Bir ayıdan kaç post çıkar?
15 Haziran 2007 - Marketing Türkiye
1 Mart sayısındaki NBA’deki gururumuz Mehmet Okur’un yakaladığı muazzam başarıya dikkat çekerek “Mehmet Okur treni kaçmasın” demiştik. Mehmet Okur gibi aynı anda çeşitli hedef kitlelere hitap etme özelliğine sahip bir yıldız ile çalışan firmanın özellikle bilinirliğini artıracağı gün gibi aşikârdı. Nitekim meyve suyu üreticisi Dimes bu fırsatı kaçırmayarak markasının yüzünü Mehmet Okur’a teslim etti.
“Benim Dimesim” adlı kampanyanın reklam filminde Dimes turnayı gözünden vurmuştu. “Computer amimation” alanında son teknolojinin kullanıldığı reklam filmi, markayı tüketicinin gözünde gayet iyi konumladı. Dimes taze bir ‘kimlik’ kazandırdı. Zaten Dimes de Mehmet Okur ile çalışma gerekçesini açıklarken de bu kimliğin altını çiziyordu:“Dimes’in değerleriyle örtüşen, popüler, başarılı ve pozitif bir isim arayışında Mehmet Okur’da karar kıldık. Okur, arka arkaya gelen başarıları düzenli ve mutlu aile hayatı, istikrarlı meslek yaşamı nedeniyle doğru bir seçim oldu”.
Dimes’in beklentisi de net: Mehmet Okur kampanyası ile özellikle okul çağındaki gençlerin dikkatini çekmek; bu grup içinde meyve suyu denilince akla gelen ilk firma olmak.
Bu sonuca ulaşabilmek için Dimes’in çıktığı yol doğru. Sadece küçük de olsa yol kazalarına dikkat etmek gerekir. Marka vaadi ve konumlandırmasına zara verecek söylemlerden geri durmak lazım... Bir ayıdan birkaç tane post çıkarmaya çalışmak doğru sonuç vermez. Bu çerçeveden bakıldığında “Dimes alkolle de iyi gider” algısına yönelmek işin özüne aykırı. Spor, gençlik, iyi aile hayatı nere? Votka, Cin, Tekila nere?..
Dimes’in promosyon malzemesi olarak hazırlattığı kartonda Dimes’in votka, cin ve tekila gibi alkollü içeceklere eşlik ettiği söylemiyle karşılaşınca; ‘şimdi olmadı’ diye geçirdim içimden...
Dimes’in pazarlamacıları ve yönetimi bu konumlamanın hatalı olup olmadığını bir kez daha düşünmeliler. Siz hiç barmen ya da garsona, “votka vişne, cin limon ya da Tekila portakal ısmarlarken meyve suyunun markasını söyleyene rastladınız mı? Ben rastlamadım...” Diyelim ki, bunu söyleteceksin. Bu ağır içki pazarındaki pay hangi büyüklüktedir? Değer mi, onca para harcayarak inşa etmeye çalıştığınız marka konumlandırma ve vaadini tehlikeye atmaya...
Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Dimes bu tip sorunlara çözüm üretebilirse Mehmet Okur sponsorluğundan beklediğinden daha da fazlasını kazanabilir.
Bayer “sudan” sebeplerle uğraşıyor
Uzun zamandır gazete ve dergilerde yer alan iki konu, aldığı mürekkep payı bakımından diğerlerine oranla ezici bir üstünlüğe sahip. Bunlardan birini tahmin etmek zor değil. Türkiye’de her zaman en çok konuşulan konuların başında gelen siyaset, 2007’de yapılacak iki seçimin de etkisiyle gündem liderliğini kimseye kaptırmıyor. Diğer popüler konuyu ise tahmin etmek zor. Çünkü Türk halkı bu meseleyle kuraklık kapısına gelene kadar yüzyüze gelmemiş. Boğazı bok götürmüş oralı olmamış. Haliç’in üstünü kapatıp gitsen umurunda olmayacak... Gelişmiş ülkelerde çevre duyarlılığı hisse değerlerinin artışında önemli bir faktörken, bizden son sıralara gitmiş.
Yaptırdığımız bütün araştormalarda ortay açıkan acı gerçeklik şu: İnsanları satın alma davranışlarında ve bir kurum biçtikleri itibar değerinde, çevreye duyarlı olmanın esamesi okunmuyor. Yani pek çok gelişmiş ülkenin tam tersine bir algılama söz konusu...
Oysa, özellikle bu yıl küresel ısınmanın da etkisiyle kamuoyunun ve medyanın çevre konusuna yavaş yavaş ilgisinin arttığını gözlemliyoruz... Tabii Açık Radyo hariç. O yıllardır ensemizde boza pişiriyordu, küresel ısınma ve iklim değişikliği, diye...
Daha önce de altını defaatle çizdiğimiz gibi, bilim adamları çok değil 10 yıl içinde küresel ısınmanın sonuçlarının görüleceğini, denizlerin 6 metre yükseleceğini, dünyanın 2 derece ısınacağını ve bunun da diğer çevre sorunlarını tetikleyeceğinin altını çiziyorlar.
Sadece bununla kalsa iyi. BM raporuna göre 2080’e kadar 1.1 ile 3.2 milyar insan susuzluktan etkilenecek, önümüzdeki 25 yılda 7 milyon insan su baskınlarıyla karşı karşıya kalacak. WWF Türkiye-Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın yaptığı çalışmaya göre Türkiye’de son 40 yılda 3 Van Gölü büyüklüğünde sulak alan yok olmuş durumda. Yanlış su politikaları nedeniyle sulak alanların yüzde 50’si artık kullanılamaz halde.
Gittikçe büyüyen bu sorun sadece devletin, çevre bakanlığının çözeceği bir hadise olmaktan uzak. Bunun farkına varan WWF Türkiye de, doğaya hassasiyet gösteren özel sektör kuruluşlarıyla ortak stratejiler geliştiriyor. Bayer Türk ile başlatılan “Suya Doğru Bakıyor musun” kampanyası da bu işbirliğinin ürünü. Kampanya aslında Bayer’in 10 yıldır aralarında Brezilya, Çin ve Polonya gibi ülkelerin de bulunduğu Uzakdoğu, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki 16 ülkenin katılımı ile uluslararası platformda gerçekleştirdiği çalışma.
Bayer Türk’ün girişimiyle bu yıl Türkiye de dahil edilmiş. Düzenlenen yarışmada suyla ilgili sorunların tespiti ve çözümünde üniversite öğrencisi gençlerin önerileri değerlendirilecekmiş. Bayer, program kapsamında her yıl farklı ülkelerden gelen 50’ye yakın çevre elçisini bir hafta Almanya’da ağırlayarak sürdürülebilir kalkınma konusunda bilgilendiriyormuş.
Bayer, çevre konusunda diğer ülkelerde yaptığı yatırımı Türkiye’de de yaparken iki kere düşünmek durumunda. Çevre hassasiyeti ülkemizde henüz itibarın ana ölçütlerinden biri değil. Türk tüketicisi ürünü alırken onu üreten firmanın doğa dostu olup olmamasına göre karar vermiyor. Burada Bayer Türk’e büyük iş düşüyor. Eğer uluslararası merkezi ikna eder ve uzun yıllar boyunca çevre konusunda yatırıma devam ederlerse doğa, çevre gibi konularda Türk tüketicisinin aklına öncelikle gelen firmalardan biri olmayı başarırlar. Bundan daha iyi ‘ilk ve önce olma avantajı’ oluşturulur mu?
Sektörün nabzını iyi tutmak şart...
Marketing Türkiye’ye 125 kez maşallah dedik. Rüştünü ispatlamaya çalışan bir sektöre 126 sayı dergi çıkarmak her babayiğidin harcı değil. Bu sayıların en az yarısında köşe yazmış biri olarak ‘patroniçe’ Günseli Ocakoğlu’na naçizane bir tavsiyem var: Belirli periyotlarda yapacakları haber, özel ek çalışmaları ile reklam, halkla ilişkiler, medya satın alma gibi iletişim alanlarında çalışanların, üst düzey yöneticilerin mesai sonrası nerelere gittiğini, bu sektörler nezdinde hangi mekânların popüler olduğunu inceletebilir. Ben bu konuda çok cahilim mesela. Ama şiddetle merak ediyorum...
Mekânların reklamcılar ve halkla ilişkilerciler nezdindeki reytingleri mevsimsel farklılıklar gösteriyor. Kışın, Nişantaşı’nda Tuus, Beymen Brassiere, Touchdown gibi popüler yerleri tercih eden arkadaşlar, yaz gelince rakımı düşük yerleri tercih etmeye başladılar. Bebek’teki Luca, Mangerie, House Cafe Ortaköy sektörün tanınmış yüzlerini ağırlıyormuş. Yaz aylarında benim klasik, bazı gençlere göre demode, favori mekânım ise yıllardır değişmedi: Bebek Otelin kafesi
Mesai çıkışı gidilen mekanlarda sadece eğlenilmediğini, aynı zamanda ayaküstü önemli iş bağlantılarının yapıldığını da biliyoruz. Konuya daha fazla merak duyan, Robin Jay’in 3 binden fazla müşteriyle yaşadığı öğle deneyimini kitaplaştırdığı “The Art Of the Business Lunch-Öğlen İş Yemeği Sanatı”na göz atabilir.
Kim bilir birçok gencin heves duyduğu bu sektörde kalıcı olmak için işteki başarı kadar doğru zamanda doğru yerlerde olmak da önemlidir.
Kayra bu kez Yerebatan’a inmiş...
Mey’in şarap markası Kayra’nın ikinci reklamından fotoğraf da muhteşem. Birincisi Galatasaray Hamamı’nda çekilmişti. İkincisinin fonu Yerebatan Sarayı...
Bu kez birincisindeki sakıncalarını pek çoğu giderilmiş. Brincisini hangi açıdan eleiştiriyorduk? Bir kere çiftlerden ikisinin kucak kucağa olması birinin de bele dolanması belki direkt hedef kitleyi, tabiri amiyane ile ‘şarapçıları’ rahatsız etmeyebilirdi. Ancak o reklam sadece şarapçıların okudğu bir yayın orgnında değil günlük gazetelerde de yayınlanıyordu. Hedonistik ve aşırı Hıristiyan bir atmosfer (son yemek) yaratılmıştı...
İkincisinin mekânı Bizans olmasına rağmen bu sıkıntılar aşılmış. Fotoğrafın mükemmelliği dah ada belirgin olarak ortaya çıkmış...
Üçüncü setup’ı (düzenek) merakla bekliyorum.
“Benim Dimesim” adlı kampanyanın reklam filminde Dimes turnayı gözünden vurmuştu. “Computer amimation” alanında son teknolojinin kullanıldığı reklam filmi, markayı tüketicinin gözünde gayet iyi konumladı. Dimes taze bir ‘kimlik’ kazandırdı. Zaten Dimes de Mehmet Okur ile çalışma gerekçesini açıklarken de bu kimliğin altını çiziyordu:“Dimes’in değerleriyle örtüşen, popüler, başarılı ve pozitif bir isim arayışında Mehmet Okur’da karar kıldık. Okur, arka arkaya gelen başarıları düzenli ve mutlu aile hayatı, istikrarlı meslek yaşamı nedeniyle doğru bir seçim oldu”.
Dimes’in beklentisi de net: Mehmet Okur kampanyası ile özellikle okul çağındaki gençlerin dikkatini çekmek; bu grup içinde meyve suyu denilince akla gelen ilk firma olmak.
Bu sonuca ulaşabilmek için Dimes’in çıktığı yol doğru. Sadece küçük de olsa yol kazalarına dikkat etmek gerekir. Marka vaadi ve konumlandırmasına zara verecek söylemlerden geri durmak lazım... Bir ayıdan birkaç tane post çıkarmaya çalışmak doğru sonuç vermez. Bu çerçeveden bakıldığında “Dimes alkolle de iyi gider” algısına yönelmek işin özüne aykırı. Spor, gençlik, iyi aile hayatı nere? Votka, Cin, Tekila nere?..
Dimes’in promosyon malzemesi olarak hazırlattığı kartonda Dimes’in votka, cin ve tekila gibi alkollü içeceklere eşlik ettiği söylemiyle karşılaşınca; ‘şimdi olmadı’ diye geçirdim içimden...
Dimes’in pazarlamacıları ve yönetimi bu konumlamanın hatalı olup olmadığını bir kez daha düşünmeliler. Siz hiç barmen ya da garsona, “votka vişne, cin limon ya da Tekila portakal ısmarlarken meyve suyunun markasını söyleyene rastladınız mı? Ben rastlamadım...” Diyelim ki, bunu söyleteceksin. Bu ağır içki pazarındaki pay hangi büyüklüktedir? Değer mi, onca para harcayarak inşa etmeye çalıştığınız marka konumlandırma ve vaadini tehlikeye atmaya...
Sinek küçüktür ama mide bulandırır. Dimes bu tip sorunlara çözüm üretebilirse Mehmet Okur sponsorluğundan beklediğinden daha da fazlasını kazanabilir.
Bayer “sudan” sebeplerle uğraşıyor
Uzun zamandır gazete ve dergilerde yer alan iki konu, aldığı mürekkep payı bakımından diğerlerine oranla ezici bir üstünlüğe sahip. Bunlardan birini tahmin etmek zor değil. Türkiye’de her zaman en çok konuşulan konuların başında gelen siyaset, 2007’de yapılacak iki seçimin de etkisiyle gündem liderliğini kimseye kaptırmıyor. Diğer popüler konuyu ise tahmin etmek zor. Çünkü Türk halkı bu meseleyle kuraklık kapısına gelene kadar yüzyüze gelmemiş. Boğazı bok götürmüş oralı olmamış. Haliç’in üstünü kapatıp gitsen umurunda olmayacak... Gelişmiş ülkelerde çevre duyarlılığı hisse değerlerinin artışında önemli bir faktörken, bizden son sıralara gitmiş.
Yaptırdığımız bütün araştormalarda ortay açıkan acı gerçeklik şu: İnsanları satın alma davranışlarında ve bir kurum biçtikleri itibar değerinde, çevreye duyarlı olmanın esamesi okunmuyor. Yani pek çok gelişmiş ülkenin tam tersine bir algılama söz konusu...
Oysa, özellikle bu yıl küresel ısınmanın da etkisiyle kamuoyunun ve medyanın çevre konusuna yavaş yavaş ilgisinin arttığını gözlemliyoruz... Tabii Açık Radyo hariç. O yıllardır ensemizde boza pişiriyordu, küresel ısınma ve iklim değişikliği, diye...
Daha önce de altını defaatle çizdiğimiz gibi, bilim adamları çok değil 10 yıl içinde küresel ısınmanın sonuçlarının görüleceğini, denizlerin 6 metre yükseleceğini, dünyanın 2 derece ısınacağını ve bunun da diğer çevre sorunlarını tetikleyeceğinin altını çiziyorlar.
Sadece bununla kalsa iyi. BM raporuna göre 2080’e kadar 1.1 ile 3.2 milyar insan susuzluktan etkilenecek, önümüzdeki 25 yılda 7 milyon insan su baskınlarıyla karşı karşıya kalacak. WWF Türkiye-Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın yaptığı çalışmaya göre Türkiye’de son 40 yılda 3 Van Gölü büyüklüğünde sulak alan yok olmuş durumda. Yanlış su politikaları nedeniyle sulak alanların yüzde 50’si artık kullanılamaz halde.
Gittikçe büyüyen bu sorun sadece devletin, çevre bakanlığının çözeceği bir hadise olmaktan uzak. Bunun farkına varan WWF Türkiye de, doğaya hassasiyet gösteren özel sektör kuruluşlarıyla ortak stratejiler geliştiriyor. Bayer Türk ile başlatılan “Suya Doğru Bakıyor musun” kampanyası da bu işbirliğinin ürünü. Kampanya aslında Bayer’in 10 yıldır aralarında Brezilya, Çin ve Polonya gibi ülkelerin de bulunduğu Uzakdoğu, Latin Amerika ve Doğu Avrupa’daki 16 ülkenin katılımı ile uluslararası platformda gerçekleştirdiği çalışma.
Bayer Türk’ün girişimiyle bu yıl Türkiye de dahil edilmiş. Düzenlenen yarışmada suyla ilgili sorunların tespiti ve çözümünde üniversite öğrencisi gençlerin önerileri değerlendirilecekmiş. Bayer, program kapsamında her yıl farklı ülkelerden gelen 50’ye yakın çevre elçisini bir hafta Almanya’da ağırlayarak sürdürülebilir kalkınma konusunda bilgilendiriyormuş.
Bayer, çevre konusunda diğer ülkelerde yaptığı yatırımı Türkiye’de de yaparken iki kere düşünmek durumunda. Çevre hassasiyeti ülkemizde henüz itibarın ana ölçütlerinden biri değil. Türk tüketicisi ürünü alırken onu üreten firmanın doğa dostu olup olmamasına göre karar vermiyor. Burada Bayer Türk’e büyük iş düşüyor. Eğer uluslararası merkezi ikna eder ve uzun yıllar boyunca çevre konusunda yatırıma devam ederlerse doğa, çevre gibi konularda Türk tüketicisinin aklına öncelikle gelen firmalardan biri olmayı başarırlar. Bundan daha iyi ‘ilk ve önce olma avantajı’ oluşturulur mu?
Sektörün nabzını iyi tutmak şart...
Marketing Türkiye’ye 125 kez maşallah dedik. Rüştünü ispatlamaya çalışan bir sektöre 126 sayı dergi çıkarmak her babayiğidin harcı değil. Bu sayıların en az yarısında köşe yazmış biri olarak ‘patroniçe’ Günseli Ocakoğlu’na naçizane bir tavsiyem var: Belirli periyotlarda yapacakları haber, özel ek çalışmaları ile reklam, halkla ilişkiler, medya satın alma gibi iletişim alanlarında çalışanların, üst düzey yöneticilerin mesai sonrası nerelere gittiğini, bu sektörler nezdinde hangi mekânların popüler olduğunu inceletebilir. Ben bu konuda çok cahilim mesela. Ama şiddetle merak ediyorum...
Mekânların reklamcılar ve halkla ilişkilerciler nezdindeki reytingleri mevsimsel farklılıklar gösteriyor. Kışın, Nişantaşı’nda Tuus, Beymen Brassiere, Touchdown gibi popüler yerleri tercih eden arkadaşlar, yaz gelince rakımı düşük yerleri tercih etmeye başladılar. Bebek’teki Luca, Mangerie, House Cafe Ortaköy sektörün tanınmış yüzlerini ağırlıyormuş. Yaz aylarında benim klasik, bazı gençlere göre demode, favori mekânım ise yıllardır değişmedi: Bebek Otelin kafesi
Mesai çıkışı gidilen mekanlarda sadece eğlenilmediğini, aynı zamanda ayaküstü önemli iş bağlantılarının yapıldığını da biliyoruz. Konuya daha fazla merak duyan, Robin Jay’in 3 binden fazla müşteriyle yaşadığı öğle deneyimini kitaplaştırdığı “The Art Of the Business Lunch-Öğlen İş Yemeği Sanatı”na göz atabilir.
Kim bilir birçok gencin heves duyduğu bu sektörde kalıcı olmak için işteki başarı kadar doğru zamanda doğru yerlerde olmak da önemlidir.
Kayra bu kez Yerebatan’a inmiş...
Mey’in şarap markası Kayra’nın ikinci reklamından fotoğraf da muhteşem. Birincisi Galatasaray Hamamı’nda çekilmişti. İkincisinin fonu Yerebatan Sarayı...
Bu kez birincisindeki sakıncalarını pek çoğu giderilmiş. Brincisini hangi açıdan eleiştiriyorduk? Bir kere çiftlerden ikisinin kucak kucağa olması birinin de bele dolanması belki direkt hedef kitleyi, tabiri amiyane ile ‘şarapçıları’ rahatsız etmeyebilirdi. Ancak o reklam sadece şarapçıların okudğu bir yayın orgnında değil günlük gazetelerde de yayınlanıyordu. Hedonistik ve aşırı Hıristiyan bir atmosfer (son yemek) yaratılmıştı...
İkincisinin mekânı Bizans olmasına rağmen bu sıkıntılar aşılmış. Fotoğrafın mükemmelliği dah ada belirgin olarak ortaya çıkmış...
Üçüncü setup’ı (düzenek) merakla bekliyorum.