Başbakanımıza afiyet olsun
16 EKİM 2005
Zamanın Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral Çernobil faciası sonrası lıkır lıkır Karadeniz çayını içmiş, “Bunda hiçbir şey yok!” demişti...
Yıllar sonra Karadeniz’in o bölgesinde kanser vakalarında şiddetli bir artış gözlemlenmeseydi, Başbakan Tayyip Erdoğan “Bunda bir şey yok!” diye tavuk yediğinde, bir de üstelik bizim gazetenin muhabiri Ali Ekeyılmaz’a yedirdiğinde bir anlamı olurdu. Ya da tavuk krizi doğru dürüst yönetilseydi, Sayın Başbakan’ın bu jesti işin tamamlayıcısı olarak ciddi bir etki yaratabilirdi... Başbakan çok iyi niyetli. Ne yapsın? Elinden gelen bu... Bir şeyler yapması gereken, kriz iletişimini adam gibi yönetmesi ve bu krizden en çok etkilenen kesim. Yani tavukçular.
Ayrıca tavukçuların bu seferki krizi Erman Toroğlu yüzünden yaşadıklarına da benzemiyor. Çünkü bu kez tartışılan ‘keyfe keder’ hormon meselesi değil. Ölüm kalım meselesi haline getirilmiş bir algılama var ortada. İşte bu algılamayı da, “Benim tesislerime virüs giremez” muhabbeti ile yönetemezsiniz. Bu bir. İkincisi, bu kez konu sadece sektörü değil Türkiye markasının tamamını tehdit ediyor. Futbol Federasyonu Başkanı Dr. Levent Bıçakçı, bizim Özlem Gürses ile sunduğumuz Habertürk’deki programda – bugün tekrarını 11.30’da izleyebilirsiniz- dedi ki: “Bu kriz 2012 Avrupa Futbol Şampiyonasının Türkiye’ye verilme kararını olumsuz yönde etkileyebilir” İş ciddi... “Panik yapmayın!” açıklamalarıyla yönetilemeyecek kadar ciddi. Belki gerçek durum o kadar vahim değil. Ama algılama vahim. Çökmekte olan sadece tavuk sektörü değil. Çevresindeki tüm sektörler halka halka tehdit altında. Bu “Panik yapmayın!” konusuna da bayılırım. Tam tersi etki yapar. İnsana “Ağlama!” dersen nasıl daha çok ağlarsa; insanları paniğe sevk etmenin en akıllı yolu onlara “Panik yapmayın!” demektir... “Demek ki, paniklik bir durum varmış...” diye düşünür insan...
Pekiyi ne yapmak lazım? Kitapta ne yazıyorsa onu yapmak lazım. Haydi benim “Algılama Yönetimi” kitabını ‘kalın’ buldunuz; alın Salim Kadıbeşegil’in “Kriz geliyorum der” adlı kitabını. Orada ne yapmanız gerektiği yazıyor. Hem de yemek tarifi yalınlığında. Satır satır uygulayın. İşe yaradığı hemen görülecektir.
Önce hemen şu tekil çıkışları durdurmak gerek. “Bende virüs yok, benim kuşumun eti yenir” çalışmaz... Bu kez kriz masasında tavukçuların yanında, ilgili bakanlıkların, turizmcilerin, medyanın, akademi dünyasının, ilgili STK’ların da oturması şart. Sonra ellerin ciddi bir şekilde cebe gidip iletişim için bir fon oluşturulması gerek. İletişimin yurt dışı ayağını yönetecek profesyonel destek alınması da ihmal edilmemeli. Tek bir sözcü, her gün tüm gelişmeleri, tüm detayı ile Türkiye ve dünya kamu oyuna anlatmalı. Geniş bir bilgilendirme kampanyası başlatılmalı. Virüsle ilgili açıklamaların AB’den gelmesi beklenmemeli. Ve sonunda dünya aleme, “Helal olsun Türkiye’ye; bu krizi çok iyi yönetti” dedirtmeli...
Belki bu bilimsel ve etkili çalışmadan ‘iletişim krizi müptelası’ haline gelmiş olan Kültür ve Turizm Bakanımız Atilla Koç da kendisine ip uçları çıkarabilir... Kim bilir...
Tek sorumlu: Reklam veren
Yeni TV sezonu başladı ya... TV’lerdeki dizi savaşlarıyla birlikte eleştiri bombardımanı da başladı. Eleştirilerin özünü yine aynı yaklaşım oluşturuyor. Bu dizilerin popülizm ve rating adına şiddet içerdikleri, değer sistemimizi kökünden salladıkları iddia ediliyor. İşi, yayıncıların sorumluluk bilinciyle bu programları yayından kaldırmalarını önermeye, hatta “Nerede RTÜK? Bunlara sansür uygulasın” demeye vardıranların sayısı da az değil.
Tek partili yasakçı dönemlerin anlayışı, daha uzun süre toplumsal gelişimin önünü tıkamaya devam edecek herhalde. Kafamız sıkışınca, “Devlet nerede?” diye çırpınmaya devam. Deprem sigortası yaptırma oranımız %20 imiş. %80’nimiz, evlerimizin sorumluluğunun devlete ait olduğunu düşünüyor... Dizilerimizin sorumlusu da devlet.
Oysa bu işin bir tek sorumlusu ve yön vereni var: Reklam veren... TV’lerin tek gelir kaynağı reklamlar. Dost ahbap çevresinde bu dizileri aşağılayıp eleştiren reklam verenler, halkı olumsuz yönde etkilediğini düşündükleri bu dizi ve programlara reklam vermezler; olur biter. Bakın nasıl kalkıyor o diziler yayından. Liberalizmde toplum dinamiği böyle çalışır. Yasakla, şiddet uygulayarak değil...
Yolsuzluk endeksi açıklanıyor
Gazeteye gelen yüzlerce e-postanın içinden bir tanesi birden beni pek bir heyecanlandırdı. ‘Gönderen’ bölümünde şöyle yazıyordu: Saydamlık!
“Vay canına” dedim, “Benim için bir fan kulübü kurmuşlar. Bir de web sitesi açmışlar. Helal olsun çocuklara...” E-postayı açtığımda hafif bir düş kırıklığı yaşadığımı teslim etmeliyim. Mesaj benim fan kulüpten değil, Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği’nden (TSHD) geliyormuş...
Dernek, merkezi Berlin'de bulunan Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün (Transparency International) Türkiye’deki temsilcisi... Bu kuruluş, her yıl ülkeler itibariyle "Yolsuzluk Algılama Endeksi" hazırlıyor. 2005 yılına ilişkin endeksler 18 Ekim 2005 Salı günü Transparency International'in Berlin'deki Merkezinde, Washington ve Londra ofislerinde ve tüm ülkelerde aynı anda açıklanacakmış. Geçen yıl 146 ülke arasında 77. sırada yer alan ve 10 üzerinden (10 en temiz) kirlilik derecesi 3.2 olan Türkiye bu yıl ne durumda, Salı günü göreceğiz... Ülke markası için son derece önemli bir algılama modu olma özelliği taşıyan endeksi merakla bekliyorum.
Bu arada keşke ‘tranceparency’ kelimesini ‘saydamlık’ yerine ‘şeffaflık’ diye tercüme etselermiş. Biz de yok yere heyecanlanmazmışız. Bu arada TSHD’nin web adresi şöyle: www.saydamlik.org
Markanın ruhuna giden yol
Tarih de bir hayli anlamlı. 10 Kasım 2005. Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Aynı gün çok sıkı bir konferans var: Brandsense... Türkçe’ye Duyumsal Markalaşma gibi daha çok kuşdiline yakışır bir yaklaşımla tercüme edilmiş. Ben olsam Marka Duygusu derdim... Adı ne olursa olsun tarih anlamlı. Bunun için şu web adresine bir göz atmanızda yarar var: http://www.milliyet.com.tr/2005/07/03/yazar/dundar.html. Orada Can Dündar, Marka Tasarımcısı Olarak Atatürk başlıklı yazısında Atatürk’ün Türkiye markasına getirdiği olağanüstü katma değeri birbirinden çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Duyumsal Markalaşma Türkiye’de hayli ilginç konferanslara imza atmış olan PDR Conferences tarafından düzenleniyor. Konuşmacı Martin Lindstrom bu konu üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra bütün dünyada aynı anda lanse ettiği kitabı ile bir anda tartışmaların odağına oturdu. Şimdi konu Türkiye’de tartışılmaya başlanacak. Guru ticaretini pek sevmem. Ama bazı kavramlar da bu gurular tarafından atılıyor ortaya. İş dünyasının hayatını kolaylaştıracak bir fikrî üretim mi, yoksa yeni bir hokkabazlık mı 10 Kasım’da göreceğiz.
Ufuk turu...
· Ankara’dan Nazan Sultan Şener yazmış: “Son günlerde televizyonlarda dönen bir reklam var, bir epilasyon cihazının reklamında slogan olarak ‘Kısalar hiç çekilmez, kısalarla uğraşılmaz’ ifadeleri seçilmiş, arka planda bir bayan kısa boylu erkek arkadaşıyla kavga ediyor. Merak ettiğim konu niye bir Allah’ın kulu kalkıp da kısa boylu insanlara hakaret ediliyor diye ortaya çıkmıyor, niye kimse bu reklamı protesto etmiyor?” Algılama yönetimin birinci kuralı: Hedef kitlenin değerleriyle ters düşmeyeceksin.
· Avea'nın sosyal sorumluluk kampanyası "Avea Bilişim Teknolojileri Sınıfı" Projesi çerçevesinde ilk uygulama Başbakan’ın da katıldığı törenle başladı. İki yıl içinde MEB tarafından belirlenecek 100 okulda bilgisayar sınıfları kurulacakmış. Bu sınıflarda 2.100 adet bilgisayar yer alacakmış. Büyük iş. Bu büyük işe yakışır bir iletişim planı yapmazsa Avea kendine de projeye de yazık eder.
· Büyük şehirlerdeki yaşam maratonunu konu alan Akbank kurumsal reklamları beni bir an gerilere götürdü. Çok gerilere değil. Önce elleriyle sonra para makinesiyle insanların sürekli para saydıkları banka reklamlarından nereye geldik. Kodlanmış mesajı, şiir gibi çekimiyle Akbank reklamı düşündürüyor: Benim bu maraton içinde hayatım ne âlemde? Arada bir bu soruyu kendimize sormakta yarar var.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Sadece ben anlamadığımı sanıyordum. Ama benim gibisi çokmuş. Arzum’un 40’ıncı yıl reklamının ne dediğini ve kilit mesajını kaçıncı seyredişte anladıklarını sağdan soldan test ettikten sonra biraz moralim düzeldi.
Yıllar sonra Karadeniz’in o bölgesinde kanser vakalarında şiddetli bir artış gözlemlenmeseydi, Başbakan Tayyip Erdoğan “Bunda bir şey yok!” diye tavuk yediğinde, bir de üstelik bizim gazetenin muhabiri Ali Ekeyılmaz’a yedirdiğinde bir anlamı olurdu. Ya da tavuk krizi doğru dürüst yönetilseydi, Sayın Başbakan’ın bu jesti işin tamamlayıcısı olarak ciddi bir etki yaratabilirdi... Başbakan çok iyi niyetli. Ne yapsın? Elinden gelen bu... Bir şeyler yapması gereken, kriz iletişimini adam gibi yönetmesi ve bu krizden en çok etkilenen kesim. Yani tavukçular.
Ayrıca tavukçuların bu seferki krizi Erman Toroğlu yüzünden yaşadıklarına da benzemiyor. Çünkü bu kez tartışılan ‘keyfe keder’ hormon meselesi değil. Ölüm kalım meselesi haline getirilmiş bir algılama var ortada. İşte bu algılamayı da, “Benim tesislerime virüs giremez” muhabbeti ile yönetemezsiniz. Bu bir. İkincisi, bu kez konu sadece sektörü değil Türkiye markasının tamamını tehdit ediyor. Futbol Federasyonu Başkanı Dr. Levent Bıçakçı, bizim Özlem Gürses ile sunduğumuz Habertürk’deki programda – bugün tekrarını 11.30’da izleyebilirsiniz- dedi ki: “Bu kriz 2012 Avrupa Futbol Şampiyonasının Türkiye’ye verilme kararını olumsuz yönde etkileyebilir” İş ciddi... “Panik yapmayın!” açıklamalarıyla yönetilemeyecek kadar ciddi. Belki gerçek durum o kadar vahim değil. Ama algılama vahim. Çökmekte olan sadece tavuk sektörü değil. Çevresindeki tüm sektörler halka halka tehdit altında. Bu “Panik yapmayın!” konusuna da bayılırım. Tam tersi etki yapar. İnsana “Ağlama!” dersen nasıl daha çok ağlarsa; insanları paniğe sevk etmenin en akıllı yolu onlara “Panik yapmayın!” demektir... “Demek ki, paniklik bir durum varmış...” diye düşünür insan...
Pekiyi ne yapmak lazım? Kitapta ne yazıyorsa onu yapmak lazım. Haydi benim “Algılama Yönetimi” kitabını ‘kalın’ buldunuz; alın Salim Kadıbeşegil’in “Kriz geliyorum der” adlı kitabını. Orada ne yapmanız gerektiği yazıyor. Hem de yemek tarifi yalınlığında. Satır satır uygulayın. İşe yaradığı hemen görülecektir.
Önce hemen şu tekil çıkışları durdurmak gerek. “Bende virüs yok, benim kuşumun eti yenir” çalışmaz... Bu kez kriz masasında tavukçuların yanında, ilgili bakanlıkların, turizmcilerin, medyanın, akademi dünyasının, ilgili STK’ların da oturması şart. Sonra ellerin ciddi bir şekilde cebe gidip iletişim için bir fon oluşturulması gerek. İletişimin yurt dışı ayağını yönetecek profesyonel destek alınması da ihmal edilmemeli. Tek bir sözcü, her gün tüm gelişmeleri, tüm detayı ile Türkiye ve dünya kamu oyuna anlatmalı. Geniş bir bilgilendirme kampanyası başlatılmalı. Virüsle ilgili açıklamaların AB’den gelmesi beklenmemeli. Ve sonunda dünya aleme, “Helal olsun Türkiye’ye; bu krizi çok iyi yönetti” dedirtmeli...
Belki bu bilimsel ve etkili çalışmadan ‘iletişim krizi müptelası’ haline gelmiş olan Kültür ve Turizm Bakanımız Atilla Koç da kendisine ip uçları çıkarabilir... Kim bilir...
Tek sorumlu: Reklam veren
Yeni TV sezonu başladı ya... TV’lerdeki dizi savaşlarıyla birlikte eleştiri bombardımanı da başladı. Eleştirilerin özünü yine aynı yaklaşım oluşturuyor. Bu dizilerin popülizm ve rating adına şiddet içerdikleri, değer sistemimizi kökünden salladıkları iddia ediliyor. İşi, yayıncıların sorumluluk bilinciyle bu programları yayından kaldırmalarını önermeye, hatta “Nerede RTÜK? Bunlara sansür uygulasın” demeye vardıranların sayısı da az değil.
Tek partili yasakçı dönemlerin anlayışı, daha uzun süre toplumsal gelişimin önünü tıkamaya devam edecek herhalde. Kafamız sıkışınca, “Devlet nerede?” diye çırpınmaya devam. Deprem sigortası yaptırma oranımız %20 imiş. %80’nimiz, evlerimizin sorumluluğunun devlete ait olduğunu düşünüyor... Dizilerimizin sorumlusu da devlet.
Oysa bu işin bir tek sorumlusu ve yön vereni var: Reklam veren... TV’lerin tek gelir kaynağı reklamlar. Dost ahbap çevresinde bu dizileri aşağılayıp eleştiren reklam verenler, halkı olumsuz yönde etkilediğini düşündükleri bu dizi ve programlara reklam vermezler; olur biter. Bakın nasıl kalkıyor o diziler yayından. Liberalizmde toplum dinamiği böyle çalışır. Yasakla, şiddet uygulayarak değil...
Yolsuzluk endeksi açıklanıyor
Gazeteye gelen yüzlerce e-postanın içinden bir tanesi birden beni pek bir heyecanlandırdı. ‘Gönderen’ bölümünde şöyle yazıyordu: Saydamlık!
“Vay canına” dedim, “Benim için bir fan kulübü kurmuşlar. Bir de web sitesi açmışlar. Helal olsun çocuklara...” E-postayı açtığımda hafif bir düş kırıklığı yaşadığımı teslim etmeliyim. Mesaj benim fan kulüpten değil, Toplumsal Saydamlık Hareketi Derneği’nden (TSHD) geliyormuş...
Dernek, merkezi Berlin'de bulunan Uluslararası Saydamlık Örgütü’nün (Transparency International) Türkiye’deki temsilcisi... Bu kuruluş, her yıl ülkeler itibariyle "Yolsuzluk Algılama Endeksi" hazırlıyor. 2005 yılına ilişkin endeksler 18 Ekim 2005 Salı günü Transparency International'in Berlin'deki Merkezinde, Washington ve Londra ofislerinde ve tüm ülkelerde aynı anda açıklanacakmış. Geçen yıl 146 ülke arasında 77. sırada yer alan ve 10 üzerinden (10 en temiz) kirlilik derecesi 3.2 olan Türkiye bu yıl ne durumda, Salı günü göreceğiz... Ülke markası için son derece önemli bir algılama modu olma özelliği taşıyan endeksi merakla bekliyorum.
Bu arada keşke ‘tranceparency’ kelimesini ‘saydamlık’ yerine ‘şeffaflık’ diye tercüme etselermiş. Biz de yok yere heyecanlanmazmışız. Bu arada TSHD’nin web adresi şöyle: www.saydamlik.org
Markanın ruhuna giden yol
Tarih de bir hayli anlamlı. 10 Kasım 2005. Atatürk’ün ölüm yıldönümü. Aynı gün çok sıkı bir konferans var: Brandsense... Türkçe’ye Duyumsal Markalaşma gibi daha çok kuşdiline yakışır bir yaklaşımla tercüme edilmiş. Ben olsam Marka Duygusu derdim... Adı ne olursa olsun tarih anlamlı. Bunun için şu web adresine bir göz atmanızda yarar var: http://www.milliyet.com.tr/2005/07/03/yazar/dundar.html. Orada Can Dündar, Marka Tasarımcısı Olarak Atatürk başlıklı yazısında Atatürk’ün Türkiye markasına getirdiği olağanüstü katma değeri birbirinden çarpıcı örneklerle anlatıyor.
Duyumsal Markalaşma Türkiye’de hayli ilginç konferanslara imza atmış olan PDR Conferences tarafından düzenleniyor. Konuşmacı Martin Lindstrom bu konu üzerine uzun yıllar çalıştıktan sonra bütün dünyada aynı anda lanse ettiği kitabı ile bir anda tartışmaların odağına oturdu. Şimdi konu Türkiye’de tartışılmaya başlanacak. Guru ticaretini pek sevmem. Ama bazı kavramlar da bu gurular tarafından atılıyor ortaya. İş dünyasının hayatını kolaylaştıracak bir fikrî üretim mi, yoksa yeni bir hokkabazlık mı 10 Kasım’da göreceğiz.
Ufuk turu...
· Ankara’dan Nazan Sultan Şener yazmış: “Son günlerde televizyonlarda dönen bir reklam var, bir epilasyon cihazının reklamında slogan olarak ‘Kısalar hiç çekilmez, kısalarla uğraşılmaz’ ifadeleri seçilmiş, arka planda bir bayan kısa boylu erkek arkadaşıyla kavga ediyor. Merak ettiğim konu niye bir Allah’ın kulu kalkıp da kısa boylu insanlara hakaret ediliyor diye ortaya çıkmıyor, niye kimse bu reklamı protesto etmiyor?” Algılama yönetimin birinci kuralı: Hedef kitlenin değerleriyle ters düşmeyeceksin.
· Avea'nın sosyal sorumluluk kampanyası "Avea Bilişim Teknolojileri Sınıfı" Projesi çerçevesinde ilk uygulama Başbakan’ın da katıldığı törenle başladı. İki yıl içinde MEB tarafından belirlenecek 100 okulda bilgisayar sınıfları kurulacakmış. Bu sınıflarda 2.100 adet bilgisayar yer alacakmış. Büyük iş. Bu büyük işe yakışır bir iletişim planı yapmazsa Avea kendine de projeye de yazık eder.
· Büyük şehirlerdeki yaşam maratonunu konu alan Akbank kurumsal reklamları beni bir an gerilere götürdü. Çok gerilere değil. Önce elleriyle sonra para makinesiyle insanların sürekli para saydıkları banka reklamlarından nereye geldik. Kodlanmış mesajı, şiir gibi çekimiyle Akbank reklamı düşündürüyor: Benim bu maraton içinde hayatım ne âlemde? Arada bir bu soruyu kendimize sormakta yarar var.
· Bizi Duru Bulgur’la tanıştıran reklam filmi süper. Üslubu bir yerlerden hatırlıyorum ama önemli değil. Çok cana yakın bir dil kullanılmış. Ama ille de çok tanınmış bir sabun markasının adını bir yiyeceğe koymak şart mıydı? Bulunamaz mıydı daha uygun bir isim. İnsan ister istemez çağrışım yapıyor. Duru Bulgur A.Ş.’nin 1935 yılında Ziya Duru tarafından kurulmuş olması bu gerçeği değiştirmiyor. Bu arada web siteleri de çok iyi.
· Sadece ben anlamadığımı sanıyordum. Ama benim gibisi çokmuş. Arzum’un 40’ıncı yıl reklamının ne dediğini ve kilit mesajını kaçıncı seyredişte anladıklarını sağdan soldan test ettikten sonra biraz moralim düzeldi.