Ben de küçük bir şeytanım
09 EKİM 2006
Hem eğlenceli hem de düşündürücü, keyifli bir film görmek istiyorsanız, The Devil Wears Prada’yı (Şeytan Marka Giyer) mutlaka izleyin. Her ne kadar Prada’yı neden kullanmadıklarını anlamamış olsam da, filmin Türkçe adı da hayli çarpıcı ve tartışmaya açık... Vogue dergisinin efsanevi editörü Anna Wintour’un asistanı Lauren Weisberger’in anılarından yola çıkılarak yazdığı romandan uyarlanmış film.
Önden hemen teslim edeyim. Ben de bir marka meraklısıyım! Gençlerin Tiki dedikleri düzeyde bir ‘marka özentisi’, ya da ruhsal dengelerini tüketim ekonomisinde bulacağını zanneden alış veriş merkezi ya da butik faresi değilim elbette. Marka merakımın son derece rasyonel nedenleri var...
Bir kere marka yaratmanın ve onu rekabetçi ortamda korumanın ne demek olduğunu bilirim. Bu yüzden satış öncesi, sırası ve sonrasında çok daha iyi hizmet alacağım kesindir. Almazsam da adres bellidir. Mutlaka hesap soracak bir merci bulurum. Yoksa marka olunmaz zaten. ‘Merdiven altı’ olunur.
Markalar ar-ge’ye yatırım yapmak durumundadırlar. Bu nedenle zamanın hep bir adım önünde olma zorunlulukları vardır. Marka yıllar sonra da değerini koruyacak şekilde kendisini konumlandırır. Bu nedenle markalı ürünün ömrü daha uzundur...
Sahte etiketle pazardan aynısını daha ucuza aldığını iddia eden ‘cinler’ değil, adam gibi marka alanlar daha akıllıdır. İşte o akıllılar bu filmden özel bir zevk alacaklardır.
Ben filmde ‘şeytan’ gibi gösterilen editörü (Meryl Streep) tuttum tabii ki... Ve asistanın ucuzcu, küçük burjuva tavır ve tercihlerini onaylamadım; ama bu durum, asistan rolündeki olağanüstü yaratığın (Anne Hathaway) endamına ve sevimli duruşuna hayran olmama engel teşkil etmedi... Benzer nedenlerle filmin finaliyle de mutabık değilim... Benim kahramanım başka türlü karar verirdi finalde... İzleyin bana hak vereceksiniz...
Filmi izlerken bir ara sordum kendime: Gelişmiş ülkelerde içinden çıktığı sektörü belirleyen, ona yön veren, vurduğu yerden ses çıkartan onlarca dergi varken bizde Allah için neden bir tane bile yok? Neden bizde “Keserim reklamları haa!” tehditleri hâlâ bu kadar etkilidir ve dergiler sektörü değil sektör dergileri parmağında oynatır?..
Ben bu soruyu Forbes’un Avrupa sorumlusuna sormuştum. O da kendi başlarına gelen Ralph Lauren olayından söz etmişti. “Bir haberimizden dolayı reklamı keseriz, dediler ve kestiler de. Hiçbir şey olmadı. Yüzlerce sayfanın içinde bir tanesi gitmiş; ciddi bir etki yapmaz. Sonra aramız tekrar düzeldi zaten”...
Forbes’un adamı haklıydı. Çünkü Forbes bağımsız bir kuruluştu. Kendisine Türkiye’de durumun böyle olmadığını anlattım. Dergiler bağımsız değildiler; büyük yayın kuruluşlarının birer parçasıydılar. Ve dergiler reklam veren müşterinin beğenmediği herhangi bir tavır aldıklarında, müşteri sadece dergiye verdiği tek sayfayı değil, grubun tüm TV’lerine, gazetelerine, radyolarına verdiği reklamları pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanabiliyor; ya haberi durdurabiliyor; ya da haberi yapan muhabirin, yazarın, hatta yöneticinin kellesini isteyebiliyordu...
Bu tür baskılara sadece bazı gazeteler direnebiliyor. Onlar da saygınlıklarını koruyorlar zaten. Ama dergilerde durum filmdeki gibi değil... Hiç değil... Bu yüzden de Duygu Asena’dan bu yana ‘sektöre yön veren’ efsane dergi editörleri yetişmiyor. Onun da ‘efsaneliği’ sektörden, tekstil sanayinden ve moda dünyasından değil, kadın haklarına sahip çıkmasından geliyordu...
Filmi sadece bu eksende izlemeyin... İçinde geçen markaları, gelişmiş kapitalist koşullardaki -şeytani bulunsa da- üretim ve insan ilişkileri, renkli moda dünyasının arkasındaki sistem ile ilgili bir nebze olsun fikir sahibi olmak için de izleyin. Göreceksiniz, başta dün gazetelerde yer alan Karl Lagerfeld haberi olmak üzere pek çok moda haberinin perde arkasını daha iyi anlayacaksınız...
Bir insan, iki röportaj, iki yaklaşım...
Ufuk Güldemir’i uzun yıllardır tanımam. Ama iyi tanırım. Belki çok sevmem ama iyi severim... Kendisini sevmem ve saymam, sadece bendeki cevheri yeniden keşfettiği (!) için değildir. Haberturk’de genel yayın yönetmeni Melih Meriç’e olur’unu verip Özlem Gürses’le birlikte oluşturduğumuz formata yeşil ışık yakmasa da, benim mesleki hayatım bir şekilde devam ederdi... Ona karşı sevgim, bana kendisiyle aynı kültür ve değerlerde buluştuğumuzu her fırsatta hissettirmesinden kaynaklanıyordu. Her buluşmamızda kendimi bu dünyada daha az yalnız hisseder, mutlaka bir iki yeni şey öğrenmiş olarak ayrılırdım yanından.
Ufuk’la yapılmış iki ayrı röportajı bu hafta sonu ayrı bir keyif ve özenle okudum. Birini bizim Oray Eğin yapmıştı. Cumartesi, Pazar üst üste yayınlandı. Diğeri de Ayşe Arman’ın imzasını taşıyordu. Dün yayınlandı. Sadece Güldemir’i daha iyi anlamak adına değil, iki gazeteci arkadaşımız da tanımak adına ilginç bir deneyimdi bence. Gazetecilik eğitiminde masaya yatırılıp analiz edilmesi gereken iki iş çıkmış ortaya... Ayşe’nin sayfasının mizanpajı eğlenceli idi. Eğin’in yazdıkları ise bu mesleğe gönül veren herkese ders niteliğinde. Ayşe’nin röportajını okurken heyecanlandım. Oray Eğin’in yazdıklarını okurken düşündüm... Birinde ‘hastalık’, ‘drama’ öndeydi; diğerinde gazetecilik kariyerinin ince yol kıvrımları... Birinde yazar dışarıdan bakmak için özen göstermiş; diğerinde yazarın kendisi de her satırda var...
Her ikisi de Ufuk Güldemir’in bana bir adım daha yaklaştırdılar...
Poyrazoğlu iş dünyasında da star
Geçenlerde Teknoloji Holding’de bir toplantıdayım. Konu Management Center Türkiye’nin düzenlediği Pazarlama Zirvesi’nde Ali Poyrazoğlu’nun yapacağı konuşmanın içeriği... Ali’nin hiç ihtiyacı yok ya. Kibarlık ediyor; “Konuşmanın kanevası nasıl olsun” diye danışıyor...
Ali’nin gözü tam da masanın ortasında duran dergiye takılıyor. Teknoloji Holding’in kurumsal yayını Thema’nın özenle hazırlanmış son sayısı. “İşte!” diyor Ali, “Ne uzağa gidiyorsunuz konu burada! Yaratıcı insanı nasıl yetiştireceğiz meselesini, derginin kapak konusunda ele alınan başlıkla inceleyebiliriz: Yetenek Ekonomisi!”
Ben bu arada Ali’yi hayranlıkla izliyorum. İş dünyasına hiç bilmediğiniz kadar dalmış. Hem de ne derinlikle. “Başkan’ın Adamları” (Wag the dog) filminde Robert De Niro’nun canlandırdığı abartılı bir iletişim ustası vardı. Onu alın; üstüne ciddi bir pazarlama iletişimi, insan kaynakları bilgisi koyun; bir de bir eğitimci, konuşmacı kimliği ekleyin; tamamını onca yıllık sahne deneyimi ve entelektüel birikimle çarpın: İşte size Ali Poyrazoğlu... Tiyatro yetmez, onu bir de iş dünyasına ders verirken izlemelisiniz...
Önden hemen teslim edeyim. Ben de bir marka meraklısıyım! Gençlerin Tiki dedikleri düzeyde bir ‘marka özentisi’, ya da ruhsal dengelerini tüketim ekonomisinde bulacağını zanneden alış veriş merkezi ya da butik faresi değilim elbette. Marka merakımın son derece rasyonel nedenleri var...
Bir kere marka yaratmanın ve onu rekabetçi ortamda korumanın ne demek olduğunu bilirim. Bu yüzden satış öncesi, sırası ve sonrasında çok daha iyi hizmet alacağım kesindir. Almazsam da adres bellidir. Mutlaka hesap soracak bir merci bulurum. Yoksa marka olunmaz zaten. ‘Merdiven altı’ olunur.
Markalar ar-ge’ye yatırım yapmak durumundadırlar. Bu nedenle zamanın hep bir adım önünde olma zorunlulukları vardır. Marka yıllar sonra da değerini koruyacak şekilde kendisini konumlandırır. Bu nedenle markalı ürünün ömrü daha uzundur...
Sahte etiketle pazardan aynısını daha ucuza aldığını iddia eden ‘cinler’ değil, adam gibi marka alanlar daha akıllıdır. İşte o akıllılar bu filmden özel bir zevk alacaklardır.
Ben filmde ‘şeytan’ gibi gösterilen editörü (Meryl Streep) tuttum tabii ki... Ve asistanın ucuzcu, küçük burjuva tavır ve tercihlerini onaylamadım; ama bu durum, asistan rolündeki olağanüstü yaratığın (Anne Hathaway) endamına ve sevimli duruşuna hayran olmama engel teşkil etmedi... Benzer nedenlerle filmin finaliyle de mutabık değilim... Benim kahramanım başka türlü karar verirdi finalde... İzleyin bana hak vereceksiniz...
Filmi izlerken bir ara sordum kendime: Gelişmiş ülkelerde içinden çıktığı sektörü belirleyen, ona yön veren, vurduğu yerden ses çıkartan onlarca dergi varken bizde Allah için neden bir tane bile yok? Neden bizde “Keserim reklamları haa!” tehditleri hâlâ bu kadar etkilidir ve dergiler sektörü değil sektör dergileri parmağında oynatır?..
Ben bu soruyu Forbes’un Avrupa sorumlusuna sormuştum. O da kendi başlarına gelen Ralph Lauren olayından söz etmişti. “Bir haberimizden dolayı reklamı keseriz, dediler ve kestiler de. Hiçbir şey olmadı. Yüzlerce sayfanın içinde bir tanesi gitmiş; ciddi bir etki yapmaz. Sonra aramız tekrar düzeldi zaten”...
Forbes’un adamı haklıydı. Çünkü Forbes bağımsız bir kuruluştu. Kendisine Türkiye’de durumun böyle olmadığını anlattım. Dergiler bağımsız değildiler; büyük yayın kuruluşlarının birer parçasıydılar. Ve dergiler reklam veren müşterinin beğenmediği herhangi bir tavır aldıklarında, müşteri sadece dergiye verdiği tek sayfayı değil, grubun tüm TV’lerine, gazetelerine, radyolarına verdiği reklamları pazarlık ve tehdit unsuru olarak kullanabiliyor; ya haberi durdurabiliyor; ya da haberi yapan muhabirin, yazarın, hatta yöneticinin kellesini isteyebiliyordu...
Bu tür baskılara sadece bazı gazeteler direnebiliyor. Onlar da saygınlıklarını koruyorlar zaten. Ama dergilerde durum filmdeki gibi değil... Hiç değil... Bu yüzden de Duygu Asena’dan bu yana ‘sektöre yön veren’ efsane dergi editörleri yetişmiyor. Onun da ‘efsaneliği’ sektörden, tekstil sanayinden ve moda dünyasından değil, kadın haklarına sahip çıkmasından geliyordu...
Filmi sadece bu eksende izlemeyin... İçinde geçen markaları, gelişmiş kapitalist koşullardaki -şeytani bulunsa da- üretim ve insan ilişkileri, renkli moda dünyasının arkasındaki sistem ile ilgili bir nebze olsun fikir sahibi olmak için de izleyin. Göreceksiniz, başta dün gazetelerde yer alan Karl Lagerfeld haberi olmak üzere pek çok moda haberinin perde arkasını daha iyi anlayacaksınız...
Bir insan, iki röportaj, iki yaklaşım...
Ufuk Güldemir’i uzun yıllardır tanımam. Ama iyi tanırım. Belki çok sevmem ama iyi severim... Kendisini sevmem ve saymam, sadece bendeki cevheri yeniden keşfettiği (!) için değildir. Haberturk’de genel yayın yönetmeni Melih Meriç’e olur’unu verip Özlem Gürses’le birlikte oluşturduğumuz formata yeşil ışık yakmasa da, benim mesleki hayatım bir şekilde devam ederdi... Ona karşı sevgim, bana kendisiyle aynı kültür ve değerlerde buluştuğumuzu her fırsatta hissettirmesinden kaynaklanıyordu. Her buluşmamızda kendimi bu dünyada daha az yalnız hisseder, mutlaka bir iki yeni şey öğrenmiş olarak ayrılırdım yanından.
Ufuk’la yapılmış iki ayrı röportajı bu hafta sonu ayrı bir keyif ve özenle okudum. Birini bizim Oray Eğin yapmıştı. Cumartesi, Pazar üst üste yayınlandı. Diğeri de Ayşe Arman’ın imzasını taşıyordu. Dün yayınlandı. Sadece Güldemir’i daha iyi anlamak adına değil, iki gazeteci arkadaşımız da tanımak adına ilginç bir deneyimdi bence. Gazetecilik eğitiminde masaya yatırılıp analiz edilmesi gereken iki iş çıkmış ortaya... Ayşe’nin sayfasının mizanpajı eğlenceli idi. Eğin’in yazdıkları ise bu mesleğe gönül veren herkese ders niteliğinde. Ayşe’nin röportajını okurken heyecanlandım. Oray Eğin’in yazdıklarını okurken düşündüm... Birinde ‘hastalık’, ‘drama’ öndeydi; diğerinde gazetecilik kariyerinin ince yol kıvrımları... Birinde yazar dışarıdan bakmak için özen göstermiş; diğerinde yazarın kendisi de her satırda var...
Her ikisi de Ufuk Güldemir’in bana bir adım daha yaklaştırdılar...
Poyrazoğlu iş dünyasında da star
Geçenlerde Teknoloji Holding’de bir toplantıdayım. Konu Management Center Türkiye’nin düzenlediği Pazarlama Zirvesi’nde Ali Poyrazoğlu’nun yapacağı konuşmanın içeriği... Ali’nin hiç ihtiyacı yok ya. Kibarlık ediyor; “Konuşmanın kanevası nasıl olsun” diye danışıyor...
Ali’nin gözü tam da masanın ortasında duran dergiye takılıyor. Teknoloji Holding’in kurumsal yayını Thema’nın özenle hazırlanmış son sayısı. “İşte!” diyor Ali, “Ne uzağa gidiyorsunuz konu burada! Yaratıcı insanı nasıl yetiştireceğiz meselesini, derginin kapak konusunda ele alınan başlıkla inceleyebiliriz: Yetenek Ekonomisi!”
Ben bu arada Ali’yi hayranlıkla izliyorum. İş dünyasına hiç bilmediğiniz kadar dalmış. Hem de ne derinlikle. “Başkan’ın Adamları” (Wag the dog) filminde Robert De Niro’nun canlandırdığı abartılı bir iletişim ustası vardı. Onu alın; üstüne ciddi bir pazarlama iletişimi, insan kaynakları bilgisi koyun; bir de bir eğitimci, konuşmacı kimliği ekleyin; tamamını onca yıllık sahne deneyimi ve entelektüel birikimle çarpın: İşte size Ali Poyrazoğlu... Tiyatro yetmez, onu bir de iş dünyasına ders verirken izlemelisiniz...