Ben Allah’tan göremeyeceğim…
25 EYLÜL 2011
İnsana “Tanrı yoksa her şey mubahtır” sözünü hatırlatacak kadar çarpıcı bir sonuç… Cenevre’deki CERN laboratuarlarındaki deneylerde, Einstein’ın iddiasının tersine ışık hızının aşılabileceği kanıtlanmış… Benim havsalam pek almıyor tabii. Belki bir süre Einstein’ın ders verdiği Bern’deki Institut für Exakte Wissenschaften sıralarında dirsek çürütmüş olmamdan kaynaklanıyordur. Odamdaki kocaman posteriyle her gün yüz yüze geldiğim bu büyük filozofa (fizikçiye değil) ihanet ediliyormuş gibi geliyor bana…
Enstitünün sınıflarından birinin kapısında heyecan verici bir not asılıydı: “Alfred Einstein burada 7 yıl ders vermişti”… Bizim sınıfta İzafiyet Teorisi’ni en iyi anlayanlardan biriydim. Fizik hocası bir yabancı sınıfa geldi mi, bana anlattırırdı… Einstein’ın kanıt yolunu basitleştirerek aktarır, sonucu söylerdim: “Işık hızına ulaşılamaz! Çünkü ulaşılırsa, nereden baktığınıza bağlı olarak kütle de hacim de zaman da sonsuz olabilir!..”
O nedenle “Back to the future”, zamanda yolculuk; yani örneğin ışıktan hızlı giderek olup bitenin yansımasının önüne geçmek, hiçbir zaman mümkün olmayacaktı… Oysa şimdi diyorlar ki, “Atomdan çok küçük parçacıkların ışıktan daha hızlı hareket ettiğini gördük!”. O zaman dedikleri gerçekleşebilir:”Evrene ve dünyaya dair bilinen fizik kuralları altüst olacaktır.”
Bugün bazı parçacıklar ışık hızını da aşabiliyorlarsa, o zaman insanlar günün birinde saniyede 300 bin km’den hızlı giden (örneğin aya bir saniyede ulaşabilen) araçlarla uzayda fink atabilecekler, demektir… Haydi hayırlısı. Allahtan ben görmeyeceğim. Çocukluğumdan bu yana ulaşılmış olan hızın bile insanlığa esenlik değil, mutsuzluk getirdiğini düşünen biri olarak; ışık hızından ‘iyiliğin’ neşet edeceğine nasıl inanabilirim ki… Tutucu (muhafaza etmekten yana olan) bir kardeşinizin ‘gerici’ tespiti olarak kabul buyurun lütfen…
Ya, hayatın “popüler” yansımaları olmasaydı?
Yukarıda sözünü ettiğim “altüst” olma lafı neredeyse tüm disiplinler için, zaman zaman geçerli olabiliyor. “Batıya Doğru Akan Nehir” belgeseli ile ilgili geçen günlerde yazdığımız yazıda da belirttiğimiz Urfa Göbeklitepe Kazıları’ndaki şaşırtıcı bulgular da arkeoloji dünyasındaki yerleşik bilgileri “altüst edici” nitelikteydi.
12 bin yıl önceki insanımızın, 'Herhalde çiftçilik yapıyorlardır” derken hiç beklenmedik bir biçimde 'ibadet yeri' inşa etmiş olduklarını gören bilim adamları, tıpkı CERN’dekiler gibi heyecanlanmıştı.
Hattuşaş’da bulunan mezarlar ve yerleşim birimlerinde saptanan tuhaf bir eşitlikçi dünya görüşü etkisi de pek çok bilim insanını şaşırtmıştı.
Bilimsel gelişmeleri biz sıradan fanilerin anlayabilmesi için ‘popüler kültür’ün araçlarına duyduğumuz ihtiyacın ne kadar farkındayız bilmem. Yine geçtiğimiz günlerde keşfedilen ‘Çift güneşli gezegen’in ne menem bir şey olduğunu anlatabilmek için dünya televizyonları ‘Yıldız Savaşları’ filminden (Star Wars) sahneler yayımladılar. Ben de bu sütunlarda, iki defa güneşini doğurtan ve batıran bu gezegeni ilk kez hayal eden kişinin Solaris’in yazarı Stanislaw Lem olduğunu hatırlatmaya çalıştım. Aklımızın kolay kolay kesmeyeceği derin bilimsel konulardan biraz olsun anlıyor ve üzerine konuşabiliyor olmamızı, çok küçümsediğimiz “popüler kültür”ün olağanüstü araçlarına ve mesajlarına borçlu değil miyiz?
Solaris’in Stanislaw Lem tarafından yazılıp, Andrey Tarkovski tarafından filme alınmış olması ‘popüler kültür’ dairesinin tam da içindedir. Popülerlik ne yazık ki, bir çeşit “alçak, banal, sığ” bir kültür olarak duygusal ve düşünsel kayıtlara geçiyor ve bu yanlış bilgi zaman içinde meşrulaşıyor. O nedenle de Star Wars popüler oluyor Tarkovski sanat…
Oysa ki 12 bin yıl önce ağızsız, burunsuz ve dolayısıyla yüzsüz anıtları yapıp diken ve etrafında toplanarak bir kutsal mekân yaratan Göbeklitepe halkından günümüze kadar akıp geçen zamanların ruhunu, mesajlarını popüler kültürün dışında bize ulaştıracak tek bir araç bulunamaz.
Her disiplin için, örneğin müzik için de geçerlidir bu tespit; psikoloji veya edebiyat için de... Bu bahisle ilgili olarak ‘Sanatın İcadı’nın yazarı Larry Shiner’ı okumakta yarar var. Hem dünyanın sanat üzerinden nasıl kavrandığını anlayabilmek hem de örneğin Leonardo Da Vinci’den Shakespeare’e kadar ‘takıntılı kayıt’larımızda ‘dokunulmazlık’ payesi verdiğimiz nice üstadın, popüler anlamda hangi anlam tayflarının içinden okunabileceğini görmek için...
Vakıfbank atakta
Dünkü yazımızda, reklamlarda kullanılan şöhretlerle ilgili bir süre önce yapılmış bir araştırmadan söz etmiştik…
Şöhret, itibarına ve marka değerine bağlı olarak taşıdığı markanın algısına müthiş bir ivme katabilir, ‘kilit mesajın hedef kitleye geçmesinde’ çarpan etkisi yapabilir… (Bakınız: Cem Yılmaz; Türk Telekom.) Bu çerçevede Türkan Şoray’lı, Mustafa Denizli’li Vakıfbank reklamları (Halden anlamak) mükemmel bir örnek… Ama…
Neden ama?.. Keşke, aynı günlerde bir başka iki şöhreti (Engin Altan Düztayan ve Burcu Esmersoy) devreye sokup, bambaşka bir kilit mesajla (VakıfBank, Worldcard, “Alışverişten Anlayan Sarışınla”, lansman filmi) devreye sokup, ‘bölen’ etkisi yaptırmasalarmış… Fazla olan yanlıştır, değil mi?..
Enstitünün sınıflarından birinin kapısında heyecan verici bir not asılıydı: “Alfred Einstein burada 7 yıl ders vermişti”… Bizim sınıfta İzafiyet Teorisi’ni en iyi anlayanlardan biriydim. Fizik hocası bir yabancı sınıfa geldi mi, bana anlattırırdı… Einstein’ın kanıt yolunu basitleştirerek aktarır, sonucu söylerdim: “Işık hızına ulaşılamaz! Çünkü ulaşılırsa, nereden baktığınıza bağlı olarak kütle de hacim de zaman da sonsuz olabilir!..”
O nedenle “Back to the future”, zamanda yolculuk; yani örneğin ışıktan hızlı giderek olup bitenin yansımasının önüne geçmek, hiçbir zaman mümkün olmayacaktı… Oysa şimdi diyorlar ki, “Atomdan çok küçük parçacıkların ışıktan daha hızlı hareket ettiğini gördük!”. O zaman dedikleri gerçekleşebilir:”Evrene ve dünyaya dair bilinen fizik kuralları altüst olacaktır.”
Bugün bazı parçacıklar ışık hızını da aşabiliyorlarsa, o zaman insanlar günün birinde saniyede 300 bin km’den hızlı giden (örneğin aya bir saniyede ulaşabilen) araçlarla uzayda fink atabilecekler, demektir… Haydi hayırlısı. Allahtan ben görmeyeceğim. Çocukluğumdan bu yana ulaşılmış olan hızın bile insanlığa esenlik değil, mutsuzluk getirdiğini düşünen biri olarak; ışık hızından ‘iyiliğin’ neşet edeceğine nasıl inanabilirim ki… Tutucu (muhafaza etmekten yana olan) bir kardeşinizin ‘gerici’ tespiti olarak kabul buyurun lütfen…
Ya, hayatın “popüler” yansımaları olmasaydı?
Yukarıda sözünü ettiğim “altüst” olma lafı neredeyse tüm disiplinler için, zaman zaman geçerli olabiliyor. “Batıya Doğru Akan Nehir” belgeseli ile ilgili geçen günlerde yazdığımız yazıda da belirttiğimiz Urfa Göbeklitepe Kazıları’ndaki şaşırtıcı bulgular da arkeoloji dünyasındaki yerleşik bilgileri “altüst edici” nitelikteydi.
12 bin yıl önceki insanımızın, 'Herhalde çiftçilik yapıyorlardır” derken hiç beklenmedik bir biçimde 'ibadet yeri' inşa etmiş olduklarını gören bilim adamları, tıpkı CERN’dekiler gibi heyecanlanmıştı.
Hattuşaş’da bulunan mezarlar ve yerleşim birimlerinde saptanan tuhaf bir eşitlikçi dünya görüşü etkisi de pek çok bilim insanını şaşırtmıştı.
Bilimsel gelişmeleri biz sıradan fanilerin anlayabilmesi için ‘popüler kültür’ün araçlarına duyduğumuz ihtiyacın ne kadar farkındayız bilmem. Yine geçtiğimiz günlerde keşfedilen ‘Çift güneşli gezegen’in ne menem bir şey olduğunu anlatabilmek için dünya televizyonları ‘Yıldız Savaşları’ filminden (Star Wars) sahneler yayımladılar. Ben de bu sütunlarda, iki defa güneşini doğurtan ve batıran bu gezegeni ilk kez hayal eden kişinin Solaris’in yazarı Stanislaw Lem olduğunu hatırlatmaya çalıştım. Aklımızın kolay kolay kesmeyeceği derin bilimsel konulardan biraz olsun anlıyor ve üzerine konuşabiliyor olmamızı, çok küçümsediğimiz “popüler kültür”ün olağanüstü araçlarına ve mesajlarına borçlu değil miyiz?
Solaris’in Stanislaw Lem tarafından yazılıp, Andrey Tarkovski tarafından filme alınmış olması ‘popüler kültür’ dairesinin tam da içindedir. Popülerlik ne yazık ki, bir çeşit “alçak, banal, sığ” bir kültür olarak duygusal ve düşünsel kayıtlara geçiyor ve bu yanlış bilgi zaman içinde meşrulaşıyor. O nedenle de Star Wars popüler oluyor Tarkovski sanat…
Oysa ki 12 bin yıl önce ağızsız, burunsuz ve dolayısıyla yüzsüz anıtları yapıp diken ve etrafında toplanarak bir kutsal mekân yaratan Göbeklitepe halkından günümüze kadar akıp geçen zamanların ruhunu, mesajlarını popüler kültürün dışında bize ulaştıracak tek bir araç bulunamaz.
Her disiplin için, örneğin müzik için de geçerlidir bu tespit; psikoloji veya edebiyat için de... Bu bahisle ilgili olarak ‘Sanatın İcadı’nın yazarı Larry Shiner’ı okumakta yarar var. Hem dünyanın sanat üzerinden nasıl kavrandığını anlayabilmek hem de örneğin Leonardo Da Vinci’den Shakespeare’e kadar ‘takıntılı kayıt’larımızda ‘dokunulmazlık’ payesi verdiğimiz nice üstadın, popüler anlamda hangi anlam tayflarının içinden okunabileceğini görmek için...
Vakıfbank atakta
Dünkü yazımızda, reklamlarda kullanılan şöhretlerle ilgili bir süre önce yapılmış bir araştırmadan söz etmiştik…
Şöhret, itibarına ve marka değerine bağlı olarak taşıdığı markanın algısına müthiş bir ivme katabilir, ‘kilit mesajın hedef kitleye geçmesinde’ çarpan etkisi yapabilir… (Bakınız: Cem Yılmaz; Türk Telekom.) Bu çerçevede Türkan Şoray’lı, Mustafa Denizli’li Vakıfbank reklamları (Halden anlamak) mükemmel bir örnek… Ama…
Neden ama?.. Keşke, aynı günlerde bir başka iki şöhreti (Engin Altan Düztayan ve Burcu Esmersoy) devreye sokup, bambaşka bir kilit mesajla (VakıfBank, Worldcard, “Alışverişten Anlayan Sarışınla”, lansman filmi) devreye sokup, ‘bölen’ etkisi yaptırmasalarmış… Fazla olan yanlıştır, değil mi?..