Beklentiyi yönetmek ya da yönetememek
18 Haziran 2019 - Yeni Şafak
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı için yarışan iki aday Pazar gecesi ekranda yerini aldığında sokaklarda çıt çıkmıyordu. Deyim yerindeyse herkes televizyona kitlenmiş, heyecanla ‘tartışma’yı bekliyordu. Beklenti büyüktü.
Yıldırım deplasmana giderek kafadan 1-0 başladığı maçı rakibini dağıtarak alacak; İmamoğlu zaten 4-5 puan, yani 400-500 bin fark attığı yarışı o program sonunda zaferle noktalayacaktı. Ancak ne o oldu; ne de öteki…
Sonucun ne olduğu konusundaki naçizane görüşümüzü ifade etmeden önce, bu programın en önemli ve olumlu yanını vurgulamakta fayda görüyoruz: Siyasi rakiplerin, ülkenin tüm vatandaşlarına ulaşacak medya yayınlarında karşı karşıya gelmeleri demokrasinin önemli bir gerekliliğidir. Geride bırakılan bir gelenek canlandırılmıştır. Bundan sonra Türkiye bunu ve daha iyisini talep edecektir. Buradan dönüş yok…
Gelelim ‘ancak’tan sonraki kısma…
Beklenti büyüktü ancak sonuç hüsran oldu. Bunda programın formatının etkisinin büyük olduğunu düşünüyoruz…
Adaylara omurilikten bağlı olan ‘fanatik’lerin kendi adaylarının bu tartışmadan büyük başarıyla çıktıklarını iddia etmelerini bir kenara bırakırsak, programdan sonra yazılan-çizilenlere baktığımızda, izleyicinin siyasi bir tartışma izleme beklentisi karşılanamamış olduğunu tespit edebiliriz…
Sadece izleyicinin değil, başkan adaylarının da zaman zaman dayanamayarak birbirlerinin sözünü kesmeleri de aslında bu tartışmayı arzulayan bir refleksle davrandıklarını bize gösterdi.
Başlangıçta iki siyasi partinin kurmayları bir araya gelerek bu formatta uzlaşmış, başkan adayları bu formata uyacaklarını belirtmiş olsalar da fikir tartışmalarının doğası, karşılıklı konuşmayı, dün akşamki moderatör arkadaşın sürekli ‘yasakladığı’ diyalogu gerektirir. Yani ‘münazara’yı… Anglosaksonlar ve Frankofonlar da bu tür tartışma için ‘münazara’nın kendi dillerindeki karşılığı olan ‘debate’ sözcüğünü kullanmazlar mı zaten…
Fikir teatisinde bulunurken, karşısındakinin argümanlarını çürütüp kendi argümanlarınızı ortaya atarken, fikrî düzeydeki duruşunuzu ve uygulama konusundaki gücünüzü ortaya koyar, güven / vaat ikilisini yönetmeye çalışırsınız. Hatta, elinizde olmadan atılır, cevap verir, doğrusu o değil, biz bunu yaptık, siz ne yaptınız deyiverirsiniz. Bu ortam da hangi adayın gelecek için daha çok güven verdiğinin altını çizer…
‘Münazara’ olarak bilinen usulle, tarafların, nezaket ve itidal içinde karşılıklı tartışabildiklerini göstermeleri, demokrasinin ve toplumsal uzlaşmanın, çarpışan siyasi fikirlere rağmen mümkün olduğunu ortaya koyabilmek bakımından da çok faydalı olurdu. Böylece tüm fikir ve karşıtlıklar ortaya serilir. İzleyici, yani seçmen de bunlardan kendine uygun olanı alarak fikriyatını o yönde geliştirebilirdi. Olamadı…
Program, 3 dakika kuralı diye bir dikenli telle çevrilmişti… O sınırı geçen uyarıldı, sözü kesilen alacağım var dedi, izleyici dâhil herkesin gözü saatte takılı kaldı. Süre kısıtlaması da konuşmaları kısa ve odaklı tutmaktan çok onları yarım bırakan, herkesi tedirgin eden ve dikkat dağıtan bir unsura dönüştü.
Yapılması gerekeni daha önce de bu köşede yazmıştık… Öncelikle yabancı formatlara bakılması fayda sağlardı…
Stüdyoya seyirci alınabilir, bunların ağırlıkla tek bir tarafı desteklemesi, alkışlaması stüdyo şefi tarafından engellenebilirdi. Oturarak yapılan konuşmalar yerine, tarafların ve moderatörün ayakta olduğu şeffaf kürsüler arkasında, yalın bir atmosferde yapılması hem izleyiciyi konuşmalara odaklar hem de tartışmaya dinamizm katardı…
Kabul etmek gerekir ki İsmail Küçükkaya’nın işi çok kolay değildi… Siyasi partilerce kendisine teklif götürülmüş, kuralları yine onlar tarafından çizilmiş bir programı yönetmeyi tüm eksikliklere rağmen başardı. Küçükkaya’nın gerilmesine ve program sonunda konuklarından moderatörlüğüyle ilgili onay alma zorunluluğu hissetmesine neden olan bu durum aşılabilirdi. Programı yönetecek kişinin siyasi partilerce değil, yayını yapacak TV kanallarınca seçilmesi, formatın da böylece düzenlenmesi beklentilerin biraz olsun tatmin edilmesine yarayabilirdi.
Pazar gününden önce programın, seçim sonuçlarına etki edeceğini düşünen varsa fikrini değiştirmiştir herhalde… Karşılıklı konuşmalar olmayınca iki ayrı mülakatı peş peşe yayınlamaktan farkı olmadı… Bildiklerimiz dışında yeni bir bilgi almadık, adaylar hep gördüğümüz gibiydi… “O hâlde bu yayın neden yapıldı?” sorusu akıllara kazındı…
Beklenti yüksekti, ancak izlediklerimiz sonucu oluşan algılama çok düşük kaldı, bu da seçmenin ve başkan adaylarının tatmin edilmemesi olarak sonuçlandı. Boşa yorgunluk…
Hepsini bir kenara bırakalım… Öyle ya da böyle bu, Küçükkaya dâhil tarafların istediği ya da uzlaştığı bir formattı. O hâlde beklentiyi buna göre yönetmek gerekirdi. Tüm bu eleştirilerin önü böylece alınabilirdi. Beklenti yönetimi özel bir uzmanlık gerektirir. Beklenti yukarı çekildikçe tatminin çıtası da yükselir. Eğer bunu karşılayamayacaksanız beklentiyi de yükseltmemeniz gerekir. Yoksa balon patlar…
Yıldırım deplasmana giderek kafadan 1-0 başladığı maçı rakibini dağıtarak alacak; İmamoğlu zaten 4-5 puan, yani 400-500 bin fark attığı yarışı o program sonunda zaferle noktalayacaktı. Ancak ne o oldu; ne de öteki…
Sonucun ne olduğu konusundaki naçizane görüşümüzü ifade etmeden önce, bu programın en önemli ve olumlu yanını vurgulamakta fayda görüyoruz: Siyasi rakiplerin, ülkenin tüm vatandaşlarına ulaşacak medya yayınlarında karşı karşıya gelmeleri demokrasinin önemli bir gerekliliğidir. Geride bırakılan bir gelenek canlandırılmıştır. Bundan sonra Türkiye bunu ve daha iyisini talep edecektir. Buradan dönüş yok…
Gelelim ‘ancak’tan sonraki kısma…
Beklenti büyüktü ancak sonuç hüsran oldu. Bunda programın formatının etkisinin büyük olduğunu düşünüyoruz…
Adaylara omurilikten bağlı olan ‘fanatik’lerin kendi adaylarının bu tartışmadan büyük başarıyla çıktıklarını iddia etmelerini bir kenara bırakırsak, programdan sonra yazılan-çizilenlere baktığımızda, izleyicinin siyasi bir tartışma izleme beklentisi karşılanamamış olduğunu tespit edebiliriz…
Sadece izleyicinin değil, başkan adaylarının da zaman zaman dayanamayarak birbirlerinin sözünü kesmeleri de aslında bu tartışmayı arzulayan bir refleksle davrandıklarını bize gösterdi.
Başlangıçta iki siyasi partinin kurmayları bir araya gelerek bu formatta uzlaşmış, başkan adayları bu formata uyacaklarını belirtmiş olsalar da fikir tartışmalarının doğası, karşılıklı konuşmayı, dün akşamki moderatör arkadaşın sürekli ‘yasakladığı’ diyalogu gerektirir. Yani ‘münazara’yı… Anglosaksonlar ve Frankofonlar da bu tür tartışma için ‘münazara’nın kendi dillerindeki karşılığı olan ‘debate’ sözcüğünü kullanmazlar mı zaten…
Fikir teatisinde bulunurken, karşısındakinin argümanlarını çürütüp kendi argümanlarınızı ortaya atarken, fikrî düzeydeki duruşunuzu ve uygulama konusundaki gücünüzü ortaya koyar, güven / vaat ikilisini yönetmeye çalışırsınız. Hatta, elinizde olmadan atılır, cevap verir, doğrusu o değil, biz bunu yaptık, siz ne yaptınız deyiverirsiniz. Bu ortam da hangi adayın gelecek için daha çok güven verdiğinin altını çizer…
‘Münazara’ olarak bilinen usulle, tarafların, nezaket ve itidal içinde karşılıklı tartışabildiklerini göstermeleri, demokrasinin ve toplumsal uzlaşmanın, çarpışan siyasi fikirlere rağmen mümkün olduğunu ortaya koyabilmek bakımından da çok faydalı olurdu. Böylece tüm fikir ve karşıtlıklar ortaya serilir. İzleyici, yani seçmen de bunlardan kendine uygun olanı alarak fikriyatını o yönde geliştirebilirdi. Olamadı…
Program, 3 dakika kuralı diye bir dikenli telle çevrilmişti… O sınırı geçen uyarıldı, sözü kesilen alacağım var dedi, izleyici dâhil herkesin gözü saatte takılı kaldı. Süre kısıtlaması da konuşmaları kısa ve odaklı tutmaktan çok onları yarım bırakan, herkesi tedirgin eden ve dikkat dağıtan bir unsura dönüştü.
Yapılması gerekeni daha önce de bu köşede yazmıştık… Öncelikle yabancı formatlara bakılması fayda sağlardı…
Stüdyoya seyirci alınabilir, bunların ağırlıkla tek bir tarafı desteklemesi, alkışlaması stüdyo şefi tarafından engellenebilirdi. Oturarak yapılan konuşmalar yerine, tarafların ve moderatörün ayakta olduğu şeffaf kürsüler arkasında, yalın bir atmosferde yapılması hem izleyiciyi konuşmalara odaklar hem de tartışmaya dinamizm katardı…
Kabul etmek gerekir ki İsmail Küçükkaya’nın işi çok kolay değildi… Siyasi partilerce kendisine teklif götürülmüş, kuralları yine onlar tarafından çizilmiş bir programı yönetmeyi tüm eksikliklere rağmen başardı. Küçükkaya’nın gerilmesine ve program sonunda konuklarından moderatörlüğüyle ilgili onay alma zorunluluğu hissetmesine neden olan bu durum aşılabilirdi. Programı yönetecek kişinin siyasi partilerce değil, yayını yapacak TV kanallarınca seçilmesi, formatın da böylece düzenlenmesi beklentilerin biraz olsun tatmin edilmesine yarayabilirdi.
Pazar gününden önce programın, seçim sonuçlarına etki edeceğini düşünen varsa fikrini değiştirmiştir herhalde… Karşılıklı konuşmalar olmayınca iki ayrı mülakatı peş peşe yayınlamaktan farkı olmadı… Bildiklerimiz dışında yeni bir bilgi almadık, adaylar hep gördüğümüz gibiydi… “O hâlde bu yayın neden yapıldı?” sorusu akıllara kazındı…
Beklenti yüksekti, ancak izlediklerimiz sonucu oluşan algılama çok düşük kaldı, bu da seçmenin ve başkan adaylarının tatmin edilmemesi olarak sonuçlandı. Boşa yorgunluk…
Hepsini bir kenara bırakalım… Öyle ya da böyle bu, Küçükkaya dâhil tarafların istediği ya da uzlaştığı bir formattı. O hâlde beklentiyi buna göre yönetmek gerekirdi. Tüm bu eleştirilerin önü böylece alınabilirdi. Beklenti yönetimi özel bir uzmanlık gerektirir. Beklenti yukarı çekildikçe tatminin çıtası da yükselir. Eğer bunu karşılayamayacaksanız beklentiyi de yükseltmemeniz gerekir. Yoksa balon patlar…