Bir başkadır “Bir Başkadır”...
21 Kasım 2020 - Yeni Şafak
Başlıkta yazım hatası yok… Şu günlerde özellikle ‘beyaz Türkler’ arasında büyük takdir gören Bir Başkadır adlı dizinin ortaya koyduğu yaklaşımın ‘farklı’ olduğunun ve benzerlerinin üretimini tetikleyecek bir ‘çıkış noktası’ niteliği taşıdığının altını çizmek istedik. Ancak diziye sevdalananların ortalıkta dolaşan yorumlarından ‘başka’ bir gözle…
Diziye, okurlarımızın aşina olduğu o dört açıdan bakmaya çalışacağız:
‘Fenomen’ konusuna televizyon dünyasından örnek olarak, psikiyatrist Dr. Gülseren Budayıcıoğlu Hanımefendinin yazdığı romanlardan kendisinin de danışmanlığı altında çekilen dizileri gösterebiliriz.
Dördünün birden peş peşe devreye girmeleri ve ilgiyle izlenmeleri fenomen değildir de nedir? İstanbullu Gelin, Doğduğun Ev Kaderindir, Kırmızı Oda ve nihayet Masumlar Apartmanı.
Hepsinde ana eksen nedir? Karakterlerin psikolojik yanlarıyla ele alınmaları ve Budayıcıoğlu’nun ‘kader motifi’ diye adlandırdığı kendilerine has davranış şablonlarını tekrar edebilmeleri… Tabii ki sanat abartıdır… Bu şablonlar ve psikolojik durumlar da abartılarak verilmektedir.
Aslında farkında olmasak da hepimizde şöyle veya böyle tezahür eden psikolojik durumlardır bunlar… Çocukluğumuzda bize yaşatılan travmalar vs. Yani bu diziler toplumu herhangi bir segmente ayırmaksızın dikine kesmektedirler.
Bu bağlamda Budayıcıoğlu üslubuna veya yaklaşımına ‘çengel atan’ Bir Başkadır da özellikle araştırmalarda ‘endişeli modern’ olarak tanımlanan, halk dilinde ‘beyaz Türk’ diye karşılanan kesimi dikine keserken Müslümanlara da göz kırpmaya çalışmaktadır.
Bundan sonra toplumda ötekileştirme, laik-Kemalist / Dindar-muhafazakâr çelişkisi etrafında pek çok dizinin hayata geçmesini bekleyebiliriz. Bir Başkadır böyle bir fenomen olmuştur işte.
Gelelim ‘biçim’e… Yönetmen belli ki pek çok akımdan, en çok da Nuri Bilge Ceylan’ın Tarkovsky’den etkilenmesinden etkilenmiş… Muhteşem fotoğraflar, büyük kent ve periferisinin (Şerif Mardin Hoca’nın merkez-çevre kuramını beyaz Türkler pek sever) çarpıcı biçimde betimlenmesi ve Öykü Karayel (Meryem) ile Fatih Artman (Yasin) başta olmak üzere neredeyse tüm oyuncuların dünya çapındaki performansları…
Az biraz İtalyan neorealizm (yeni gerçekçilik), üstüne iki tutam Fransız nouvelle vauge (yeni dalga) akımı ve nihayet Aşk Tesadüfleri Sever filmlerine taş çıkartacak ölçüde klasik Hollywood rastlantısallığı… Biraz ‘ortaya karışık’ gibi olsa da diziden etkilenenlerin etkilenme nedenlerinden biri de bu biçim zenginliği olmalı…
‘İçeriğe’ de bakalım… İşin içinde eşcinsellik olmadan bir yapımın Netflix’te yayınlanmayacağını iddia edenleri haklı çıkaran o bölümlerin diziye ne kattığını anlamak kolay değil. Yahut imamın (Settar Tanrıöğen) yoldan geçen adamı çevirip kızının aslında öz değil, evlatlık olduğunu anlatmasını da… Bu durum imamı eşcinsel babası olmaktan kurtarmıyor ki…
Klasik Hollywood’a mahsus şekilde bunalım içindeki, Müslümanları tehdit unsuru olarak gören ‘endişeli modern’ Peri’nin (Defne Kayalar) karakterinin dizinin sonunda değişmesi (Bilindiği üzere karakter ile kader arasında dolaysız bir ilişki vardır.);
Ciddi psikiyatrik sorunlar yaşayan Ruhiye’nin (Funda Eryiğit) köyüne gider gitmez kendisine travma yaşatan kişiyle karşılaştığında birden ‘iyileşmesi’;
Onunla birlikte hiç konuşmayan oğlunun dilinin çözülmesi;
Abur cubur paketinden çıkan evlilik teklifi ve bunun gibi Bertolt Brecht’in deyişiyle pek çok ‘hatalı söylem’ (Bkz. Tiyatroda Diyalektik), dizinin içerik boyutundaki gereksiz bagajları…
Her ne kadar bizim İslam gelenekleri ve kültürü konusunda ahkâm kesmemiz ve ehil gözlem yapmamız zorsa da güvendiğimiz dostların ifadesiyle, dizide İslami yaşam biçimine hiç de uygun düşmeyen betimlemelerin bulunması belki de aşağıda sözünü edeceğimiz şaşkınlığa da ışık tutar…
Gelelim ‘öz’e… Yine Brecht’ten bir alıntı: “Tüm sanatların tek amacı vardır; sanatların en yücesine hizmet etmek: Yaşama sanatına”
Çok kaba yorumlamayla; bir sanat eserini izlediğinizde onun sizin bu dünyada daha iyi, daha anlamlı, daha esenlikli yaşamanıza hizmet etmesi gerekir. Esas itibarıyla bunalım içindeki ‘beyaz Türkler’in günah çıkarmasını, köyden gelip şehrin periferisine yerleşmiş, bunalım içindeki yoksul Müslümanların ise şaşkınlıkla izlediği bir dizi çıkmış ortaya…
Bruce Williamson’ın deyişiyle, biçim ve fenomeninde, “İyi yapılmış kötü film” izlemek istiyorsanız bu diziyi kaçırmayın…
Diziye, okurlarımızın aşina olduğu o dört açıdan bakmaya çalışacağız:
- Fenomen
- Biçim
- İçerik
- Öz
‘Fenomen’ konusuna televizyon dünyasından örnek olarak, psikiyatrist Dr. Gülseren Budayıcıoğlu Hanımefendinin yazdığı romanlardan kendisinin de danışmanlığı altında çekilen dizileri gösterebiliriz.
Dördünün birden peş peşe devreye girmeleri ve ilgiyle izlenmeleri fenomen değildir de nedir? İstanbullu Gelin, Doğduğun Ev Kaderindir, Kırmızı Oda ve nihayet Masumlar Apartmanı.
Hepsinde ana eksen nedir? Karakterlerin psikolojik yanlarıyla ele alınmaları ve Budayıcıoğlu’nun ‘kader motifi’ diye adlandırdığı kendilerine has davranış şablonlarını tekrar edebilmeleri… Tabii ki sanat abartıdır… Bu şablonlar ve psikolojik durumlar da abartılarak verilmektedir.
Aslında farkında olmasak da hepimizde şöyle veya böyle tezahür eden psikolojik durumlardır bunlar… Çocukluğumuzda bize yaşatılan travmalar vs. Yani bu diziler toplumu herhangi bir segmente ayırmaksızın dikine kesmektedirler.
Bu bağlamda Budayıcıoğlu üslubuna veya yaklaşımına ‘çengel atan’ Bir Başkadır da özellikle araştırmalarda ‘endişeli modern’ olarak tanımlanan, halk dilinde ‘beyaz Türk’ diye karşılanan kesimi dikine keserken Müslümanlara da göz kırpmaya çalışmaktadır.
Bundan sonra toplumda ötekileştirme, laik-Kemalist / Dindar-muhafazakâr çelişkisi etrafında pek çok dizinin hayata geçmesini bekleyebiliriz. Bir Başkadır böyle bir fenomen olmuştur işte.
Gelelim ‘biçim’e… Yönetmen belli ki pek çok akımdan, en çok da Nuri Bilge Ceylan’ın Tarkovsky’den etkilenmesinden etkilenmiş… Muhteşem fotoğraflar, büyük kent ve periferisinin (Şerif Mardin Hoca’nın merkez-çevre kuramını beyaz Türkler pek sever) çarpıcı biçimde betimlenmesi ve Öykü Karayel (Meryem) ile Fatih Artman (Yasin) başta olmak üzere neredeyse tüm oyuncuların dünya çapındaki performansları…
Az biraz İtalyan neorealizm (yeni gerçekçilik), üstüne iki tutam Fransız nouvelle vauge (yeni dalga) akımı ve nihayet Aşk Tesadüfleri Sever filmlerine taş çıkartacak ölçüde klasik Hollywood rastlantısallığı… Biraz ‘ortaya karışık’ gibi olsa da diziden etkilenenlerin etkilenme nedenlerinden biri de bu biçim zenginliği olmalı…
‘İçeriğe’ de bakalım… İşin içinde eşcinsellik olmadan bir yapımın Netflix’te yayınlanmayacağını iddia edenleri haklı çıkaran o bölümlerin diziye ne kattığını anlamak kolay değil. Yahut imamın (Settar Tanrıöğen) yoldan geçen adamı çevirip kızının aslında öz değil, evlatlık olduğunu anlatmasını da… Bu durum imamı eşcinsel babası olmaktan kurtarmıyor ki…
Klasik Hollywood’a mahsus şekilde bunalım içindeki, Müslümanları tehdit unsuru olarak gören ‘endişeli modern’ Peri’nin (Defne Kayalar) karakterinin dizinin sonunda değişmesi (Bilindiği üzere karakter ile kader arasında dolaysız bir ilişki vardır.);
Ciddi psikiyatrik sorunlar yaşayan Ruhiye’nin (Funda Eryiğit) köyüne gider gitmez kendisine travma yaşatan kişiyle karşılaştığında birden ‘iyileşmesi’;
Onunla birlikte hiç konuşmayan oğlunun dilinin çözülmesi;
Abur cubur paketinden çıkan evlilik teklifi ve bunun gibi Bertolt Brecht’in deyişiyle pek çok ‘hatalı söylem’ (Bkz. Tiyatroda Diyalektik), dizinin içerik boyutundaki gereksiz bagajları…
Her ne kadar bizim İslam gelenekleri ve kültürü konusunda ahkâm kesmemiz ve ehil gözlem yapmamız zorsa da güvendiğimiz dostların ifadesiyle, dizide İslami yaşam biçimine hiç de uygun düşmeyen betimlemelerin bulunması belki de aşağıda sözünü edeceğimiz şaşkınlığa da ışık tutar…
Gelelim ‘öz’e… Yine Brecht’ten bir alıntı: “Tüm sanatların tek amacı vardır; sanatların en yücesine hizmet etmek: Yaşama sanatına”
Çok kaba yorumlamayla; bir sanat eserini izlediğinizde onun sizin bu dünyada daha iyi, daha anlamlı, daha esenlikli yaşamanıza hizmet etmesi gerekir. Esas itibarıyla bunalım içindeki ‘beyaz Türkler’in günah çıkarmasını, köyden gelip şehrin periferisine yerleşmiş, bunalım içindeki yoksul Müslümanların ise şaşkınlıkla izlediği bir dizi çıkmış ortaya…
Bruce Williamson’ın deyişiyle, biçim ve fenomeninde, “İyi yapılmış kötü film” izlemek istiyorsanız bu diziyi kaçırmayın…