Beni yak, kendini yak, her şeyi yak!
28 ARALIK 2003
Önceleri Sezen Aksu’dan dinlediğimiz sonra da Duman Grubu’nun başarıyla seslendirdiği bir şarkı var: Beni yak, kendini yak, her şeyi yak, diye başlar...
Son günlerde gazetelerin manşetine kadar çıkan iki boşanma davası bana bir kez daha bu şarkıyı hatırlattı. Bu seferki kahramanlar, Çapa Marka’nın kızları Didem Çapa Hanım ile CRN Fuarcılık’ın sahibesi Ceyda (Yazıcıoğlu) Erem Hanımlardı. İki hanım da işlerinde son derece başarılı, saygın kişiler... Fakat sonra... Allah kadınların gazabından erkekleri korusun...
İkisi birden medya üzerinden eski eşlerine karşı yaylım ateşine başladılar. Başladılar da ne oldu?
Bir kere, bu son olay benim teorimi bir kez daha doğruladı: Ya hiç evlenmeyeceksin. Ya da evlendiysen efendi gibi ‘tek duracak’, hiç sesini çıkarmayacak ve boşanmayacaksın...
Geçen hafta gazetelerde yer alan ciddi bir araştırma da beni doğruluyor...
Evlilere sormuşlar: “Tekrar dünyaya gelip evlenmeye karar verseydiniz şu anki eşinizle mi evlendirdiniz?”
Ankete katılanların yüzde kaçı “Evet!” demiş biliyor musunuz? Yüzde 2,5’u. Yanlış anlaşılmasın diye bir de yazı ile belirtelim: Yüzde ikibuçuk, “Evet, şimdiki eşimle evlenirdim” demiş... Geri kalan yüzde 97,5 ne yapıyor?
Bütün evlilikler, “Bizimki başka olacak” diye başlıyor. Metropollere bakarsak durum vahim. Almanya gibi gelişmiş (!) ülkelerde evlenenlerin yüzde 50’si boşanıyor. Bizim metropollerde ise bu rakam %30... Gerisi durumu idare ediyor...
Didem Hanım ile Ceyda Hanım, durumu idare etmeyenlerden... Ya da eşleri idare etmemiş. Bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz şey, iki hanımefendinin geçen hafta tam da iletişim fakültelerinde okutulacak türden bir ders verdikleri:“Kendi krizini kendin nasıl yaratır, itibarını durduk yerde nasıl olumsuz yönde etkilersin” dersi...
Didem hanım boşanalı bir hayli oluyor. Ceyda Hanım’ın boşanma davası ise bir yıldır sürüyormuş. Fakat iki hanım da eşlerine sıkı birer ders vermek için(!) medyayı özel hayatlarının içine sokunca kıyamet kopmuş. Biri çocuğunu kocasına göstermemek için. Diğeri kocasının aşklarını keşfettiği için. Medya öyle diyor...
“Seni basına verir rezil ederim” tavrı yeni değildir. Sık sık rastlanır. Ama sonuç hiç değişmez: Hep birlikte rezil olunur... Bundan da en büyük zararı da bigünah çocuklar görür. Yaşadıkları örselenmenin yıllar sonrasına hangi izleri bırakacağını bugünden kestirmek kolay değildir. Yani öyle bir hesap ki. Sonunda kazananı yok. Herkes ‘yanıyor’ bir şekilde...
Kıssada hisse: Hadi benim teoriyi bir kenara bırakalım; en azından, ya efendi gibi tek duracaksın, ya da efendi gibi boşanacaksın...
En iyisi yüz yüze olanı
Son hafta Sabah’ın ustaları arasındaki atışmayı keyifle izledim. Mehmet Barlas’ın yazılarını el yazısı ile fakslıyor olmasını Emra Aköz’ün tespiti ile başlayan, el yazısını bilgisayara geçen arkadaşın yanlışlıkla u yerine a yazması sonucu oluşan anlam kayması ile alevlenen, Hıncal Uluç’un katılımıyla renklenen, el yazısı-daktilo-bilgisayar sohbeti öyle sıradan bir tartışma değildi. İnsan duygu ve düşüncesinin ritim duygusuyla birleşerek kağıt üstüne geçiş sürecinin ne kadar bireysel bir mesele olduğunu düşündürdü bana. “Ne yazdığın mı, nasıl yazdığın mı önemli” konusu üzerine de kafa patlattım.
Bana biraz Frank Lloyd Wright’ın “Form mu, fonksiyon mu, hangisi hangisini belirler” tartışmasını da hatırlattı...
Bu vesile ile çok eski olmayan bir araştırmanın sonuçlarını hatırlamadan geçemedim. South Alabama Üniversitesinden Donald Wright’ın AB ve USA’da 6000 denekle yaptığı bir araştırma bu. Wright çok basit bir soru sormuş: “İş yerinde nasıl iletişim kurmak istersiniz?”... Yanıtlar da çok net: Birinci sırada, ezici çoğunlukla insanlar “Yüz yüze!” demişler. Tercih sıralaması sonra şöyle devam ediyor: 2. Telefonla; 3. El yazısı notla; 4. Bilgisayarda yazılmış ama ıslak imzalı mektupla; 5. Faksla; 6. e-posta yoluyla...
Üstatlara, iş yerinde iç iletişimi yönetmek isteyenlere ve size de özellikle tebriklerin azdığı şu günlerde belki bir katma değeri olur...
Kadın Emeğine saygı!
Değerli meslektaşım Necla Zarakol, geçen hafta hangi yılbaşı tebriklerini yüzüne bile bakmadan imha ettiğimi anlattığım yazım üzerine bir açıklama göndermiş. Gönüllü olarak danışmanlık yaptığı Vakfa ciddi haksızlık yapmışız. Onu düzeltmiş:
“Son haftaki yazınızda Arçelik'in gönderdiği hediyeye bayıldığınızı yazmışsınız, beğendiğinize sevindim. Ama ufak bir hata yapmış ve başarıyı Tema Vakfı’na yüklemişsiniz. Oysa o kutuların ardında bir başka vakfın çok ciddî çalışmaları var. Vakfın adı Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı.
Daha önceki yıllarda kadınlar daha çok yastık dikmeyi, bez bebek yapmayı tercih ediyorlardı. Geçtiğimiz yıl, Nahil şenliği adıyla iki kez evlerden kullanılmış ancak kullanılabilir durumda eşya topladık, onları sattık, o parayla toplum merkezlerindeki öğretmenlerin maaşlarını ödüyoruz ve şu anda Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün himayesinde Şişli'de bir binada daimî sergi ve çalışma yerimiz var. Beyoğlu Bekar sokakta da ikinci el eşya ve ilişkide bulunduğumuz kadınların ürettikleri eşyayı sattığımız Nahil adını taşıyan bir dükkanımız var.
O gördüğünüz kutu deprem bölgesinde marangoz atölyesi olan kadınlar tarafından üretiliyor, içlerinde bulunan torbaları bir başka grup kadın dikiyor, içine çayları yine bir başka grup dolduruyor, ambalajlarını da bir başka grup yapıyor.
Orijinal kutularda bitki çaylarının yanında yine vakfın çalıştığı kadınların yaptıkları reçeller var. Ama yetmediği yerde ya da müşterilerin talebi üzerine Tema'nın organik ballarından konuluyor. Böylece iki STK arasında bir işbirliği oluşturmaya da çalışıyoruz.
İlginize ve bilginize sunuyorum. Bu arada hediye dağıtımı ile ilgili öneri listenizden çok yararlandık. Teşekkürler.”
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersin ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Genç gazeteciler geliyor!
Bu hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde çok anlamlı bir tören vardı. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Türkiye’deki uzantısı Basın Enstitüsü Derneği’nin düzenlediği İkinci Sertifika Programını bitiren genç gazeteciler için düzenlenen törendi bu. Türk medyasının adına bir kez daha umutlandım.
İkinci Programa katılan 52 profesyonel iletişimcinin ait oldukları yayın kuruluşlarının bazılarını yan yana yazdığınız zaman çarpıcı bir tablo çıkıyor ortaya:
Açık Radyo, BBC Türkiye, BDA, CHA, CNN, Digitürk, Hürriyet, İHA, Kocaeli, Milliyet, NTV, Sabah, Samanyolu TV, SKY, Star, TV8, Yeni Sakarya, Zaman. Yani rakip gazete kompleksi falan kimsede yok.
Aralarında hasbelkader bizim de bulunduğumuz eğitim kadrosu daha az çarpıcı değil:
Dr. Ayhan Akcan, Nuriye Akman, Kemal Aslan, Enis Berberoğlu, Erhan Başyurt, Yavuz Baydar, Nuri Çolakoğlu, Prof. Dr. Özden Çankaya, Prof. Dr. Betül Çötüksöken, Serdar Devrim, Ekrem Dumanlı, Oktay Ekşi, Yrd. Doç. Dr. Armağan Emre, Reha Erdoğan, Doç. Dr. Atilla Girgin, Zeynep Göğüş, Prof. Dr. Ersan İlal, Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Ercüment İşleyen, Prof. Dr. Esin Küntay, Sami Kohen, Vahap Munyar, Prof. Dr. Şengül Özarslan, Doç. Dr. Cem Pekman, Ali Saydam, İzzet Sedes, Zeki Sözer, Haluk Şahin, Doç. Dr. Mustafa Sütlaş, Ferai Tınç...
Bu dönemim hem birincisi hem de ikincisi Zaman Gazetesi’nden: Rahime Sezgin ve Adem Yavuz Arslan. İkisi de bitirme tezi olarak müthiş birer araştırmacı gazetecelik örneği hazırlamışlar.
Programın üçüncüsü Mart ayında başlayacak. Eğitim Ücretsiz. Tek koşul profesyonel hayata en az bir yıl önce başlamış olmak ve tabii iş yerinden gerekli izni almak. Kendine yatırım yapmak ve rekabet avantajı sağlamak isteyen tüm genç gazeteci arkadaşlara duyurulur...
Seçkin misiniz?
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
Yahu bugünün Türkiye’sinde kim kendisinin “Seçkin” diye anılmasından hoşlanır. Onca sözde seçkinin hazin sonu ortadayken...
Katılın kazanın!
Geçen haftanın iletişim sorusu şöyleydi: ““Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
Gelen 80 yanıtın içinde en etkili olanı İzmit’den yazan Faruk Kargı’ya aitti:
“Bunun en önemli nedeni bazı medyanın yanlı, taraflı haber yapmasıdır. Kamuoyu her haberin doğru olmadığını her medyanın doğru haber yazmadığını, senaryolar ürettiğini çok iyi biliyor. Kamuoyu; Usame Bin Ladin'in , El Kaide'nin Afgan-Rus Savaşı sırasında ABD tarafından Ruslara karşı kurulduğunu da, kullanıldığını da çok iyi biliyor. Halk ABD'nin Dünya üzerinde çıkar çabasını ve emperyalist düşüncelerini iyi kavradığı için aksini iddia eden kurumlara ve haberlere inanmıyor. Medya'ya karşı inançsızlığa da medyanın yine kendisinin sebep olduğu inancındayım çünkü; bir kısım medyanın yıllarca kamuoyunu yalan haberlerle kandırdığını bütün kamuoyu gördü. Atalarımız ne güzel söylemiş "Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar."
Bu haftaki yarışmanın sponsoru Baltaş-Baltaş Yönetim Eğitim Danışmanlık, birinci gelen Kargı’ya 8 kitaplık bir set armağan ediyor. Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar, Onur Kılıçlar, Önder Toptan, Ahmet Gezgin, Serdar Kâhya, Mehmet Çoğal da Prof. Dr. Acar Baltaş ve Prof. Dr. Zuhal Baltaş’ın “Stres ve Başa Çıkma Yolları” adlı kitabını kazandılar. Kutlarım. Bu yarışma, armağan vermek isteyen her sponsora açık...
Bu haftanın sorusuna gelince: “Fatih Terim, özellikle yalan haber yazdıklarını düşündüğü iki gazeteciyi kulüpten kovdurması, sürekli ceza alması ve takımın başarısızlığıyla ciddi eleştirilere neden oluyor. Siz Galatasaray Kulübünün iletişimini yönetiyor olsaydınız, Fatih Terim için nasıl bir kriz iletişimi planlaması hazırlardınız.” Herkesin eleştirirken bir fikri vardır ya... Bakalım Terim’e yardımcı olacak hangi iletişim fikirleri gelecek? Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”
Son günlerde gazetelerin manşetine kadar çıkan iki boşanma davası bana bir kez daha bu şarkıyı hatırlattı. Bu seferki kahramanlar, Çapa Marka’nın kızları Didem Çapa Hanım ile CRN Fuarcılık’ın sahibesi Ceyda (Yazıcıoğlu) Erem Hanımlardı. İki hanım da işlerinde son derece başarılı, saygın kişiler... Fakat sonra... Allah kadınların gazabından erkekleri korusun...
İkisi birden medya üzerinden eski eşlerine karşı yaylım ateşine başladılar. Başladılar da ne oldu?
Bir kere, bu son olay benim teorimi bir kez daha doğruladı: Ya hiç evlenmeyeceksin. Ya da evlendiysen efendi gibi ‘tek duracak’, hiç sesini çıkarmayacak ve boşanmayacaksın...
Geçen hafta gazetelerde yer alan ciddi bir araştırma da beni doğruluyor...
Evlilere sormuşlar: “Tekrar dünyaya gelip evlenmeye karar verseydiniz şu anki eşinizle mi evlendirdiniz?”
Ankete katılanların yüzde kaçı “Evet!” demiş biliyor musunuz? Yüzde 2,5’u. Yanlış anlaşılmasın diye bir de yazı ile belirtelim: Yüzde ikibuçuk, “Evet, şimdiki eşimle evlenirdim” demiş... Geri kalan yüzde 97,5 ne yapıyor?
Bütün evlilikler, “Bizimki başka olacak” diye başlıyor. Metropollere bakarsak durum vahim. Almanya gibi gelişmiş (!) ülkelerde evlenenlerin yüzde 50’si boşanıyor. Bizim metropollerde ise bu rakam %30... Gerisi durumu idare ediyor...
Didem Hanım ile Ceyda Hanım, durumu idare etmeyenlerden... Ya da eşleri idare etmemiş. Bilmiyoruz. Fakat bildiğimiz şey, iki hanımefendinin geçen hafta tam da iletişim fakültelerinde okutulacak türden bir ders verdikleri:“Kendi krizini kendin nasıl yaratır, itibarını durduk yerde nasıl olumsuz yönde etkilersin” dersi...
Didem hanım boşanalı bir hayli oluyor. Ceyda Hanım’ın boşanma davası ise bir yıldır sürüyormuş. Fakat iki hanım da eşlerine sıkı birer ders vermek için(!) medyayı özel hayatlarının içine sokunca kıyamet kopmuş. Biri çocuğunu kocasına göstermemek için. Diğeri kocasının aşklarını keşfettiği için. Medya öyle diyor...
“Seni basına verir rezil ederim” tavrı yeni değildir. Sık sık rastlanır. Ama sonuç hiç değişmez: Hep birlikte rezil olunur... Bundan da en büyük zararı da bigünah çocuklar görür. Yaşadıkları örselenmenin yıllar sonrasına hangi izleri bırakacağını bugünden kestirmek kolay değildir. Yani öyle bir hesap ki. Sonunda kazananı yok. Herkes ‘yanıyor’ bir şekilde...
Kıssada hisse: Hadi benim teoriyi bir kenara bırakalım; en azından, ya efendi gibi tek duracaksın, ya da efendi gibi boşanacaksın...
En iyisi yüz yüze olanı
Son hafta Sabah’ın ustaları arasındaki atışmayı keyifle izledim. Mehmet Barlas’ın yazılarını el yazısı ile fakslıyor olmasını Emra Aköz’ün tespiti ile başlayan, el yazısını bilgisayara geçen arkadaşın yanlışlıkla u yerine a yazması sonucu oluşan anlam kayması ile alevlenen, Hıncal Uluç’un katılımıyla renklenen, el yazısı-daktilo-bilgisayar sohbeti öyle sıradan bir tartışma değildi. İnsan duygu ve düşüncesinin ritim duygusuyla birleşerek kağıt üstüne geçiş sürecinin ne kadar bireysel bir mesele olduğunu düşündürdü bana. “Ne yazdığın mı, nasıl yazdığın mı önemli” konusu üzerine de kafa patlattım.
Bana biraz Frank Lloyd Wright’ın “Form mu, fonksiyon mu, hangisi hangisini belirler” tartışmasını da hatırlattı...
Bu vesile ile çok eski olmayan bir araştırmanın sonuçlarını hatırlamadan geçemedim. South Alabama Üniversitesinden Donald Wright’ın AB ve USA’da 6000 denekle yaptığı bir araştırma bu. Wright çok basit bir soru sormuş: “İş yerinde nasıl iletişim kurmak istersiniz?”... Yanıtlar da çok net: Birinci sırada, ezici çoğunlukla insanlar “Yüz yüze!” demişler. Tercih sıralaması sonra şöyle devam ediyor: 2. Telefonla; 3. El yazısı notla; 4. Bilgisayarda yazılmış ama ıslak imzalı mektupla; 5. Faksla; 6. e-posta yoluyla...
Üstatlara, iş yerinde iç iletişimi yönetmek isteyenlere ve size de özellikle tebriklerin azdığı şu günlerde belki bir katma değeri olur...
Kadın Emeğine saygı!
Değerli meslektaşım Necla Zarakol, geçen hafta hangi yılbaşı tebriklerini yüzüne bile bakmadan imha ettiğimi anlattığım yazım üzerine bir açıklama göndermiş. Gönüllü olarak danışmanlık yaptığı Vakfa ciddi haksızlık yapmışız. Onu düzeltmiş:
“Son haftaki yazınızda Arçelik'in gönderdiği hediyeye bayıldığınızı yazmışsınız, beğendiğinize sevindim. Ama ufak bir hata yapmış ve başarıyı Tema Vakfı’na yüklemişsiniz. Oysa o kutuların ardında bir başka vakfın çok ciddî çalışmaları var. Vakfın adı Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı.
Daha önceki yıllarda kadınlar daha çok yastık dikmeyi, bez bebek yapmayı tercih ediyorlardı. Geçtiğimiz yıl, Nahil şenliği adıyla iki kez evlerden kullanılmış ancak kullanılabilir durumda eşya topladık, onları sattık, o parayla toplum merkezlerindeki öğretmenlerin maaşlarını ödüyoruz ve şu anda Şişli Belediye Başkanı Mustafa Sarıgül'ün himayesinde Şişli'de bir binada daimî sergi ve çalışma yerimiz var. Beyoğlu Bekar sokakta da ikinci el eşya ve ilişkide bulunduğumuz kadınların ürettikleri eşyayı sattığımız Nahil adını taşıyan bir dükkanımız var.
O gördüğünüz kutu deprem bölgesinde marangoz atölyesi olan kadınlar tarafından üretiliyor, içlerinde bulunan torbaları bir başka grup kadın dikiyor, içine çayları yine bir başka grup dolduruyor, ambalajlarını da bir başka grup yapıyor.
Orijinal kutularda bitki çaylarının yanında yine vakfın çalıştığı kadınların yaptıkları reçeller var. Ama yetmediği yerde ya da müşterilerin talebi üzerine Tema'nın organik ballarından konuluyor. Böylece iki STK arasında bir işbirliği oluşturmaya da çalışıyoruz.
İlginize ve bilginize sunuyorum. Bu arada hediye dağıtımı ile ilgili öneri listenizden çok yararlandık. Teşekkürler.”
Az kaldı paçayı kaptırıyorduk
Geçenlerde International Lotto Commission’dan adıma bir faks geldi. Antetli kâğıt. Adres, telefon faks numaraları yerli yerinde. Altında Genel Müdür’ün imzası. Diyorlar ki, “Yapılan son çekilişte size 3 milyon Dolar çıktı”... Paranın benim adıma yattığı finans kuruluşunun adı da var. Madrid’de. Telefon numarası var. Yöneticisinin adı var. “Parayı ödemek için sizden telefon bekliyorlar”, deniyor. “Şu tarihe kadar aramazsanız, hakkınızı kaybedersiniz” diye de bir not düşmüşler...
İnanmamak için çok mücadele ettim. Ama 3 milyon Dolar söz konusu olunca insanın içi bir tuhaf oluyor... Arkadaşlara danıştım... “Aç bir telefon ne kaybedersin ki” dediler. İyi ki dinlememişim onları. İnternette arama motorlarıma bu şirketin adını girip araştırdım. Bu şirket gibi en az 60 kadar ciddi sıfatlı şirketin adı döküldü. Dünyadaki bütün polis kuruluşları uyarıyorlar. “Aman telefonla aramayın, kart numarası falan vermeyin” diyorlar, “Telefonu kapatamaz, anında ciddi rakamlar kaybedebilirsiniz...”
Anlayacağınız, minik bir felâketin köşesinden dönmüşüz... Biz geriyiz, Avrupa gelişmiş ya... Adamlar sahtekârlıkta da bizden çok ilerdeler...
Genç gazeteciler geliyor!
Bu hafta Boğaziçi Üniversitesi’nde çok anlamlı bir tören vardı. Uluslararası Basın Enstitüsü’nün Türkiye’deki uzantısı Basın Enstitüsü Derneği’nin düzenlediği İkinci Sertifika Programını bitiren genç gazeteciler için düzenlenen törendi bu. Türk medyasının adına bir kez daha umutlandım.
İkinci Programa katılan 52 profesyonel iletişimcinin ait oldukları yayın kuruluşlarının bazılarını yan yana yazdığınız zaman çarpıcı bir tablo çıkıyor ortaya:
Açık Radyo, BBC Türkiye, BDA, CHA, CNN, Digitürk, Hürriyet, İHA, Kocaeli, Milliyet, NTV, Sabah, Samanyolu TV, SKY, Star, TV8, Yeni Sakarya, Zaman. Yani rakip gazete kompleksi falan kimsede yok.
Aralarında hasbelkader bizim de bulunduğumuz eğitim kadrosu daha az çarpıcı değil:
Dr. Ayhan Akcan, Nuriye Akman, Kemal Aslan, Enis Berberoğlu, Erhan Başyurt, Yavuz Baydar, Nuri Çolakoğlu, Prof. Dr. Özden Çankaya, Prof. Dr. Betül Çötüksöken, Serdar Devrim, Ekrem Dumanlı, Oktay Ekşi, Yrd. Doç. Dr. Armağan Emre, Reha Erdoğan, Doç. Dr. Atilla Girgin, Zeynep Göğüş, Prof. Dr. Ersan İlal, Prof. Dr. Yasemin Giritli İnceoğlu, Ercüment İşleyen, Prof. Dr. Esin Küntay, Sami Kohen, Vahap Munyar, Prof. Dr. Şengül Özarslan, Doç. Dr. Cem Pekman, Ali Saydam, İzzet Sedes, Zeki Sözer, Haluk Şahin, Doç. Dr. Mustafa Sütlaş, Ferai Tınç...
Bu dönemim hem birincisi hem de ikincisi Zaman Gazetesi’nden: Rahime Sezgin ve Adem Yavuz Arslan. İkisi de bitirme tezi olarak müthiş birer araştırmacı gazetecelik örneği hazırlamışlar.
Programın üçüncüsü Mart ayında başlayacak. Eğitim Ücretsiz. Tek koşul profesyonel hayata en az bir yıl önce başlamış olmak ve tabii iş yerinden gerekli izni almak. Kendine yatırım yapmak ve rekabet avantajı sağlamak isteyen tüm genç gazeteci arkadaşlara duyurulur...
Seçkin misiniz?
Geçenlerden bir davetiye aldım. Herhangi bir yoruma gerek duymadan sizlerle paylaşmak istedim:
“Beğenilerini ve seçimlerini farkındalık yaratacak aksesuarlar ile tamamlamak isteyen siz seçkinleri Nişantaşı’ndaki özel mekânımızın açılış töreni ve kokteyline davet etmekten onur duyarız. A. Çağrı Özer, Cenk Özer, OZZER İSTANBUL”...
Yahu bugünün Türkiye’sinde kim kendisinin “Seçkin” diye anılmasından hoşlanır. Onca sözde seçkinin hazin sonu ortadayken...
Katılın kazanın!
Geçen haftanın iletişim sorusu şöyleydi: ““Kamuoyu üzerindeki en etkili unsurlar, yani tüm dünyadaki resmi makamlar ve medyanın büyük çoğunluğu terör olaylarının arkasında El Kaide örgütünün olduğunu iddia ediyorlar. Türkiye ve ABD’de yapılan araştırmalara göre ise kamuoyu, bu olayların, hatta El Kaide’nin bile arkasında ABD’nin olduğuna inanıyor. Neden?”
Gelen 80 yanıtın içinde en etkili olanı İzmit’den yazan Faruk Kargı’ya aitti:
“Bunun en önemli nedeni bazı medyanın yanlı, taraflı haber yapmasıdır. Kamuoyu her haberin doğru olmadığını her medyanın doğru haber yazmadığını, senaryolar ürettiğini çok iyi biliyor. Kamuoyu; Usame Bin Ladin'in , El Kaide'nin Afgan-Rus Savaşı sırasında ABD tarafından Ruslara karşı kurulduğunu da, kullanıldığını da çok iyi biliyor. Halk ABD'nin Dünya üzerinde çıkar çabasını ve emperyalist düşüncelerini iyi kavradığı için aksini iddia eden kurumlara ve haberlere inanmıyor. Medya'ya karşı inançsızlığa da medyanın yine kendisinin sebep olduğu inancındayım çünkü; bir kısım medyanın yıllarca kamuoyunu yalan haberlerle kandırdığını bütün kamuoyu gördü. Atalarımız ne güzel söylemiş "Yalancının Mumu Yatsıya Kadar Yanar."
Bu haftaki yarışmanın sponsoru Baltaş-Baltaş Yönetim Eğitim Danışmanlık, birinci gelen Kargı’ya 8 kitaplık bir set armağan ediyor. Yorumlarıyla dikkatimi çeken diğer okurlar, Onur Kılıçlar, Önder Toptan, Ahmet Gezgin, Serdar Kâhya, Mehmet Çoğal da Prof. Dr. Acar Baltaş ve Prof. Dr. Zuhal Baltaş’ın “Stres ve Başa Çıkma Yolları” adlı kitabını kazandılar. Kutlarım. Bu yarışma, armağan vermek isteyen her sponsora açık...
Bu haftanın sorusuna gelince: “Fatih Terim, özellikle yalan haber yazdıklarını düşündüğü iki gazeteciyi kulüpten kovdurması, sürekli ceza alması ve takımın başarısızlığıyla ciddi eleştirilere neden oluyor. Siz Galatasaray Kulübünün iletişimini yönetiyor olsaydınız, Fatih Terim için nasıl bir kriz iletişimi planlaması hazırlardınız.” Herkesin eleştirirken bir fikri vardır ya... Bakalım Terim’e yardımcı olacak hangi iletişim fikirleri gelecek? Tabii yine 1600 vuruşu geçmesin ve yukarıdaki e-posta adresine gönderin lütfen.
DİKKAT DOLGU MADDESİDİR!
“Maskeli Balo”
Bu hafta Bozcaadalı arkadaşımız Deniz Pak’dan bir e-posta geldi. Geçen haftalarda bu sütunlarda yayınladığımız duvarcı ustası Ahmet Bey’in hikâyesinden esinlenmiş. Okuduğu bir anı kitabından bir bölümü bizimle paylaşıyor:
“Emekli büyükelçilerimizden Tanşuğ Bleda’nın Maskeli Balo isimli kitabındaki anıları es geçmek büyük haksızlık olur… Dışişlerinde diplomat olarak çalıştığı yıllara (tam 42 yıl) maskenin elverdiği ölçüde, anılarını, gözlemlerini ve içinde bulunduğu politik ortamı bazen tebessüm bazen hüzünle aktarıyor. Ama tüm samimiyetiyle. Sadece komik olabilecek anıların anlatıldığı bir kitap değil bu. Bleda, Dışişlerinde bir diplomatın yaşaması gereken her şeyi yaşamış ve sonra da ‘maskeyi çıkarıp’ yazmış.
Anlattıklarının içinde bir bölüm var ki, çok hoş... Paris’deki Büyükelçiliği döneminde Sefaretimizin onarılması ile ilgili. Biz sadece bahçedeki asırlık ağaçların budanmasına bir bakacağız. Yoksa, kendi deyimiyle bir başbakan ziyareti öncesi çöken bir misafir tuvaleti var ki üzerine destan yazılırmış. Şimdi sözü Bleda’ya bırakalım:
‘…Bahçenin bakımı için Fransızlar insafsız ücretler isteyince, konuyu vatan, millet, Sakarya edebiyatı içinde binada çalışan Karadenizli boyacılara yüklediğimde ne tür bir risk aldığımı bilmiyordum. Ancak birini 20-25 metre yükseklikte ağaçların üzerinde en ufak tedbir almadan testereyle çalışır görünce aklım çıktı. Ve hemen seslenip bir yere bağlanmasını istedim. Dediğimi yapıp beline bir ip bağladıysa da ucunu aşağıdaki arkadaşına tutsun diye atınca yapacak bir şey kalmamıştı. En azında düşüşünü görmeyeyim diye sokaklara fırladım ancak iş kazasız belasız bitti haberinden sonra sefarete döndüm.
İki yıl sonra aynı eziyeti tekrar yaşamamak için, pahalı da olsa, bir Fransız firması bulduk. Ancak onların da çalıştırdığı bir Türk’tü. Evvelallah tam bir Tarzan edasıyla daldan dala atlayarak işi bitirdi ama gel gör ki yerdeki çalı çırpıyı toplarken buz tutmuş kaldırımda ayağı kayınca kırılmadık yeri kalmadı adamcağızın. Bir yerde kaderin önüne geçilemiyor. Bu işte Türk’ün akacak kanı varmış.”