Bana arkadaşını söyle…
25 Ekim 2022 - Yeni şafak
Bazı kavramlar var, ne zaman duysam arkasından bir çapanoğlu* çıkar… Mesela “küresel” ya da “evrensel”… Bir de “aktivist” tabii…
İlk ikisi genellikle “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “barış” sosuyla birlikte servis edilir… Yersen kabilinden cepheye sürülürler… Arkada ise ne ikiyüzlülükler, ne zulümler döner!
“Aktivist” kavramıyla karşılaştığımda da aklıma hemen Türkiye’deki altın madenlerini engellemek için Alman Vakıfları desteğiyle yırtınan, ‘entel bar duduları’ gelir… Almanya’nın ülkemize altın ihracı ve bu ihracı yapan şirketlerin destekledikleri vakıflarla ilgili 15 yıl önce, 2 Kasım günü Akşam gazetesinde yayınlanan köşe yazımızda da altını çizmişiz:
“9 Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın, NPQ Türkiye dergisinde ‘Çok fazla medyatik çevre yalanı var’ diye feryat ediyordu. Sonralarda her şey açığa çıktı. Kitaplar bile yazıldı. Alman Vakıfları, çevrecileri provoke ve finanse etmişler, Eurogold’un üzerine salmışlardı… Alman altın sanayi için Türkiye çok ciddi bir pazardı ve Türkiye’de altın çıkarılmaması gerekiyordu…”
Benzer bir ‘aktivist’ hikâyesiyle Kaz Dağları’ndaki Kanadalı Alamos Gold yatırımı sırasında da karşılaşıldı. Bir gürültü, bir patırtı! Alamos tası tarağı toplayıp gitti!
İşin içinde ‘samimi’ çevreciler de vardı… Onlar da yıllardır, “Yer altı zenginliklerimizden yararlanamıyoruz” diye söyleniyorlardı ama bir gerçeği unutuyorlardı: Altın, bizim istediğimiz yerde ‘yeşermiyor’. Neredeyse, maden faaliyeti de orada yürütülmeliydi…
Bu aktivistlerin son numarası da şu: Almanya’da 2 iklim aktivisti, Claude Monet’nin 2019’da 110 milyon dolara satılan ”Tahıl Yığını” adlı tablosuna patates püresi fırlatıp ellerini de tablonun asılı olduğu duvara yapıştırmışlar.
Londra’da ise 14 Ekim’de Ulusal Galeri’ye gelen, bu kez farklı 2 iklim aktivisti, Vincent Van Gogh’un paha biçilemeyen "Ayçiçekleri" tablosuna domates çorbası fırlatmış, daha sonra ellerini duvara yapıştırmıştı.
Amaçları neymiş?...
Fosil yakıtlara karşı duyarlılığı artırmak…
‘Siyasi iletişim’ boyutunda yukarıdaki kavramları en sık kullananlardan biri de hiç şüphesiz ülkemiz ‘sosyal demokrasisinin’ üzerine kara bir bulut gibi çökmüş olan Kemal Kılıçdaroğlu’dur…
Kendisine ve partisine faydasından çok zararı dokunduğu iddia edilen ABD gezisinden sonra attığı ve bir tür ‘savunma’ amacı da içeren tweetinde (18 Ekim) bakın ne demiş:
“…Ben ülkemizi bu çukurdan çıkartacak kendi bilim insanlarımızla büyük koalisyonumuzu gençlere göstermek istedim. Bu bilim insanları, girişimciler, insan hakları aktivistleri, yatırımcılar Türkiye’yi darboğazdan çekip almaya hazırlar.”
Her ne kadar Faik Öztrak arkadaşlarına pek katılmadıklarını ifade etse de; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kimyasal silah kullandığını iddia eden PKK’ya yancılık yapan aktivistler ve onlara çanak tutan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu da Kılıçdaroğlu’nun ‘ekosistemi’ içinde yer alıyorlar…
Hani bir söz vardır: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”… Öyle işte…
* Bkz. Türk Dil Kurumu:
“1. (isim) Bir işte gizli kalmış kötü ve aksak yan, kuşkulu durum.
2. (isim, argo) Hileli, kuşkulu, karışık durum.”
Gözümüze takılanlar…
İlk ikisi genellikle “demokrasi”, “özgürlük”, “insan hakları”, “barış” sosuyla birlikte servis edilir… Yersen kabilinden cepheye sürülürler… Arkada ise ne ikiyüzlülükler, ne zulümler döner!
“Aktivist” kavramıyla karşılaştığımda da aklıma hemen Türkiye’deki altın madenlerini engellemek için Alman Vakıfları desteğiyle yırtınan, ‘entel bar duduları’ gelir… Almanya’nın ülkemize altın ihracı ve bu ihracı yapan şirketlerin destekledikleri vakıflarla ilgili 15 yıl önce, 2 Kasım günü Akşam gazetesinde yayınlanan köşe yazımızda da altını çizmişiz:
“9 Eylül Üniversitesi’nden Prof. Dr. Yılmaz Savaşçın, NPQ Türkiye dergisinde ‘Çok fazla medyatik çevre yalanı var’ diye feryat ediyordu. Sonralarda her şey açığa çıktı. Kitaplar bile yazıldı. Alman Vakıfları, çevrecileri provoke ve finanse etmişler, Eurogold’un üzerine salmışlardı… Alman altın sanayi için Türkiye çok ciddi bir pazardı ve Türkiye’de altın çıkarılmaması gerekiyordu…”
Benzer bir ‘aktivist’ hikâyesiyle Kaz Dağları’ndaki Kanadalı Alamos Gold yatırımı sırasında da karşılaşıldı. Bir gürültü, bir patırtı! Alamos tası tarağı toplayıp gitti!
İşin içinde ‘samimi’ çevreciler de vardı… Onlar da yıllardır, “Yer altı zenginliklerimizden yararlanamıyoruz” diye söyleniyorlardı ama bir gerçeği unutuyorlardı: Altın, bizim istediğimiz yerde ‘yeşermiyor’. Neredeyse, maden faaliyeti de orada yürütülmeliydi…
Bu aktivistlerin son numarası da şu: Almanya’da 2 iklim aktivisti, Claude Monet’nin 2019’da 110 milyon dolara satılan ”Tahıl Yığını” adlı tablosuna patates püresi fırlatıp ellerini de tablonun asılı olduğu duvara yapıştırmışlar.
Londra’da ise 14 Ekim’de Ulusal Galeri’ye gelen, bu kez farklı 2 iklim aktivisti, Vincent Van Gogh’un paha biçilemeyen "Ayçiçekleri" tablosuna domates çorbası fırlatmış, daha sonra ellerini duvara yapıştırmıştı.
Amaçları neymiş?...
Fosil yakıtlara karşı duyarlılığı artırmak…
‘Siyasi iletişim’ boyutunda yukarıdaki kavramları en sık kullananlardan biri de hiç şüphesiz ülkemiz ‘sosyal demokrasisinin’ üzerine kara bir bulut gibi çökmüş olan Kemal Kılıçdaroğlu’dur…
Kendisine ve partisine faydasından çok zararı dokunduğu iddia edilen ABD gezisinden sonra attığı ve bir tür ‘savunma’ amacı da içeren tweetinde (18 Ekim) bakın ne demiş:
“…Ben ülkemizi bu çukurdan çıkartacak kendi bilim insanlarımızla büyük koalisyonumuzu gençlere göstermek istedim. Bu bilim insanları, girişimciler, insan hakları aktivistleri, yatırımcılar Türkiye’yi darboğazdan çekip almaya hazırlar.”
Her ne kadar Faik Öztrak arkadaşlarına pek katılmadıklarını ifade etse de; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kimyasal silah kullandığını iddia eden PKK’ya yancılık yapan aktivistler ve onlara çanak tutan TTB Başkanı Şebnem Korur Fincancı, CHP İstanbul Milletvekili Sezgin Tanrıkulu ve CHP İl Başkanı Canan Kaftancıoğlu da Kılıçdaroğlu’nun ‘ekosistemi’ içinde yer alıyorlar…
Hani bir söz vardır: “Bana arkadaşını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim”… Öyle işte…
* Bkz. Türk Dil Kurumu:
“1. (isim) Bir işte gizli kalmış kötü ve aksak yan, kuşkulu durum.
2. (isim, argo) Hileli, kuşkulu, karışık durum.”
Gözümüze takılanlar…
- Ülkemizdeki yabancı enstitülerin yanında ilk kez kurulan Türk Arkeoloji ve Kültürel Miras Enstitüsü’nün faaliyetlerini hasbelkader izleme fırsatımız oluyor. Haziran ayında Ankara’da düzenlenen I. Arkeoloji Şûrası’na da katılmış, dünya bilim camiasına kazandırılan bu kurumun kamu diplomasimiz için nasıl bir güç olduğunu görmüştük. Enstitü’nün birbirinden değerli isimlerden oluşan bir de Yayın Kurulu var… Şimdi de onların hazırladıkları, bazıları ilk kez Türkçeye kazandırılan bazıları da ilk kez basılan eserleri görme şansımız oldu… Hayran kaldık doğrusu… Türkçe ve İngilizce yayınlanan bu eserler, Frankfurt Kitap Fuarı’da da hak ettikleri ilgiyi görmüşler. Yalnızca arkeoloji camiasının değil, derinlik, ciddiyet ve merak sahibi herkesin gözlerinin parlamasına neden olacak bu eserleri kazandırdığı için Enstitü, her türlü övgüyü hak ediyor.
- İstanbul Üniversitesi’nde düzenlenen “Blokzincir İstanbul Zirvesi”nde “Gelecek onu tasarlayana aittir” ifadesinin altını çizen Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın şu sözleri mutlaka dikkate alınmalı: "Başkalarının açtığı sanal evrenlerde yer almaya çalışmak yerine, bizatihi kendi evrenimizi kurmak peşindeyiz.” Deloitte’un hazırladığı “Metaverse ve Türkiye’deki Potansiyeli” başlıklı rapora göre; metaverse’ün başarıyla geliştirilmesi durumunda, 2035 yılına kadar Türkiye ekonomisine 37,5 milyar dolar katkı sağlama potansiyeli varmış. Konu güncel, konu hararetli… Metaverse ve blok zincir alanlarındaki gelişmeler için işin uzmanları Türkiye Metaverse Platformu, Sosyal Medya ve Dijital Güvenlik Eğitim Araştırma Merkezi (SODİMER) ve Prof. Dr. Levent Eraslan Hoca’yı, özellikle sosyal medya hesaplarından takip etmekte yarar var… Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank’ın, Cumhurbaşkanı’mızın işaret ettiği istikametteki gelişmeleri yakından izleyeceğine inanıyoruz.
- Zaman zaman Tasarist Yaratıcı Direktörü Musa Çelik sözcülüğündeki bazı basın bültenleri elimize ulaşıyor. Bunlar da genellikle iletişim çalışmalarının itibarı güçlendirmeye yönelik ‘konu yönetimi’ ayağına hizmet eden türden oluyorlar... Gönderdikleri son bültende, kaynak göstermemişler ama şöyle bir bilgiye yer vermişler: Dünya nüfusunun %26’sını oluşturan Z kuşağının dikkat süresi 8 saniye imiş. Bu durum Y kuşağında ise 12 saniyeymiş… Ez cümle; 90’ların sonu ile 2010’ların başı arasında doğan bu kuşağa ulaşmak isteyenlerin fazla zamanı yok… Her ne kadar Batı’dan ithal ‘kuşak tanımlarına’ pek itibar etmesek de bizde durumun nasıl olduğunu anlamak isteyenleri tetikleyebilir. (Duygu Miray Bilgin, omg! Medya)