmeliydi iletişim için…
Galatasaray’ınki de uzun metraj film tadında. Takımın lisede ilk kurulduğu günlere götürüyor seyirciyi. Ali Sami Yen’in formalar ve diğer ihtiyaçları karşılamak üzere para toplamak için okulda başlattığı ve öğrencilerin özveriyle katıldıkları günlere…
Aynı duyarlılığı bugün de taraftarından beklediğini çok güzel bir geçişle anlatmışlar…
Beşiktaş’ın filmini 2,5 milyona yakın insan izlemiş. Galatasaray daha sonra başlamış yayına. O da aynı rakamlara ulaşır herhalde. Ali Sami Yen bey filmde diyor ki, “Arkadaşlar biz bir Türk futbol takımı kurduk. Maksadımız Türk olmayan takımları yenmektir”…
Bugün Takımlarımızda Türk futbolcuların çok az sayıda temsil edildiğini görsek de, son günlerin etkili söylemiyle “Yerli ve Milli” damarı iyi yakalamışlar sanki.
Cesaretle risk almadan başarıya ulaşmak zor… Hele de iletişim işlerinde.
Her şey markaya toz kondurmamak için
Geçtiğimiz haftalarda İstanbul'da evinde hayatını kaybeden eski Başbakanlarımızdan Mesut Yılmaz beyin, oğlu Yavuz Yılmaz'ın acı haberini uçakta öğrenmemesi için yolcuların internet bağlantısı kesilmişti.
THY’ye yakışan, son derece duyarlı bir davranış dili…
THY ikinci bir duyarlılık örneği daha sergilemiş ve bu olaydan dolayı yolculardan özür dileyerek kartlarına uçuş mili yüklemiş.
Bu THY markasına en ufak bir ‘halel’ gelmesine müsaade edilmeme stratejisinin bir parçasıdır. Çok basit bir hareketmiş gibi görünse de hayli önemlidir. Ben büyük markayım, ne istersem onu yaparım, yaklaşımını reddetmenin işaretidir. Yani büyüdükçe küçülmeyi kabullenmek…
Aynı tarihlerde bir de bunun tersine tanık olduk. Bir aile dostumuza kardeşi yılbaşında bir adet Arçelik marka TV hediye ediyor. Ancak TV bir türlü çalışmıyor. Arkadaşımız servisi arıyor. “Digitürk’tendir. Onlarla konuşun. Bizim mallar çıkarken en ince ayrıntısına kadar kontrol edilir” diyorlar.
Digiturk geliyor. Bütün kontroller yapılıyor. TV’den diyorlar. Yaşı hayli ilerlemiş olan büyüğümüz servisi tekrar arıyor. Haber çıkmıyor. Bunun üzerine Arçelik üst yönetiminden tanıdıklarına başvuruyor. Hemen ilgileniyorlar. Değiştirelim diyorlar. Bu arada bir hafta geçmiş oluyor. Ancak bu sefer başka bir sorun çıkıyor ortaya. Müşteri hizmetlerinden, “Biz size ancak bir üst modeli verebiliriz, onun için de 550 TL fark ödeyeceksiniz” diyorlar. Dostumuz, mağazaya gidip farkı ödüyor. Ama iş bitmiyor. Son nokta şu sözle konuyor: “Elimizde ürün yok. Bir hafta sonra teslim edebiliriz!”
Büyüğümüz, iki haftadır kendisine hediye edilmiş, ancak bozuk çıkmış, yenisi için kendisinden 550 TL fark alınmış televizyonuna, bu yazıyı kaleme aldığımız gün ve saat itibariyle hâlâ ulaşamamıştı…
Arçelik Türkiye’nin en önemli markalarından biridir. Ülkenin gurur kaynağıdır. Ürünleri kadar servisinin hizmeti ile de marka kimliğini pekiştirmiştir. İnovasyon denince de Arçelik akla gelir, en çok çalışılmak istenen yer deyince de…
Belki biraz da ulusal bir kıymetimiz olduğu ve ona toz kondurmak istemediğimiz için bu kadar titizleniyoruz. Eminiz Arçelikçiler de titizlenecek, bu tür güzellik hatalarının oluşmasına bile müsaade etmeyeceklerdir…