Ben böyle reklam yapmazdım, ama…
01 Mart 2009 - Marketing Türkiye
Beymen’in yaratıcılığına hiç sözüm yok. Tam sayfa ‘Topuklu sandalet’ reklamı… Bir de oyun koymuş içine: Ayakkabı’nın markası Jimmy Choo (Claudia Sandal)… Sadece 10 çift verdiğini söylüyor. Belli nıumaralar (örneğin 37; 38.5; 39.5) İstinye Park’da, başkaları Beymen Nişantaşı’nda, Akmerkez’de bu kez arta kalan numaralar…
İyi numara…
Gören takılıyor. En azından üzerine konuşuyor…
Benim dikkatimi fotoğraftaki birazdan kana bulanacak sahne çekti… Mankenin bacakları açık. Sağ bacağını dizinden 90 derece kıvırıp ayağını sol bacağına dayamış. Ne var bunda değil mi?..
Var!.. Şöyle ki: Topuklu ayakkabının nerdeyse 18 pont yüksekliğindeki incecik topuğunun sipri sipri ucu gelmiş mankenin baldırının içine saplanmış. Sivri uç deriyi göçertmiş; birazdan et saplanacak ve ortalık kan revan içinde kalacak…
Durum bu…
Şimdi soru şu bu iyi mi değil mi? Daha net soralım, hedefe hizmet eder mi etmez mi? Fotoğrafın ilginç olduğu, ilanın konuşturduğu tartışılamaz… Ancak eğer hedef o reklamı gören kadınların o 10 ayakkabıdan birini almak için ya da genel anlamda alış veriş yapmak adına Beymen mağazalarına akın etmelerini sağlamak ise; işte o konuda şüphem var…
Benetton’un o ‘ölümcül’ (makaber) fotoğrafları gibi değil; ancak yine de çok riskli… Marka itibarına hizmet bile kesin değil. Denemeye değer miydi? Kesin değerdi… Herşey o kadar sıradan ki, bu kadarcık aykırılık işe farklı bir boyut ve lezzet getirebilir ve ilgiyi markaya odaklayabilir…
Siz bu kriz ortamında reklam verir miydiniz? Evet kesinlikle verirdim!
Peki, böyle bir reklam mı verirdiniz? Hayır, çok daha satış odaklı, alış verişi tahrik edecek bir yaklaşım sergilerdim…
Ama siz bana bakmayın… Bakın, sözüm ona halkımızın değerlerine takılıp, İvedik 2’nin İvedik 1’den daha az seyirci çekeceğini iddia etmiştim; gördüğünüz gibi büyük olasılıkla yanılıyorum… Onun için söylediklerimi bir ‘mülahazat hanesi’ bırakarak dinleyin (!)..
Dünyaya hangi gözlükle bakmalı?
Şu sıra kriz meselesi günlük sohbetlerin başrol oyuncusu ya… Ortaya çıkan iki yaklaşım var. Biri pozitif; diğeri negatif… Biri her şeye pembe gözlükle bakıyor; diğeri ise takmış kara gölükleri, olan biteni öyle değerlendiriyor… Birine göre kriz o kadar derin ki, 2011’e kadar bütün zayıfları silip süpürecek; diğerine göre krizin nedeni psikolojik, yani evham; bugün yarın geçer…
İstanbul Lisesi’nden arkadaşımız, Amerikan Hastanesi’nin yıldız hekimlerinden Sabri Derman kardeşimiz, bu ‘olumlucular’dan o kadar sıkılmış ki, bizim arkadaş ‘ağına’ hoş bir fıkra gönderip en azından biraz rahatlamaya çalışmış. Fıkra şöyle:
“Seyahatten dönen ev sahibi havaalanından bahçıvanına telefon açmış, konuşuyorlar:
- Nasıl, her şey yolunda mı?
- Yolunda... Küreğin sapı kırıldı, şu anda onu tamir ediyordum.
- Neden kırıldı?
- Köpeğinize mezar kazarken zorlamışım, ondan kırıldı.
- Nee! Köpeğim mi öldü?
- Maalesef havuza düştü?
- Benim köpeğim çok iyi yüzerdi; havuzda nasıl ölür?
- Havuzun suyu boşalmıştı, atlayınca betona çakıldı.
- Havuzu yeni doldurtmuştuk, neden boşalttınız?
- İtfaiyeciler evdeki yangını söndürürken ilave suya ihtiyaç duydular.
- Neee evde yangın mı çıktı?
- Evet efendim. Annenizin vefatı dolayısıyla taziyeye gelenlerden biri yanık sigara bırakmış.
- Annem mi öldü? Yahu kadın daha iki hafta önce sapasağlamdı?
- Haklısınız da... Yatak odanızda karınızla en yakın arkadaşınızı aynı yatakta görünce kalbine inmiş.
- Yahu hiç pozitif bir haber yok mu adam sende?
- Var efendim... Geçen gün siz AIDS testi yaptırmıştınız ya... Sonucu geldi, pozitif...”
Bir şeylerin çivisi çıkmış
Demokrasi ve liberalizm meselesinden uzaklaştığımı hissettiğim anların olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum…
Uzaklaştığım bazı anları şöyle sıralayabilirim: Birileri ormanları yaktığı zaman; çocuklara cinsel taciz uygulandığı zaman; yabancı turistlerin ırzına geçildiğinde; canli cansız sivil halkın ortasında bomba patlatıldığında; sivil halka yönelik her türlü şiddet eyleminde; trafikte tıkanıp kaldığım zaman vb…
Bir de şu rating uğruna her türlü değerin hiçe sayılması meselesi var tabii… Avrupa’dan iki örnek var ki, ticari amaç, liberalizm ve demokrasi adına her türlü kültürel miras ve değer sistemlerinin hiçe sayılması konusunda Recep İvedik kardeşim bunların yanında zemzem suyuyla yıkanmış gibi kalır…
Birini daha önce yazmıştım… Sperm yarışı… 12 erkeğin spermleri alınıyor ve bir kadın yumurtasını en hızlı hangisinin dölleyebileceği esasına göre elene elene finale kadar geliyorlar… bu kadar ‘galiz’ olmasa da bu konseptin üstü kapalı olanlarına ülkemizde de sık sık rastlıyoruz… Bu yarışma programının Türkiye’ye getirilmesini her an endişe ile bekledim. Allah’tan şimdilik bir ses yok…
Liberal demokratik ve de ‘pespaye’ rating programı bugüne kadar duyduğum en iğrenci, en ölümcülü…
Neymiş kadıncağız rahim ağzı kanseri olmuş. İki aya kalmazmış,ölecekmiş. Bakmakla yükümlü olduklarına destek olmak istiyormuş. Biri Bizi Gözetliyor’un İngiltere versiyonunda dikkatleri çeken Jade Goody, bu süreci götürüp bir TV’ye satmış… Son isteklerinden biri de evlenmekmiş… Onun hikayesini de satmış… Bir de habgi gün ve saatte öleceği üzerine müşterek bahis oynanmaya başlanmış…
Müptezelliğe bakın…
Hani dünyanın çivisi çıkmış derler ya, bu durumu daha iyi ne anlatabilirdi acaba…
Küresel ısınma ve iklim değişikliği yüzünden canlılık tehdit altında; gelecek bir milyon yıl içinde falan değil. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde… Bu satırları okuyanlar görecekler yani… Doğa bizi cezalandırıyor adeta… Bakın biz neyle uğraşıyoruz…
Gelin de demokrasiyi, liberalizmi sorgulamayın…
Medya kendisini ifade etmeye çalışıyor
Gazetelerin reklam kampanyalarını nasıl buluyorsunuz?
Bana sorarsanız tek cümle ile şöyle diyebilirim: “Körlerle sağarlar, birbirlerini ağarlar!”
Medya Türkiye’deki en itibarsız sektör. Öyle 5 sektör ve/veya kurum arasında değil. 50’lik listede falan… Medyanın altında, sonuncu sırada bir tek meslek, sektör ve kurum vardı: Milletvekilleri ve Meclis. Onlar bile kendilerini üst sıralara attılar. Bizimkiler hâlâ yerlerinde sayıyorlar.
Şimdi bu itibarsızlığı giderecek önlemleri almadan; ‘tencere dibin kara, seninki benden kara’ durumlarına düşülmesine ses çıkarmayarak, reklama yüklenmenin iler tutar tarafı yoktur…
Bu durumdan çıkamamanın temel nedenlerden biri, medya yöneticilerinin kendilerini aynı zamanda iletişim uzmanı olarak görmeleridir. Sadece reklamcı, halkla ilişkilerci olarak görmezler aslında. Onlar ‘herbirşeyci’dirler… Film yönetmeni, metin yazarı, köşe yazarı, yaşam stili uzmanı, psikolog, sosyolog, tarihçi siyasetçi, her şey…
Bir tek somut beceri gerektiren işlerde iddiaları yoktur. Boğazın üzerine gerilmiş bir telin üzerinden yürüyerek geçmek, uçak kullanmak, 100 metreyi 9 saniyenin altında koşmak vb… Hani aslında derinlerde bir yerlerde biraz çalışsalar, bu işlerin üstesinden geleceklerine inanıyorlardır da, abartmış gibi olmamak için ‘çaktırmıyorlardır’ diye düşünüyor insan. Bu yanlarıyla medya yöneticileri, milletvekillerine çok benzerler; toplum nezdindeki itibarları biraz da o nedenle paralellik arz eder…
İşte bu yüzden konumlama ve kendilerini ifade etme konusunda yardım alamazlar. Bu yüzden tirajları onlarca yıldır aynıdır. Bu yüzden reklam gelirleri AB ve ABD ile karşılaştırıldığında yerlerde sürünür. Bu yüzden insana, AR-GE’ye, eğitime, pazarlamaya, etik kodlara (mesleki edebe), entelektüel sermayeye yatırım yapmazlar. Kendileri bütün bu alanların bilgeliğine sahiptirler…
Öyle olunca da kampanyaları parazitli bir radyonun önüne konulmuş amfilikatör etkisi yapar…
Durduk yerde %30 düştüğünü ifade ederek kendilerini zora soktukları reklam gelirlerini artırmak için harcadıkları çaba, yaptıkları reklam da ‘kendin pişir kendin ye’ türü işlerdir. Oysa üçüncü tarafların; onların da son derece itibarlı ve inandırıcı olanlarının konuşturulması gerekir… Medyanın kendisinin ‘Krizde reklam verin, çok iyidir!’ demesi mi davranış değişikliği yaratma konusunda etkili olur; yoksa böyle yapmış ve başarıya ulaşmış üçüncü tarafların başarı öyküleri mi?.. Herhalde ikincisi…
Peki bizler medyada ne yapıyoruz?.. Bakın ortalığa… Siz karar verin.
Erol Simavi, Bab-ı Âli için “Semaye mezarlığıdır!” dermiş. Yazık değil mi. Her yeni gazete, çalışanlar için sağlanan yeni bir olanak, bir umut kapısıdır. Kapanan medya organları ise çalışanların seçme şansını azaltan, umut kırıcı bir darbe… Yazık değil mi?..
İyi numara…
Gören takılıyor. En azından üzerine konuşuyor…
Benim dikkatimi fotoğraftaki birazdan kana bulanacak sahne çekti… Mankenin bacakları açık. Sağ bacağını dizinden 90 derece kıvırıp ayağını sol bacağına dayamış. Ne var bunda değil mi?..
Var!.. Şöyle ki: Topuklu ayakkabının nerdeyse 18 pont yüksekliğindeki incecik topuğunun sipri sipri ucu gelmiş mankenin baldırının içine saplanmış. Sivri uç deriyi göçertmiş; birazdan et saplanacak ve ortalık kan revan içinde kalacak…
Durum bu…
Şimdi soru şu bu iyi mi değil mi? Daha net soralım, hedefe hizmet eder mi etmez mi? Fotoğrafın ilginç olduğu, ilanın konuşturduğu tartışılamaz… Ancak eğer hedef o reklamı gören kadınların o 10 ayakkabıdan birini almak için ya da genel anlamda alış veriş yapmak adına Beymen mağazalarına akın etmelerini sağlamak ise; işte o konuda şüphem var…
Benetton’un o ‘ölümcül’ (makaber) fotoğrafları gibi değil; ancak yine de çok riskli… Marka itibarına hizmet bile kesin değil. Denemeye değer miydi? Kesin değerdi… Herşey o kadar sıradan ki, bu kadarcık aykırılık işe farklı bir boyut ve lezzet getirebilir ve ilgiyi markaya odaklayabilir…
Siz bu kriz ortamında reklam verir miydiniz? Evet kesinlikle verirdim!
Peki, böyle bir reklam mı verirdiniz? Hayır, çok daha satış odaklı, alış verişi tahrik edecek bir yaklaşım sergilerdim…
Ama siz bana bakmayın… Bakın, sözüm ona halkımızın değerlerine takılıp, İvedik 2’nin İvedik 1’den daha az seyirci çekeceğini iddia etmiştim; gördüğünüz gibi büyük olasılıkla yanılıyorum… Onun için söylediklerimi bir ‘mülahazat hanesi’ bırakarak dinleyin (!)..
Dünyaya hangi gözlükle bakmalı?
Şu sıra kriz meselesi günlük sohbetlerin başrol oyuncusu ya… Ortaya çıkan iki yaklaşım var. Biri pozitif; diğeri negatif… Biri her şeye pembe gözlükle bakıyor; diğeri ise takmış kara gölükleri, olan biteni öyle değerlendiriyor… Birine göre kriz o kadar derin ki, 2011’e kadar bütün zayıfları silip süpürecek; diğerine göre krizin nedeni psikolojik, yani evham; bugün yarın geçer…
İstanbul Lisesi’nden arkadaşımız, Amerikan Hastanesi’nin yıldız hekimlerinden Sabri Derman kardeşimiz, bu ‘olumlucular’dan o kadar sıkılmış ki, bizim arkadaş ‘ağına’ hoş bir fıkra gönderip en azından biraz rahatlamaya çalışmış. Fıkra şöyle:
“Seyahatten dönen ev sahibi havaalanından bahçıvanına telefon açmış, konuşuyorlar:
- Nasıl, her şey yolunda mı?
- Yolunda... Küreğin sapı kırıldı, şu anda onu tamir ediyordum.
- Neden kırıldı?
- Köpeğinize mezar kazarken zorlamışım, ondan kırıldı.
- Nee! Köpeğim mi öldü?
- Maalesef havuza düştü?
- Benim köpeğim çok iyi yüzerdi; havuzda nasıl ölür?
- Havuzun suyu boşalmıştı, atlayınca betona çakıldı.
- Havuzu yeni doldurtmuştuk, neden boşalttınız?
- İtfaiyeciler evdeki yangını söndürürken ilave suya ihtiyaç duydular.
- Neee evde yangın mı çıktı?
- Evet efendim. Annenizin vefatı dolayısıyla taziyeye gelenlerden biri yanık sigara bırakmış.
- Annem mi öldü? Yahu kadın daha iki hafta önce sapasağlamdı?
- Haklısınız da... Yatak odanızda karınızla en yakın arkadaşınızı aynı yatakta görünce kalbine inmiş.
- Yahu hiç pozitif bir haber yok mu adam sende?
- Var efendim... Geçen gün siz AIDS testi yaptırmıştınız ya... Sonucu geldi, pozitif...”
Bir şeylerin çivisi çıkmış
Demokrasi ve liberalizm meselesinden uzaklaştığımı hissettiğim anların olmadığını söylersem yalan söylemiş olurum…
Uzaklaştığım bazı anları şöyle sıralayabilirim: Birileri ormanları yaktığı zaman; çocuklara cinsel taciz uygulandığı zaman; yabancı turistlerin ırzına geçildiğinde; canli cansız sivil halkın ortasında bomba patlatıldığında; sivil halka yönelik her türlü şiddet eyleminde; trafikte tıkanıp kaldığım zaman vb…
Bir de şu rating uğruna her türlü değerin hiçe sayılması meselesi var tabii… Avrupa’dan iki örnek var ki, ticari amaç, liberalizm ve demokrasi adına her türlü kültürel miras ve değer sistemlerinin hiçe sayılması konusunda Recep İvedik kardeşim bunların yanında zemzem suyuyla yıkanmış gibi kalır…
Birini daha önce yazmıştım… Sperm yarışı… 12 erkeğin spermleri alınıyor ve bir kadın yumurtasını en hızlı hangisinin dölleyebileceği esasına göre elene elene finale kadar geliyorlar… bu kadar ‘galiz’ olmasa da bu konseptin üstü kapalı olanlarına ülkemizde de sık sık rastlıyoruz… Bu yarışma programının Türkiye’ye getirilmesini her an endişe ile bekledim. Allah’tan şimdilik bir ses yok…
Liberal demokratik ve de ‘pespaye’ rating programı bugüne kadar duyduğum en iğrenci, en ölümcülü…
Neymiş kadıncağız rahim ağzı kanseri olmuş. İki aya kalmazmış,ölecekmiş. Bakmakla yükümlü olduklarına destek olmak istiyormuş. Biri Bizi Gözetliyor’un İngiltere versiyonunda dikkatleri çeken Jade Goody, bu süreci götürüp bir TV’ye satmış… Son isteklerinden biri de evlenmekmiş… Onun hikayesini de satmış… Bir de habgi gün ve saatte öleceği üzerine müşterek bahis oynanmaya başlanmış…
Müptezelliğe bakın…
Hani dünyanın çivisi çıkmış derler ya, bu durumu daha iyi ne anlatabilirdi acaba…
Küresel ısınma ve iklim değişikliği yüzünden canlılık tehdit altında; gelecek bir milyon yıl içinde falan değil. Önümüzdeki 10-15 yıl içinde… Bu satırları okuyanlar görecekler yani… Doğa bizi cezalandırıyor adeta… Bakın biz neyle uğraşıyoruz…
Gelin de demokrasiyi, liberalizmi sorgulamayın…
Medya kendisini ifade etmeye çalışıyor
Gazetelerin reklam kampanyalarını nasıl buluyorsunuz?
Bana sorarsanız tek cümle ile şöyle diyebilirim: “Körlerle sağarlar, birbirlerini ağarlar!”
Medya Türkiye’deki en itibarsız sektör. Öyle 5 sektör ve/veya kurum arasında değil. 50’lik listede falan… Medyanın altında, sonuncu sırada bir tek meslek, sektör ve kurum vardı: Milletvekilleri ve Meclis. Onlar bile kendilerini üst sıralara attılar. Bizimkiler hâlâ yerlerinde sayıyorlar.
Şimdi bu itibarsızlığı giderecek önlemleri almadan; ‘tencere dibin kara, seninki benden kara’ durumlarına düşülmesine ses çıkarmayarak, reklama yüklenmenin iler tutar tarafı yoktur…
Bu durumdan çıkamamanın temel nedenlerden biri, medya yöneticilerinin kendilerini aynı zamanda iletişim uzmanı olarak görmeleridir. Sadece reklamcı, halkla ilişkilerci olarak görmezler aslında. Onlar ‘herbirşeyci’dirler… Film yönetmeni, metin yazarı, köşe yazarı, yaşam stili uzmanı, psikolog, sosyolog, tarihçi siyasetçi, her şey…
Bir tek somut beceri gerektiren işlerde iddiaları yoktur. Boğazın üzerine gerilmiş bir telin üzerinden yürüyerek geçmek, uçak kullanmak, 100 metreyi 9 saniyenin altında koşmak vb… Hani aslında derinlerde bir yerlerde biraz çalışsalar, bu işlerin üstesinden geleceklerine inanıyorlardır da, abartmış gibi olmamak için ‘çaktırmıyorlardır’ diye düşünüyor insan. Bu yanlarıyla medya yöneticileri, milletvekillerine çok benzerler; toplum nezdindeki itibarları biraz da o nedenle paralellik arz eder…
İşte bu yüzden konumlama ve kendilerini ifade etme konusunda yardım alamazlar. Bu yüzden tirajları onlarca yıldır aynıdır. Bu yüzden reklam gelirleri AB ve ABD ile karşılaştırıldığında yerlerde sürünür. Bu yüzden insana, AR-GE’ye, eğitime, pazarlamaya, etik kodlara (mesleki edebe), entelektüel sermayeye yatırım yapmazlar. Kendileri bütün bu alanların bilgeliğine sahiptirler…
Öyle olunca da kampanyaları parazitli bir radyonun önüne konulmuş amfilikatör etkisi yapar…
Durduk yerde %30 düştüğünü ifade ederek kendilerini zora soktukları reklam gelirlerini artırmak için harcadıkları çaba, yaptıkları reklam da ‘kendin pişir kendin ye’ türü işlerdir. Oysa üçüncü tarafların; onların da son derece itibarlı ve inandırıcı olanlarının konuşturulması gerekir… Medyanın kendisinin ‘Krizde reklam verin, çok iyidir!’ demesi mi davranış değişikliği yaratma konusunda etkili olur; yoksa böyle yapmış ve başarıya ulaşmış üçüncü tarafların başarı öyküleri mi?.. Herhalde ikincisi…
Peki bizler medyada ne yapıyoruz?.. Bakın ortalığa… Siz karar verin.
Erol Simavi, Bab-ı Âli için “Semaye mezarlığıdır!” dermiş. Yazık değil mi. Her yeni gazete, çalışanlar için sağlanan yeni bir olanak, bir umut kapısıdır. Kapanan medya organları ise çalışanların seçme şansını azaltan, umut kırıcı bir darbe… Yazık değil mi?..