Başbakan iletişimi sadece Allah’a bırakılabilir mi?
17 AĞUSTOS 2003
Bu sayfada zaman zaman, AK Parti’nin özellikle de Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın iletişimi gerektiği gibi yönetemedikleri konusuna değinmişimdir.
AK Parti iletişim sorumluluğunu üstlenen yöneticilerinden Başkan Yardımcısı Murat Mercan hafta içinde beni aydınlatmak için aradı. Uzun bir telefon konuşmasında hangi hususlarda anlaşabildiğimizi, hangi hususlarda da kesinlikle anlaşamadığımızı net olarak belirledik.
Anlaştığımız hususlar genellikle iktidar olmadan önceki döneme aitti: “Parti, kuruluşundan sonra konvansiyonel olmayan yöntemlerle iletişimi yürüttük. Stratejinin merkezinde R. Tayyip Erdoğan vardı. Halkın gözünde bir simge idi o… Halkın ona biçtiği değerler, Partiyi iktidara taşıyacaktı. Gazete ve TV kullanılmadı. Billboard ve el ilanları tercih edildi. Mesleki sektör bazında yayılma yoluna gidildi. Teşkilat ve hanım kolları aktif olarak çalıştırıldı. Kilit mesaj ise “Dürüstlük” idi.
R. Tayyip Erdoğan’ın şu özellikleri bize büyük güç verdi: Halka yakın olmak, halkla yüzyüze temas kurmak, olduğu gibi görünmek. Bir imajın peşinden gitmemek ve en önemlisi yalınlık! Sayın Başkan’ın başarısını sadece içine düştüğü mağduriyet durumuna bağlamak yanlış.
İletişim süreçlerimizde eleştirmemiz gerekirse tek husus, bilgilendirme eksikliğimiz, diyebilirim. Bunu da aşacağız. Bir dergimiz var. Bilgiyi teşkilatın her köşesine yayıyoruz. Mahalle mahalle, köy köy… Ulusal medyadan çok daha etkili…”
Bu tespitlerin tamamıyla mutabıkım. Gelelim konuşmamızın hemfikir olmadığımız kısmına:
Murat Mercan Sayın Başbakan’ın iletişiminin profesyonelce yönetilmesine inanmıyor. Herhalde Sayın Erdoğan da inanmıyor. Başbakanın durumunu tespit ederken “Allah vergisi bir iletişim yeteneği var” diyor Mercan, “Tabii ki istişare ediyor. Ama sonra bildiği gibi yürütüyor iletişimini. Kimse de karışamıyor sonrasına. Kendi doğal öğrenme süreci içinde iletişimini kendi kendisine geliştiriyor. Onun iletişimini planlamaya kalkmak ters bile tepebilir. Kaotik gibi görünen durumlardan aslında bir ‘iletişim harikası’ doğuyor. Sonuçlar doğru yolda olduğumuzu gösteriyor”…
İşte temel yanılgı da bu noktada oluşuyor. Karizmatik ‘doğal’ liderlik mi, bilgiye, ‘bilgeliğe’ dayalı ‘profesyonel’ liderlik mi?.. Bu tartışma dünyada çoktan bitti. Karizmatik liderlik, feodalite ve sanayi toplumunun ilk evresindeki liderlik iletişimi yaklaşımı olarak tarihte yerini aldı… İletişimi profesyonelce yönetme refleksi, işler iyi giderken değil, işler tersine döndüğünde işe yarar. İyi şoför trafiğin kritik noktalarında, tehlike anında belli olur; otobanda dümdüz giderken değil… İlişki kurmada ‘Allah vergisi’ yetenek tabii ki iyi bir şey. Gerekli de… Ama yeterli değil… Mercan ve arkadaşları ‘ilişki’ ile ‘iletişim’ arasındaki farkın üzerinde biraz daha dursalar iyi ederler. İletişimi profesyonelce yönetmezseniz, sorunlu dönemlerden geçerken yıpranır, zorlanırsınız. O meşhur ‘Tayyip Erdoğan şansı’ eğer sürekli işleyen bir ‘Allah vergisi’ değilse, iletişim işlerini Allah’a havale etmek, son anda “Haydi şu iletişimi bir planlayalım” demek, bir işe yaramayabilir.
“Ben homoseksüel değilim!”
Perşembe günkü Sabah’da, manşetin hemen yanında bir Özcan Deniz açıklaması vardı: “İstikrarlı bir ilişkim yok diye gay dediler”. Yazının devamında Özcan Deniz, Tarkan’la birlikte olduğuna dair dedikodular hatırlatıldığında, “Evet, ben de duydum” diyordu…
Bu haber beni eskilere götürdü. 12 Eylül darbesi sonrasına… İhtilal lideri Org. Kenan Evren’in meydanlarda yaptığı konuşmalara…
Evren cebinden bir kağıt çıkarır. “Bakın bana bir faks göndermişler!” derdi. Sonra da, dönemin üye sayısı üç haneli rakamları geçmeyen, kamu oyuna ulaşma şansı bulunmayan sol fraksiyonlarının bildirilerini tek kanallı devlet televizyonundan bütün millete okurdu…
Okuduktan sonra kendince yanıtlar üretirdi ama, bildirinin özü de hedef kitlesine ulaşmış olurdu.
Bir de şu “Kamu oyuna duyuru!” ilanları var… “Biz bir şey yapmadık, bizim suçumuz yok!”, “Herhangi bir yolsuzluğumuz olmamıştır” türünden…
Kendinizi, durduk yerde konuyla daha önce hiç ilgili olmayanların da ilgi odağı haline getirmeniz işten bile değildir.
Seminerlerde bu tür ilanları eleştirirken, biraz da abartarak katılımcılara “Günün birinde biri kalkıp ben homoseksüel değilim, diye kamuoyuna açıklama yapsa … Ne düşünürsünüz?” diye sorarım… Cevap tahmin ettiğiniz gibi gelir her seferinde…
Ya… İşte bunlar geçti aklımdan, Özcan Deniz’in röportajını okurken…
Mado’dan öğrenecek çok şey var Yine bir Bozcaada hikayesi. Ama bu kez benden değil ve Bozcaada ile doğrudan ilgili değil...
Kurum yayıncılığı uzmanı arkadışımız Arın Dörtok Hanım, ilginç bir alış veriş hikayesi anlattı. Ben de “Yazın bana gönderin!” dedim... Aynen aşağıya alıyorum:
“Bozcaada 2500 nüfuslu bir yerleşim birimi... Ada’da bu sene Mado açılmış. Biz de uğramadan edemedik. Küçüklüğümden beri limonlu dondurmaya bayılırım. Taze limonun lezzetini ve kokusunu özler hale gelmiştim son yıllarda. Limon suyu çıktı ya, mertlik de bozuldu. ‘Limon gerçek mi?’ diye sordum. Mado’nun güleryüzlü elemanlarının cevapları hazırdı: ‘Bizim hiçbir ürünümüzde katkı maddesi bulunmaz, hepsi gerçek meyveden üretilmektedir.’
Mado’nun Türkiye’de 150’ye yakın şubesinin olduğunu; Amerika, İngiltere ve İtalya ile de görüşmelerin sürdüğünü. İtalya’da da Roma dondurmasına rakip olmayı hedeflediklerini, onlardan öğrendik. Mado’nun elemanları, gerçek birer marka elçisi halinde çalışıyorlardı. Başta Mado yöneticilerini bu iklimi yarattıkları, Mado elemanlarını da bunu son derece ince ve nazik bir şekilde müşterilerine yansıttıkları için kutlamak gerek. Artık ben de bir Mado elçisiyim...”
Basit gibi gözüken bu olay, aslında bir kuruluşta iletişimin nereden başlaması gerektiğine en güzel örnek. Tersi örnekler de bol miktarda vardır. Şirketteki elektronik cihazlardan birini tamire gelen resmi servis elemanına sormuştum: “Nasıldır bu aletler?” Adam hiç düşünmeden cevap vermişti: “Bıktık beyefendi. Bunlar durmadan arızaya geçer. Siz iyisi mi, falanca markayı tercih edin bir dahaki sefere. Onların ürünleri daha sağlam ve güvenli!” ...
Belli ki Mado, itibarı artırmanın en ucuz, en etkili yolunun çalışanlarını eğitmekten, onlarla bütünleşmekten ve onları birer elçi haline getirmekten geçtiğini iyi biliyor.
Herkes bilir ki, en etkili iletişim yüz yüze olanıdır. Yine araştırmalar gösterir ki, tüm satın alma kararlarında o kurumun çalışanlarının fikirleri en etkili faktördür.
Seri ilanlarda saflar için tuzak!
Arkadaşları 1 Nisan günü iletişimci arkadaşımız Ufuk Çarşıbaşı’na şaka yapmışlar. Bir gazetenin seri ilan sayfasına ilan vermişler: “Cihangir’de deniz manzaralı, üç oda bir salon, 100 milyona!” İlanın altına da Ufuk’un cep telefonunu eklemişler...
Bizim milletin çocuksu saflığını anlamak için, uzun boylu psiko-sosyolojik araştırmalara gerek yok. Kanal 7’deki Şakacı programını izlemek yeter... 100 milyonu duyan tabii ki sarılmış telefona. Perişan olmuş bizim arkadaş...
Şimdilerde bu iletişim sırnaşıklığı şirketler bazına da kaymaya başladı. Örneğin, rakip şirketin adını verin. Ürünlerinin defolu çıktığını söyleyin. Satılmış malları geri alıp yenisini vereceklerini, üstüne de insanlar üzülmesin diye 100 milyon ödeyeceklerini belirtin. Altına o firmanın telefon numaralarını yazın. Bu ilanı hazırlayıp bir seri ilan ajansı vasıtasıyla yollayın gazeteye... Üç kuruş beş paraya o firmayı iletişim kaosu içine sokmanız işten bile değil...
Bu abuk duruma bir son vermek isteyen Sabah gazetesi bundan böyle seri ilanları verenlerin kim olduğunu tespit ettikten sonra ilanları yayınlamaya ve gelen ilanları daha sıkı kontrolden geçirmeye karar vermiş. Bütün diğer gazeteleri de bu uygulamaya katılmaya çağırmış.
Ben de okurları uyarmak istedim. Taksim’den salatalığı gösterdiler mi, Kadıköy’den tuzluğu alıp koşmanın alemi var mı? Hani, çılgınca gerçek dışı faiz veren finans kuruluşlarına balıklama atlayıp, sonra “Yandım!” diye feryat edenler gibi seri ilan sayfalarında gördüğünüz her acaip ilanın peşinden koşmak akıl işi mi Allah aşkına?..
Kısa kısa... Kısa kısa...
· Alem dergisi caz konserleri düzenliyormuş: "Alem Caz Parkı"... Herhalde iyi düşünülmüş bir PR faaliyetidir. Hani bu tür etkinliklerde konu, hedef kitlenin çok dışına düşerse, istenen algılama olusturulamaz ya... Bildiğimiz kadarıyla caz, belli bir entelektüel algılama zemini üstüne oturan bir müzik türü. Sevdalıları da ona göre... Bakarsınız yanılmışız.... Bütün Alemciler orada...
· Diyanet İşleri Başkanlığı olaya el atmış. Futbol sahalarında bundan böyle küfür oranı azalacak mı göreceğiz. Ama bundan daha muhteşem bir iletişim kanalı olabilir mi? En etkili iletişim, yüz yüze olanıdır. Fakat aynı anda geniş kitlelere yüz yüze ulaşılamayacağı için, medya kullanılır. Oysa Diyanet'in elinde on binlerce imam ve on binlerce camii... Milyonlara aynı gün, aynı saatte aynı mesajı iletmek... Hem de yüz yüze... Bir iletişimci için ulaşılamaz düş sanki... Eylülde "Söz söylemenin sorumluluğu" adlı hutbeyi ve sonuçlarını merakla bekliyorum... Tabiî hükümet ve diğer devlet kuruluşlarının bu etkili iletişim kanalını ilerde nasıl kullanacaklarını da...
AK Parti iletişim sorumluluğunu üstlenen yöneticilerinden Başkan Yardımcısı Murat Mercan hafta içinde beni aydınlatmak için aradı. Uzun bir telefon konuşmasında hangi hususlarda anlaşabildiğimizi, hangi hususlarda da kesinlikle anlaşamadığımızı net olarak belirledik.
Anlaştığımız hususlar genellikle iktidar olmadan önceki döneme aitti: “Parti, kuruluşundan sonra konvansiyonel olmayan yöntemlerle iletişimi yürüttük. Stratejinin merkezinde R. Tayyip Erdoğan vardı. Halkın gözünde bir simge idi o… Halkın ona biçtiği değerler, Partiyi iktidara taşıyacaktı. Gazete ve TV kullanılmadı. Billboard ve el ilanları tercih edildi. Mesleki sektör bazında yayılma yoluna gidildi. Teşkilat ve hanım kolları aktif olarak çalıştırıldı. Kilit mesaj ise “Dürüstlük” idi.
R. Tayyip Erdoğan’ın şu özellikleri bize büyük güç verdi: Halka yakın olmak, halkla yüzyüze temas kurmak, olduğu gibi görünmek. Bir imajın peşinden gitmemek ve en önemlisi yalınlık! Sayın Başkan’ın başarısını sadece içine düştüğü mağduriyet durumuna bağlamak yanlış.
İletişim süreçlerimizde eleştirmemiz gerekirse tek husus, bilgilendirme eksikliğimiz, diyebilirim. Bunu da aşacağız. Bir dergimiz var. Bilgiyi teşkilatın her köşesine yayıyoruz. Mahalle mahalle, köy köy… Ulusal medyadan çok daha etkili…”
Bu tespitlerin tamamıyla mutabıkım. Gelelim konuşmamızın hemfikir olmadığımız kısmına:
Murat Mercan Sayın Başbakan’ın iletişiminin profesyonelce yönetilmesine inanmıyor. Herhalde Sayın Erdoğan da inanmıyor. Başbakanın durumunu tespit ederken “Allah vergisi bir iletişim yeteneği var” diyor Mercan, “Tabii ki istişare ediyor. Ama sonra bildiği gibi yürütüyor iletişimini. Kimse de karışamıyor sonrasına. Kendi doğal öğrenme süreci içinde iletişimini kendi kendisine geliştiriyor. Onun iletişimini planlamaya kalkmak ters bile tepebilir. Kaotik gibi görünen durumlardan aslında bir ‘iletişim harikası’ doğuyor. Sonuçlar doğru yolda olduğumuzu gösteriyor”…
İşte temel yanılgı da bu noktada oluşuyor. Karizmatik ‘doğal’ liderlik mi, bilgiye, ‘bilgeliğe’ dayalı ‘profesyonel’ liderlik mi?.. Bu tartışma dünyada çoktan bitti. Karizmatik liderlik, feodalite ve sanayi toplumunun ilk evresindeki liderlik iletişimi yaklaşımı olarak tarihte yerini aldı… İletişimi profesyonelce yönetme refleksi, işler iyi giderken değil, işler tersine döndüğünde işe yarar. İyi şoför trafiğin kritik noktalarında, tehlike anında belli olur; otobanda dümdüz giderken değil… İlişki kurmada ‘Allah vergisi’ yetenek tabii ki iyi bir şey. Gerekli de… Ama yeterli değil… Mercan ve arkadaşları ‘ilişki’ ile ‘iletişim’ arasındaki farkın üzerinde biraz daha dursalar iyi ederler. İletişimi profesyonelce yönetmezseniz, sorunlu dönemlerden geçerken yıpranır, zorlanırsınız. O meşhur ‘Tayyip Erdoğan şansı’ eğer sürekli işleyen bir ‘Allah vergisi’ değilse, iletişim işlerini Allah’a havale etmek, son anda “Haydi şu iletişimi bir planlayalım” demek, bir işe yaramayabilir.
“Ben homoseksüel değilim!”
Perşembe günkü Sabah’da, manşetin hemen yanında bir Özcan Deniz açıklaması vardı: “İstikrarlı bir ilişkim yok diye gay dediler”. Yazının devamında Özcan Deniz, Tarkan’la birlikte olduğuna dair dedikodular hatırlatıldığında, “Evet, ben de duydum” diyordu…
Bu haber beni eskilere götürdü. 12 Eylül darbesi sonrasına… İhtilal lideri Org. Kenan Evren’in meydanlarda yaptığı konuşmalara…
Evren cebinden bir kağıt çıkarır. “Bakın bana bir faks göndermişler!” derdi. Sonra da, dönemin üye sayısı üç haneli rakamları geçmeyen, kamu oyuna ulaşma şansı bulunmayan sol fraksiyonlarının bildirilerini tek kanallı devlet televizyonundan bütün millete okurdu…
Okuduktan sonra kendince yanıtlar üretirdi ama, bildirinin özü de hedef kitlesine ulaşmış olurdu.
Bir de şu “Kamu oyuna duyuru!” ilanları var… “Biz bir şey yapmadık, bizim suçumuz yok!”, “Herhangi bir yolsuzluğumuz olmamıştır” türünden…
Kendinizi, durduk yerde konuyla daha önce hiç ilgili olmayanların da ilgi odağı haline getirmeniz işten bile değildir.
Seminerlerde bu tür ilanları eleştirirken, biraz da abartarak katılımcılara “Günün birinde biri kalkıp ben homoseksüel değilim, diye kamuoyuna açıklama yapsa … Ne düşünürsünüz?” diye sorarım… Cevap tahmin ettiğiniz gibi gelir her seferinde…
Ya… İşte bunlar geçti aklımdan, Özcan Deniz’in röportajını okurken…
Mado’dan öğrenecek çok şey var Yine bir Bozcaada hikayesi. Ama bu kez benden değil ve Bozcaada ile doğrudan ilgili değil...
Kurum yayıncılığı uzmanı arkadışımız Arın Dörtok Hanım, ilginç bir alış veriş hikayesi anlattı. Ben de “Yazın bana gönderin!” dedim... Aynen aşağıya alıyorum:
“Bozcaada 2500 nüfuslu bir yerleşim birimi... Ada’da bu sene Mado açılmış. Biz de uğramadan edemedik. Küçüklüğümden beri limonlu dondurmaya bayılırım. Taze limonun lezzetini ve kokusunu özler hale gelmiştim son yıllarda. Limon suyu çıktı ya, mertlik de bozuldu. ‘Limon gerçek mi?’ diye sordum. Mado’nun güleryüzlü elemanlarının cevapları hazırdı: ‘Bizim hiçbir ürünümüzde katkı maddesi bulunmaz, hepsi gerçek meyveden üretilmektedir.’
Mado’nun Türkiye’de 150’ye yakın şubesinin olduğunu; Amerika, İngiltere ve İtalya ile de görüşmelerin sürdüğünü. İtalya’da da Roma dondurmasına rakip olmayı hedeflediklerini, onlardan öğrendik. Mado’nun elemanları, gerçek birer marka elçisi halinde çalışıyorlardı. Başta Mado yöneticilerini bu iklimi yarattıkları, Mado elemanlarını da bunu son derece ince ve nazik bir şekilde müşterilerine yansıttıkları için kutlamak gerek. Artık ben de bir Mado elçisiyim...”
Basit gibi gözüken bu olay, aslında bir kuruluşta iletişimin nereden başlaması gerektiğine en güzel örnek. Tersi örnekler de bol miktarda vardır. Şirketteki elektronik cihazlardan birini tamire gelen resmi servis elemanına sormuştum: “Nasıldır bu aletler?” Adam hiç düşünmeden cevap vermişti: “Bıktık beyefendi. Bunlar durmadan arızaya geçer. Siz iyisi mi, falanca markayı tercih edin bir dahaki sefere. Onların ürünleri daha sağlam ve güvenli!” ...
Belli ki Mado, itibarı artırmanın en ucuz, en etkili yolunun çalışanlarını eğitmekten, onlarla bütünleşmekten ve onları birer elçi haline getirmekten geçtiğini iyi biliyor.
Herkes bilir ki, en etkili iletişim yüz yüze olanıdır. Yine araştırmalar gösterir ki, tüm satın alma kararlarında o kurumun çalışanlarının fikirleri en etkili faktördür.
Seri ilanlarda saflar için tuzak!
Arkadaşları 1 Nisan günü iletişimci arkadaşımız Ufuk Çarşıbaşı’na şaka yapmışlar. Bir gazetenin seri ilan sayfasına ilan vermişler: “Cihangir’de deniz manzaralı, üç oda bir salon, 100 milyona!” İlanın altına da Ufuk’un cep telefonunu eklemişler...
Bizim milletin çocuksu saflığını anlamak için, uzun boylu psiko-sosyolojik araştırmalara gerek yok. Kanal 7’deki Şakacı programını izlemek yeter... 100 milyonu duyan tabii ki sarılmış telefona. Perişan olmuş bizim arkadaş...
Şimdilerde bu iletişim sırnaşıklığı şirketler bazına da kaymaya başladı. Örneğin, rakip şirketin adını verin. Ürünlerinin defolu çıktığını söyleyin. Satılmış malları geri alıp yenisini vereceklerini, üstüne de insanlar üzülmesin diye 100 milyon ödeyeceklerini belirtin. Altına o firmanın telefon numaralarını yazın. Bu ilanı hazırlayıp bir seri ilan ajansı vasıtasıyla yollayın gazeteye... Üç kuruş beş paraya o firmayı iletişim kaosu içine sokmanız işten bile değil...
Bu abuk duruma bir son vermek isteyen Sabah gazetesi bundan böyle seri ilanları verenlerin kim olduğunu tespit ettikten sonra ilanları yayınlamaya ve gelen ilanları daha sıkı kontrolden geçirmeye karar vermiş. Bütün diğer gazeteleri de bu uygulamaya katılmaya çağırmış.
Ben de okurları uyarmak istedim. Taksim’den salatalığı gösterdiler mi, Kadıköy’den tuzluğu alıp koşmanın alemi var mı? Hani, çılgınca gerçek dışı faiz veren finans kuruluşlarına balıklama atlayıp, sonra “Yandım!” diye feryat edenler gibi seri ilan sayfalarında gördüğünüz her acaip ilanın peşinden koşmak akıl işi mi Allah aşkına?..
Kısa kısa... Kısa kısa...
· Alem dergisi caz konserleri düzenliyormuş: "Alem Caz Parkı"... Herhalde iyi düşünülmüş bir PR faaliyetidir. Hani bu tür etkinliklerde konu, hedef kitlenin çok dışına düşerse, istenen algılama olusturulamaz ya... Bildiğimiz kadarıyla caz, belli bir entelektüel algılama zemini üstüne oturan bir müzik türü. Sevdalıları da ona göre... Bakarsınız yanılmışız.... Bütün Alemciler orada...
· Diyanet İşleri Başkanlığı olaya el atmış. Futbol sahalarında bundan böyle küfür oranı azalacak mı göreceğiz. Ama bundan daha muhteşem bir iletişim kanalı olabilir mi? En etkili iletişim, yüz yüze olanıdır. Fakat aynı anda geniş kitlelere yüz yüze ulaşılamayacağı için, medya kullanılır. Oysa Diyanet'in elinde on binlerce imam ve on binlerce camii... Milyonlara aynı gün, aynı saatte aynı mesajı iletmek... Hem de yüz yüze... Bir iletişimci için ulaşılamaz düş sanki... Eylülde "Söz söylemenin sorumluluğu" adlı hutbeyi ve sonuçlarını merakla bekliyorum... Tabiî hükümet ve diğer devlet kuruluşlarının bu etkili iletişim kanalını ilerde nasıl kullanacaklarını da...