Bir de Çanakkale’yi 3D izlesek?
31 MART 2012
Sinemada zaman içinde önce sesin sonra da rengin beyazperdeye yansıması ile ‘alan derinliği’, izlenenle ‘özdeşleşme’ arasındaki birebir ilginin sonuçları hakkında ne biliyoruz?..
Yönetmen dediğimiz bir tür ‘duygu avcısı’nın sesten, renklerden ve hatta artık kokudan nasıl ve hangi amaçlarla ‘yararlandığı’ konusu, her film için ayrı ayrı cevaplanabilecek bir büyük mesele olarak düşünüldüğünde son derece çarpıcı bir ‘etkileme sanatı’ hikayesi ortaya çıkar ki; bu iş üzerine ahkâm kesmek sınırlarımızı aşabilir.
Ancak 3D meselesinde işin varabileceği boyutlar konusunda herkes konuşabilir, bizce. Sanıldığından çok daha ciddi bir evrensel sorunla karşı karşıya olduğumuzu bilmesem de hissettiğimi söyleyebilirim. James Cameron’un Avatar’ı, Tim Burton’ın Alis Harikalar Diyarında’sı, Wim Wenders’ın –o muhteşem- Pina’sı, Steven Spielberg’in Ten Ten’in Maceraları, Martin Scorsese’nin Hugo’su gibi seyredilmemiş olmasını insana dair bir eksiklik olarak sayabileceğimiz 3D uygulamaları bir yana, korku ya da fantastik dedikleri türlerdeki ‘mevcut ve potansiyel ruh hastalarına’ yönelik bilumum ‘makabre’ işlerde karşımıza çıkabilecek örnekler diğer yana...
Şimdilerde ‘denizler kâşifi’ olarak da dünyayı kendisine hayran bırakan yönetmen James Cameron 3D teknolojisiyle çektiği Titanic belgeseliyle seyirci karşısına çıkacakmış. (Hatta 8 Nisan’da saat 22:00’de, NatGeo’da yayımlanacakmış)
Titanic’i, bu tür gelişmiş ekstra bir teknoloji marifetinin olmadığı haliyle bile izlerken o dalgalar arasında yitip gitmenin ne menem bir büyük ıstırap olduğunu derinden hissetmemiş miydik? Peki, şimdi yönetmen sözkonusu belgeselinde ‘canlandırma’ bahsiyle 100 yıl önceki hadiseyi ekranlara 3D yöntemi ile taşımaya kalkışırsa ne olacak? Hugo’da burnumuzun dibinden hızla geçen trenle irkilen zavallı seyirci, suları ağzının içinde hissetmeyi ne kadar arzu eder bilemem.
Hıristiyan Batı’nın yüksek teknolojiyi sanat adına kullanması bana yine işin ‘münderecatını’ (içeriğini) hatırlattı… 3 D ile çekilmiş bir Çanakkale Savaşı, bir Mevlana, bir Dersadet’te Sabah Ezanları, bir Devlet Ana izlemek ne muhteşem bir ‘özdeşlik’ olurdu… Biz ekonomi ve sosyal meselelerle uğaşırken kültür alanını gözden kaçırıyor muyuz yoksa?..
Doğan Hoca döktürmüş...
İletişim psikolojisi uzmanı Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nu olağanüstü saptamalarıyla hafta sonu ekranda izleyip şu cümlesini aktarmadan edememiştim:
'Eğer hakikat kaygınız yoksa, sadece 'kim güçlü?' kaygısıyla hareket ediyorsanız, ortada ciddi bir sorun var demektir. Hakikat kaygısı olmayan bir toplumun gelişmesinden söz edilebilir mi?'
Bir süredir ‘feodal zihniyetle iletişim disiplininin birarada olamayacağı’ yolundaki tespitlerimi destekleyecek pek çok örnek üzerinde düşünürken, hocamız Doğan Cüceloğlu’nun Mart başında verdiği bir semineri detaylarıyla anlatan bir yazıya takıldım.
İş dünyasında 60. yılını kutlayan Elginkan Topluluğu’nun dergisi ‘Artı 1’ de (dergiyi edinmeye bakın), Doğan Cüceloğlu’nun seminer haberi şu başlıkla verilmiş:
‘Lider, karşısındakinin durduğu zemine saygılıdır.’
Hocamız özetle diyor ki:
“Bir olay anlamını içinde bulunduğu zeminden alır. Çünkü algıyı belirleyen o zemindir. Bu zemin, içine doğduğunuz kültüre göre kodlanmıştır. Davranışınızı bu kodlar şekillendirir … Kendimizin dışındaki zeminlerle iletişim içindeyken nasıl mesajlar verildiğinin de farkında olmak, olgunluk alametidir.”
‘Feodalite iletişemez’ yollu tespitim tam da bu noktada ifadesini buluyor. Ortaçağ zihniyetinde algıyı belirleyen kültürel kodlar, ‘iletişim’ yerine ‘ilişkiyi’ yönetmeye ayarlı olduğu için sanki kapitalizm rüzgârları bu memlekete hiç uğramamış gibi, ‘bilgisayar, telefon, dört duvarlı ofis’ üçlemesi zemininde, eş, dost, esnaf muhabbetiyle ‘iş hayatı’nı daim kılabileceğini sanan sözde sermaye sahiplerinin hâlâ çoğunlukta olduğunu yolu iletişimden geçen herkes mutlaka ‘yaşayacaktır’...
Yönetmen dediğimiz bir tür ‘duygu avcısı’nın sesten, renklerden ve hatta artık kokudan nasıl ve hangi amaçlarla ‘yararlandığı’ konusu, her film için ayrı ayrı cevaplanabilecek bir büyük mesele olarak düşünüldüğünde son derece çarpıcı bir ‘etkileme sanatı’ hikayesi ortaya çıkar ki; bu iş üzerine ahkâm kesmek sınırlarımızı aşabilir.
Ancak 3D meselesinde işin varabileceği boyutlar konusunda herkes konuşabilir, bizce. Sanıldığından çok daha ciddi bir evrensel sorunla karşı karşıya olduğumuzu bilmesem de hissettiğimi söyleyebilirim. James Cameron’un Avatar’ı, Tim Burton’ın Alis Harikalar Diyarında’sı, Wim Wenders’ın –o muhteşem- Pina’sı, Steven Spielberg’in Ten Ten’in Maceraları, Martin Scorsese’nin Hugo’su gibi seyredilmemiş olmasını insana dair bir eksiklik olarak sayabileceğimiz 3D uygulamaları bir yana, korku ya da fantastik dedikleri türlerdeki ‘mevcut ve potansiyel ruh hastalarına’ yönelik bilumum ‘makabre’ işlerde karşımıza çıkabilecek örnekler diğer yana...
Şimdilerde ‘denizler kâşifi’ olarak da dünyayı kendisine hayran bırakan yönetmen James Cameron 3D teknolojisiyle çektiği Titanic belgeseliyle seyirci karşısına çıkacakmış. (Hatta 8 Nisan’da saat 22:00’de, NatGeo’da yayımlanacakmış)
Titanic’i, bu tür gelişmiş ekstra bir teknoloji marifetinin olmadığı haliyle bile izlerken o dalgalar arasında yitip gitmenin ne menem bir büyük ıstırap olduğunu derinden hissetmemiş miydik? Peki, şimdi yönetmen sözkonusu belgeselinde ‘canlandırma’ bahsiyle 100 yıl önceki hadiseyi ekranlara 3D yöntemi ile taşımaya kalkışırsa ne olacak? Hugo’da burnumuzun dibinden hızla geçen trenle irkilen zavallı seyirci, suları ağzının içinde hissetmeyi ne kadar arzu eder bilemem.
Hıristiyan Batı’nın yüksek teknolojiyi sanat adına kullanması bana yine işin ‘münderecatını’ (içeriğini) hatırlattı… 3 D ile çekilmiş bir Çanakkale Savaşı, bir Mevlana, bir Dersadet’te Sabah Ezanları, bir Devlet Ana izlemek ne muhteşem bir ‘özdeşlik’ olurdu… Biz ekonomi ve sosyal meselelerle uğaşırken kültür alanını gözden kaçırıyor muyuz yoksa?..
Doğan Hoca döktürmüş...
İletişim psikolojisi uzmanı Prof. Dr. Doğan Cüceloğlu’nu olağanüstü saptamalarıyla hafta sonu ekranda izleyip şu cümlesini aktarmadan edememiştim:
'Eğer hakikat kaygınız yoksa, sadece 'kim güçlü?' kaygısıyla hareket ediyorsanız, ortada ciddi bir sorun var demektir. Hakikat kaygısı olmayan bir toplumun gelişmesinden söz edilebilir mi?'
Bir süredir ‘feodal zihniyetle iletişim disiplininin birarada olamayacağı’ yolundaki tespitlerimi destekleyecek pek çok örnek üzerinde düşünürken, hocamız Doğan Cüceloğlu’nun Mart başında verdiği bir semineri detaylarıyla anlatan bir yazıya takıldım.
İş dünyasında 60. yılını kutlayan Elginkan Topluluğu’nun dergisi ‘Artı 1’ de (dergiyi edinmeye bakın), Doğan Cüceloğlu’nun seminer haberi şu başlıkla verilmiş:
‘Lider, karşısındakinin durduğu zemine saygılıdır.’
Hocamız özetle diyor ki:
“Bir olay anlamını içinde bulunduğu zeminden alır. Çünkü algıyı belirleyen o zemindir. Bu zemin, içine doğduğunuz kültüre göre kodlanmıştır. Davranışınızı bu kodlar şekillendirir … Kendimizin dışındaki zeminlerle iletişim içindeyken nasıl mesajlar verildiğinin de farkında olmak, olgunluk alametidir.”
‘Feodalite iletişemez’ yollu tespitim tam da bu noktada ifadesini buluyor. Ortaçağ zihniyetinde algıyı belirleyen kültürel kodlar, ‘iletişim’ yerine ‘ilişkiyi’ yönetmeye ayarlı olduğu için sanki kapitalizm rüzgârları bu memlekete hiç uğramamış gibi, ‘bilgisayar, telefon, dört duvarlı ofis’ üçlemesi zemininde, eş, dost, esnaf muhabbetiyle ‘iş hayatı’nı daim kılabileceğini sanan sözde sermaye sahiplerinin hâlâ çoğunlukta olduğunu yolu iletişimden geçen herkes mutlaka ‘yaşayacaktır’...