Ben de seni seviyorum İlhan Ağabey
18 TEMMUZ 2004
İlhan Selçuk, çocukluğumdan başlayarak hayranlık duyduğum bir kişiliktir. Bizim kuşak bilir. 60’lı yıllarda Çetin Altan – İlhan Selçuk okumak bir tür ayrıcalıktı. Her ikisi de sol düşünceye aşina olmaya çalışanlar için birer bayraktı.
70’li yıllarda kendisi ve rahmetli eşi ile ailece tanışma fırsatı bulmuştum. Sevgim ve saygım daha da artmıştı. 1978’de Milliyet’e iş başvurusunda bulunduğumda Mengü Ertel ile birlikte İlhan Ağabey’i de referans göstermiş, sonradan iş başvurumun bu nedenle reddedildiğini öğrenmiştim. Sonradan Sezen Aksu ve o zamanki nişanlısı Üstün Doruk araya girmişler, gazetecilik serüvenim öyle başlayabilmişti… İlhan Ağabeyin benim üzerinde hakkı vardır. Birbirimizi, dört dörtlük beğenmesek de, görüşlerimiz üst üste çakışmasa da, severiz. Sevmek ve beğenmenin aynı şeyler olmadığını o zamanlar öğrenmeye başlamıştım.
Geçen hafta iletişim yönetimi konusunda ortadaki karmaşadan söz ederken “Ya bileceksin, ya da güveneceksin” başlıklı yazıda Dücane Cündioğlu’ndan duyduğum bir sözü naklen dile getirmiştim. Cündioğlu’nun İslam dünyasında anonim olarak kullanılan ‘hikmetli sözler’den biri’ dediği, Ernst Junger’in de ‘İslam dünyasından seçilmiş hikmetli sözlerin arasında’ yer verdiğini ifade ettiği, saptamaya göre dört tür insan vardı: “1. Bilmeyenler ve bilmediklerini bilmeyenler. Bunlar ahmaktır. Böylelerinden uzak duracaksın. 2. Bilmeyenler fakat bilmediklerini bilenler. Bunlardan iyi öğrenci olur. 3. Bilenler fakat bildiklerini bilmeyenler. Bunlardan çok iyi öğretmen çıkar. 4. Bilenler ve bildiklerini bilenler. Bunların ise peşinden gidilir.”
İlhan Ağabey, geçen hafta biraz da bu saptamadan yola çıkarak, Cündioğlu’nun “dinci” ve “iktidarın sesi” olduğunu belirttiği Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde Adolf Hitler üzerine yazdıklarına gönderme yapıp, kendi görüşlerine göre yazıda bazı maddi 'bilgi' hataları tespit ettiğini belirtiyor ve bana bir mesaj iletiyordu: “Eh, bunun üzerine bir sorayım dedim, Ali ile hukukumuz eskidir, köşesine aldığı saptamaya göre Cündioğlu dört şıktan hangisine giriyor?”
İlhan Ağabey’in sorusunu emir telakki ettim. Bu konuda benim de bir fikrim vardı tabii. Ama yine de Dücane Bey’in kendisine sordum. O da net bir şekilde yanıtladı: “İkinci şıkta yer almaktayım!”… Yani bilmediğini bilenlerin arasında… Ben de kendimi aynı kategoride görürüm…
Dücane Bey'in Hitler ile ilgili yazısında 'bilgi hatası' olup olmadığı hususunu değerlendirmek benim haddimi aşar. Yanıt verip vermemek yazarın bileceği iştir. Ama İlhan Ağabey'in sorusu üzerine Cündioğlu üzerine iki kelam etmek benim için farz oldu.
Önce kullanılmış olan saptama üzerine iki laf edelim: Burada ‘bilmek’ten maksat ‘her şeyi bilmek’ değildir. Daha çok kendini bilmek ima edilmektedir. Yani bir şeyi ‘yanlış bilmek’ bu skalaya dahil değildir.
Gelelim Dücane Bey’e… Cündioğlu da İlhan Ağabey gibi, sayıları çok fazla olmayan, sevdiğim insanlar arasındadır. Beğenmediğim, hem fikir olmadığım bazı görüşleri, onun gelişmiş insani değerleri ile buluşmama engel değildir. Ayrıca Dücane Bey’in, felsefe, mantık, dil bilim, İslam düşüncesi ve tarihi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ortak ruhi şekillenmemiz içine işlemiş değer sistemi hakkındaki engin bilgi birikimine her zaman hayranlık duydum. Kendisinin de katıldığı, MTV’de yayınlanan ‘NPQ tartışıyor’ adlı entelektüel sohbet programında bu hayranlığım giderek pekişti.
İnsanların fikirlerinin, yani dünya görüşlerinin çok sık değişim gösterebileceğine tanık olmuşumdur. Ama değer sistemleri, ruhi tekamül düzeyleri kolay kolay değişmez. Benim için aslolan da insanları bu ‘öz’üdür, içerikleri değil.
Örneğin, Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i ve onun Almanya’sını savunmuş olması, benim Cumhuriyet gazetesine saygımı ve onunla özdeşleşmiş olan ‘alameti farikası’ İlhan Ağabey’ime karşı sevgimi etkilemez.
Kedi aslan doğurmuş
Kendisini gazetecik yıllarından tanımasam, sadece kitaba bakarak “İşte erkekler dünyasının en ‘macho’ temsilcisi” diyeceğim. Oysa Serhat Ayan o yıllarda tanıdığım kadarıyla sadece eşinin değil, tüm cinsi latiflerin yanında süt dökmüş kedi gibi biri idi. Meğer o kediciğin kalbinde ne aslanlar yatarmış...
Serhat, 1971 doğumlu. İnternet ve kültür-sanata meraklı bir bilişim gazetecisi. 1995 yılından beri internet dünyasının içinde. 1997 yılında dünya evine girdi. İki sene evlilik tecrübesinden sonra, eşine söylemeye cesaret edemediklerini ifade etmek için olsa gerek, 1999 yılında internet üzerinde ‘evli erkekler kulübü’nü (www.evlierkeklerkulubu.org) kurmuş. (Kitap da aynı adı taşıyor)
Erkeklerin kendi aralarındaki iletişim ihtiyacını (buna geyik de deniyor) bir rastlantı eseri fark ederek, bu sitede dile getirilen konuları, kendi yorumlarıyla birleştirip keyifli bir kitap haline getirmiş. Siteye girmesi yasak olan kadınları biraz kızdıracak belki ama, sürekli karnından konuşan ve gerçek düşüncelerini bir türlü dile getiremeyen erkek milletini bir hayli rahatlatacak bir kitap çıkmış ortaya. Yaz tatili için kendisini yalnız hisseden, kendisi gibi düşünen diğer evli erkeklerle buluşmak isteyen erkeklere ve mazoşist eğilimli hanımlara şiddetle tavsiye olunur. Ayrıca bizim erkekler evlilik ve kadın konusunda ne hisseder, neler konuşur, diye merak eden iletişimcilere de tabii...
Saksofonlu banka reklamı
Dramatik ışıklı, arka fonu karartılmış bir sahnede saksofon çalan bir adam… Hoş bir parça çalıyor… Kamera çevresinde dolaşıyor… Filmin üzerine konuşan dış sesi kaldırsalar, İstanbul Müzik Festivali’nin tanıtım filmini izlemekte olduğunuza, nesine olursa olsun bahse girebilirsiniz. Oysa söz konusu bir banka reklamı. Garanti Bankası’nın Portföy Hizmetleri ile ilgili.
Bana o ünlü fıkrayı hatırlattı. Hani, adam çarşıda dolaşırken bakmış bir dükkanın vitrininde rengarenk akide şekerleri. Girmiş içeri. Yarım kilo akide şekeri istemiş. İçerdeki beyaz gömlekli adam biraz şaşkın yanıtlamış: “Biz şeker satmıyoruz ki!” Beyaz gömlekliyi şöyle bir süzen adam sormuş:”O halde vitrine o şekerleri niye koydunuz?”.. “Biz sünnetçiyiz beyefendi” demiş beyaz gömlekli, “Ne koyacaktık vitrine?..”
Bankalar yıllarca, reklamlarında durmadan para sayan insanlar, teknoloji gelişince de para sayan makineler gösterdiler. Aradan geçen zaman içinde verilen hizmeti anlatmayı tercih ettiler. O zaman da ekranlarda aldıkları hizmetten deliler gibi mutlu olan insanlar gördük. Birbirlerine giderek benzeyen reklamların kirliliği o kadar artmış, algılama oranını düşürmüş olmalı ki, Garanti Bankası, stoper olarak saksofon çalan bir adamı, herhalde hedef kitlesine uygunluğu nedeniyle, tercih etmiş. Darbuka çalan birini de gösterebilirdi. Görüntü ile reklam metni içeriğinde doğrudan bir bağlantı yok. Olması gerekmiyor bu durumda. Garanti ve ajansını cesaretleri için kutluyorum.
İlk 5 bu hafta zordu
Bu hafta gazetelerde yer alan etkili reklamların sayısı çok fazlaydı. İlk 5’i seçerken bayağı zorlandık.
Kör kör parmağım gözüne olmayan, okura fırsat tanıyan, bir nebze olsun fikri, özellikle de duygusal açıdan kendisinden bir şeyler katarak reklamı tamamlama şansı veren reklamlar arasında seçim yapmak kolay değildi:
1. Akbank “Yanınızda kim var”. Ben de çocukluğumda koynumda bir bebek ayı ile uyurdum… 2. Arçelik “En ekonomik Çamaşır makinesi”. Ne muhteşem tam sayfa fotoğraf öyle?.. 3. Clearplan “Dünyada yüz binlerce kadın anne olmak için Clearplan’ı seçti. Şimdi sıra sizde”. Bebekler reklamda her zaman duyguları harekete geçirir.4. Koleksiyon “Ev’in çizgilerinde yeni bir gün”. Şıklık ile sadelik ancak böyle biraraya gelir. Sadece işyerinde değil, evde de varız diyor. 5. Şeker Leasing “Yatırımlarınız için tatlı bir fırsat”. Halka açılmalarda kara kuru ilanlardan kurtulmakta olduğumuzu müjdeliyor. TV reklamları da süper!
(Dikkat aşağıdaki yazı tampondur. Yer varsa kullanalım!)
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçen ay Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.
70’li yıllarda kendisi ve rahmetli eşi ile ailece tanışma fırsatı bulmuştum. Sevgim ve saygım daha da artmıştı. 1978’de Milliyet’e iş başvurusunda bulunduğumda Mengü Ertel ile birlikte İlhan Ağabey’i de referans göstermiş, sonradan iş başvurumun bu nedenle reddedildiğini öğrenmiştim. Sonradan Sezen Aksu ve o zamanki nişanlısı Üstün Doruk araya girmişler, gazetecilik serüvenim öyle başlayabilmişti… İlhan Ağabeyin benim üzerinde hakkı vardır. Birbirimizi, dört dörtlük beğenmesek de, görüşlerimiz üst üste çakışmasa da, severiz. Sevmek ve beğenmenin aynı şeyler olmadığını o zamanlar öğrenmeye başlamıştım.
Geçen hafta iletişim yönetimi konusunda ortadaki karmaşadan söz ederken “Ya bileceksin, ya da güveneceksin” başlıklı yazıda Dücane Cündioğlu’ndan duyduğum bir sözü naklen dile getirmiştim. Cündioğlu’nun İslam dünyasında anonim olarak kullanılan ‘hikmetli sözler’den biri’ dediği, Ernst Junger’in de ‘İslam dünyasından seçilmiş hikmetli sözlerin arasında’ yer verdiğini ifade ettiği, saptamaya göre dört tür insan vardı: “1. Bilmeyenler ve bilmediklerini bilmeyenler. Bunlar ahmaktır. Böylelerinden uzak duracaksın. 2. Bilmeyenler fakat bilmediklerini bilenler. Bunlardan iyi öğrenci olur. 3. Bilenler fakat bildiklerini bilmeyenler. Bunlardan çok iyi öğretmen çıkar. 4. Bilenler ve bildiklerini bilenler. Bunların ise peşinden gidilir.”
İlhan Ağabey, geçen hafta biraz da bu saptamadan yola çıkarak, Cündioğlu’nun “dinci” ve “iktidarın sesi” olduğunu belirttiği Yeni Şafak gazetesindeki köşesinde Adolf Hitler üzerine yazdıklarına gönderme yapıp, kendi görüşlerine göre yazıda bazı maddi 'bilgi' hataları tespit ettiğini belirtiyor ve bana bir mesaj iletiyordu: “Eh, bunun üzerine bir sorayım dedim, Ali ile hukukumuz eskidir, köşesine aldığı saptamaya göre Cündioğlu dört şıktan hangisine giriyor?”
İlhan Ağabey’in sorusunu emir telakki ettim. Bu konuda benim de bir fikrim vardı tabii. Ama yine de Dücane Bey’in kendisine sordum. O da net bir şekilde yanıtladı: “İkinci şıkta yer almaktayım!”… Yani bilmediğini bilenlerin arasında… Ben de kendimi aynı kategoride görürüm…
Dücane Bey'in Hitler ile ilgili yazısında 'bilgi hatası' olup olmadığı hususunu değerlendirmek benim haddimi aşar. Yanıt verip vermemek yazarın bileceği iştir. Ama İlhan Ağabey'in sorusu üzerine Cündioğlu üzerine iki kelam etmek benim için farz oldu.
Önce kullanılmış olan saptama üzerine iki laf edelim: Burada ‘bilmek’ten maksat ‘her şeyi bilmek’ değildir. Daha çok kendini bilmek ima edilmektedir. Yani bir şeyi ‘yanlış bilmek’ bu skalaya dahil değildir.
Gelelim Dücane Bey’e… Cündioğlu da İlhan Ağabey gibi, sayıları çok fazla olmayan, sevdiğim insanlar arasındadır. Beğenmediğim, hem fikir olmadığım bazı görüşleri, onun gelişmiş insani değerleri ile buluşmama engel değildir. Ayrıca Dücane Bey’in, felsefe, mantık, dil bilim, İslam düşüncesi ve tarihi, Osmanlı İmparatorluğu'nun ortak ruhi şekillenmemiz içine işlemiş değer sistemi hakkındaki engin bilgi birikimine her zaman hayranlık duydum. Kendisinin de katıldığı, MTV’de yayınlanan ‘NPQ tartışıyor’ adlı entelektüel sohbet programında bu hayranlığım giderek pekişti.
İnsanların fikirlerinin, yani dünya görüşlerinin çok sık değişim gösterebileceğine tanık olmuşumdur. Ama değer sistemleri, ruhi tekamül düzeyleri kolay kolay değişmez. Benim için aslolan da insanları bu ‘öz’üdür, içerikleri değil.
Örneğin, Cumhuriyet Gazetesinin kurucusu Yunus Nadi’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında Hitler’i ve onun Almanya’sını savunmuş olması, benim Cumhuriyet gazetesine saygımı ve onunla özdeşleşmiş olan ‘alameti farikası’ İlhan Ağabey’ime karşı sevgimi etkilemez.
Kedi aslan doğurmuş
Kendisini gazetecik yıllarından tanımasam, sadece kitaba bakarak “İşte erkekler dünyasının en ‘macho’ temsilcisi” diyeceğim. Oysa Serhat Ayan o yıllarda tanıdığım kadarıyla sadece eşinin değil, tüm cinsi latiflerin yanında süt dökmüş kedi gibi biri idi. Meğer o kediciğin kalbinde ne aslanlar yatarmış...
Serhat, 1971 doğumlu. İnternet ve kültür-sanata meraklı bir bilişim gazetecisi. 1995 yılından beri internet dünyasının içinde. 1997 yılında dünya evine girdi. İki sene evlilik tecrübesinden sonra, eşine söylemeye cesaret edemediklerini ifade etmek için olsa gerek, 1999 yılında internet üzerinde ‘evli erkekler kulübü’nü (www.evlierkeklerkulubu.org) kurmuş. (Kitap da aynı adı taşıyor)
Erkeklerin kendi aralarındaki iletişim ihtiyacını (buna geyik de deniyor) bir rastlantı eseri fark ederek, bu sitede dile getirilen konuları, kendi yorumlarıyla birleştirip keyifli bir kitap haline getirmiş. Siteye girmesi yasak olan kadınları biraz kızdıracak belki ama, sürekli karnından konuşan ve gerçek düşüncelerini bir türlü dile getiremeyen erkek milletini bir hayli rahatlatacak bir kitap çıkmış ortaya. Yaz tatili için kendisini yalnız hisseden, kendisi gibi düşünen diğer evli erkeklerle buluşmak isteyen erkeklere ve mazoşist eğilimli hanımlara şiddetle tavsiye olunur. Ayrıca bizim erkekler evlilik ve kadın konusunda ne hisseder, neler konuşur, diye merak eden iletişimcilere de tabii...
Saksofonlu banka reklamı
Dramatik ışıklı, arka fonu karartılmış bir sahnede saksofon çalan bir adam… Hoş bir parça çalıyor… Kamera çevresinde dolaşıyor… Filmin üzerine konuşan dış sesi kaldırsalar, İstanbul Müzik Festivali’nin tanıtım filmini izlemekte olduğunuza, nesine olursa olsun bahse girebilirsiniz. Oysa söz konusu bir banka reklamı. Garanti Bankası’nın Portföy Hizmetleri ile ilgili.
Bana o ünlü fıkrayı hatırlattı. Hani, adam çarşıda dolaşırken bakmış bir dükkanın vitrininde rengarenk akide şekerleri. Girmiş içeri. Yarım kilo akide şekeri istemiş. İçerdeki beyaz gömlekli adam biraz şaşkın yanıtlamış: “Biz şeker satmıyoruz ki!” Beyaz gömlekliyi şöyle bir süzen adam sormuş:”O halde vitrine o şekerleri niye koydunuz?”.. “Biz sünnetçiyiz beyefendi” demiş beyaz gömlekli, “Ne koyacaktık vitrine?..”
Bankalar yıllarca, reklamlarında durmadan para sayan insanlar, teknoloji gelişince de para sayan makineler gösterdiler. Aradan geçen zaman içinde verilen hizmeti anlatmayı tercih ettiler. O zaman da ekranlarda aldıkları hizmetten deliler gibi mutlu olan insanlar gördük. Birbirlerine giderek benzeyen reklamların kirliliği o kadar artmış, algılama oranını düşürmüş olmalı ki, Garanti Bankası, stoper olarak saksofon çalan bir adamı, herhalde hedef kitlesine uygunluğu nedeniyle, tercih etmiş. Darbuka çalan birini de gösterebilirdi. Görüntü ile reklam metni içeriğinde doğrudan bir bağlantı yok. Olması gerekmiyor bu durumda. Garanti ve ajansını cesaretleri için kutluyorum.
İlk 5 bu hafta zordu
Bu hafta gazetelerde yer alan etkili reklamların sayısı çok fazlaydı. İlk 5’i seçerken bayağı zorlandık.
Kör kör parmağım gözüne olmayan, okura fırsat tanıyan, bir nebze olsun fikri, özellikle de duygusal açıdan kendisinden bir şeyler katarak reklamı tamamlama şansı veren reklamlar arasında seçim yapmak kolay değildi:
1. Akbank “Yanınızda kim var”. Ben de çocukluğumda koynumda bir bebek ayı ile uyurdum… 2. Arçelik “En ekonomik Çamaşır makinesi”. Ne muhteşem tam sayfa fotoğraf öyle?.. 3. Clearplan “Dünyada yüz binlerce kadın anne olmak için Clearplan’ı seçti. Şimdi sıra sizde”. Bebekler reklamda her zaman duyguları harekete geçirir.4. Koleksiyon “Ev’in çizgilerinde yeni bir gün”. Şıklık ile sadelik ancak böyle biraraya gelir. Sadece işyerinde değil, evde de varız diyor. 5. Şeker Leasing “Yatırımlarınız için tatlı bir fırsat”. Halka açılmalarda kara kuru ilanlardan kurtulmakta olduğumuzu müjdeliyor. TV reklamları da süper!
(Dikkat aşağıdaki yazı tampondur. Yer varsa kullanalım!)
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçen ay Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.