Bir gün mutlaka akıllanacağım…
30 HAZİRAN 2010
Bu sütunun müdavimleri benim spor hocamı artık tanımışlardır… Kendisine buradan onun da rızasını da alarak sık sık takılırım. Esas takılma noktam da onun hiçbir şeye ‘takılmamasıdır’… Geçen hafta sonu bizimki kombine bilet alıp üç gün üst üste Metallica’nın da sahne aldığı Sonisphere Festival’e gitmiş…
Pek çok eş dost da çocuklarını alıp gitmişti konsere. Vaktim olsa ben de meraktan gitmek isterdim doğrusu… Özellikle de genel anlamda prodüksiyonu çok merak ediyordum; benim sevdiğim rock biraz daha klasik olanından, Beatles, Eagles, Pink Floyd, Rolling Stones, Eric Clapton, John McLaughlin, Al Di Meola, Miles Davis, Marcus Miller, Charles Mingus, Herbie Hancock, Dexter Gordon, Keith Jarrett ve tahmin edebileceğiniz diğer tüm blues, rock starları…
Pazartesi günkü yazımızda her zamanki gibi bizim spor hocasına sardık ve ‘şeytan’ meytan muhabbeti yapıp olaydan alaycı bir şekilde söz ettik… Arkadaşlar uyardılar, “Ali Bey Twitter’e düşmüşsünüz…” Bir gazeteci arkadaşımız da dahil, bazıları bizim ‘makarayı’ ciddiye almışlardı… Oysa alttaki yazıyı da okusalar belki işin özünü hemen kavrayacaklardı… Olay çok netti. Ben akıllanmayacaktım… Aynı hatayı bilmem kaçıncı kez yapıyordum…
Oysa bizim “Algılama Yönetimi” adlı kitapta sözünü ettiğim hikâye sonrasında böyle şeyler yapmamaya tövbe etmiştim… (Sayfa 303)
***
“Çocuklar Duymasın” dizisinin başrol oyuncusu Tamer Karadağlı'nın başına gelenler üzerine “Ben de Tamer Ağabeyimin arkasındayım!” başlıklı bir yazı yazmıştım… Karadağlı’nın birlikte olduğu ‘ecnebi’ kadınlar şantaj yapmaya kalkmışlar, o da durumu polise intikal ettirmişti. Tamer Bey’in önce eşi, sonra da yapımcısı “Arkasındayız!” diye açıklama yapmışlardı. Ben de bu durumu hafiften tiye almaya kalkmıştım…
Yaptığım minik ‘gönderme’, edebiyatımızda ima, tariz, kinaye, cinas, tevriye adları da verilen söz sanatlarının mütevazı bir denemesiydi aslında. Karadağlı’nın ayıplanacak bir iş yaptığını kinayeli bir tarzda ifade etmekti amaç.
Bir dolu e-posta gelmişti. Bazıları ağır hakaret doluydu. Bu davada nasıl oluyordu da Tamer Karadağlı gibi, onların deyimiyle “bir ahlaksızın” yanında oluyordum?
Ne garip değil mi, oysa benim kastım, algılananın tam da tersiydi. Çünkü överken eleştirmek veya eleştirirken övmek, edebiyatın emekleme dönemlerinden bu yana sıklıkla başvurulan ima kökenli yöntemlerden biriydi.
İstanbul Erkek Lisesi'ndeki İngilizce Hocamız rahmetli Ahmet Bağışgil bize bu söz sanatına ‘doubletake’ dendiğini öğretmişti. Hatta daha iyi anlamamız için bunun “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” deyişinin farklı bir ifadesi olduğunu da eklemişti.
Rahmetli hocamın bize bu tanımı biraz eksik anlattığını aradan 45 yıl geçtikten sonra fark edecektim...
Değerli hocam, geniş kitlelerin algılama sınırlarında gezinirken dolaylı anlatımlardan kaçınıp “lafı dolaştırmamak” gerektiğini; söz sanatları yerine sadece “bire bir” anlatımlarla yetinmek lazım geldiğini sıkı sıkıya tembih etmemişti. Nasıl etsin ki? O yıllarda konuşma diliyle yazı dili birbirinden bu kadar kopmamış, serbest pazar ekonomisi hayatın her alanını belirlememiş, sloganlarla konuşur hale gelmemiştik. E-ortamlarda ‘mrb’, ‘svg’, ‘muck’ diye yazışmıyorduk… Beynimizin sosyal varlığımızla sınırlı olduğunu kavrayamamıştık henüz…
İletişim mesleğini seçmeye karar verdiğimde, Amerika'yı yeniden kendi tecrübelerimle keşfetmiştim: “İletişim, altı yaşındaki bir çocuğun algılama düzeyine göre yapılmalıydı. Öyle ki, çok sıkı kodlanmış bir mesajı bile hedef kitle anında çözebilmeliydi.”
Bütün bunları öğrenmiştim de bu yazıyı nasıl yazabilmiştim? Şaşılacak işti doğrusu! Bir hafta sonra bu defa, “Bana yazıklar olsun!” başlıklı bir yazı yazdım:
Tamer Ağabeyimin arkasında değilim! Vallahi değilim! Billâhi değilim!
***
Şimdi de şöyle demem gerekiyor herhalde… “Vallah Billahi Rock müziğine, Metallica’ya, siyah giysili uzun saçlı gençlere karşı hiçbir tavrım yok…”
O kadar e-posta geldi ki. Allahtan bu kez hakaret yok. Ama anlaşılmamış olduğum, bizim spor hocası ve onun gibi ‘detached’ olanlarla espriyle karışık ‘didişmek’ adına bunları yazdığımı, pek çok kimseye anlatamamış olduğum kesin…
Bu yanımızı anlamak için, “ne/ne de” kalıbının bizdeki kullanım sorununa bakmak yeterlidir. İngilizcesi “neither/nor”, Almancası “weder/noch” olan bu kalıpta yüklem olumlu kullanılır. Örneğin “Ne okula, ne sinemaya gittik” denir. Doğrusu da budur. Ama siz bu kalıbı doğru şekliyle kullanırsanız, halkın çoğunluğu bu ifadenizden, sözdizimi gereği yüklem olumlu olduğundan, ‘gitmediğinizi’ değil, tam tersine ‘gittiğinizi’ anlayabilir. Bu anlamsız durumdan sıyrılmanın iki yolu vardır. Ya yüklemi başa alıp “Ne okula gittik, ne de sinemaya...” demek, ya da dilbilgisi açısından yanlış da olsa yüklemi olumsuz yapmak: “Ne okula, ne de sinemaya gitmedik...”
Ben birinci şıkkı kullanmaya çalışırım; ama genelde geçerli olan (ve yanlış olan) kullanım ikinci şıktır.
Benim de bir yanlış daha yapıp tüm Metal’cilerden özür dilemem gerek herhalde…
Pek çok eş dost da çocuklarını alıp gitmişti konsere. Vaktim olsa ben de meraktan gitmek isterdim doğrusu… Özellikle de genel anlamda prodüksiyonu çok merak ediyordum; benim sevdiğim rock biraz daha klasik olanından, Beatles, Eagles, Pink Floyd, Rolling Stones, Eric Clapton, John McLaughlin, Al Di Meola, Miles Davis, Marcus Miller, Charles Mingus, Herbie Hancock, Dexter Gordon, Keith Jarrett ve tahmin edebileceğiniz diğer tüm blues, rock starları…
Pazartesi günkü yazımızda her zamanki gibi bizim spor hocasına sardık ve ‘şeytan’ meytan muhabbeti yapıp olaydan alaycı bir şekilde söz ettik… Arkadaşlar uyardılar, “Ali Bey Twitter’e düşmüşsünüz…” Bir gazeteci arkadaşımız da dahil, bazıları bizim ‘makarayı’ ciddiye almışlardı… Oysa alttaki yazıyı da okusalar belki işin özünü hemen kavrayacaklardı… Olay çok netti. Ben akıllanmayacaktım… Aynı hatayı bilmem kaçıncı kez yapıyordum…
Oysa bizim “Algılama Yönetimi” adlı kitapta sözünü ettiğim hikâye sonrasında böyle şeyler yapmamaya tövbe etmiştim… (Sayfa 303)
***
“Çocuklar Duymasın” dizisinin başrol oyuncusu Tamer Karadağlı'nın başına gelenler üzerine “Ben de Tamer Ağabeyimin arkasındayım!” başlıklı bir yazı yazmıştım… Karadağlı’nın birlikte olduğu ‘ecnebi’ kadınlar şantaj yapmaya kalkmışlar, o da durumu polise intikal ettirmişti. Tamer Bey’in önce eşi, sonra da yapımcısı “Arkasındayız!” diye açıklama yapmışlardı. Ben de bu durumu hafiften tiye almaya kalkmıştım…
Yaptığım minik ‘gönderme’, edebiyatımızda ima, tariz, kinaye, cinas, tevriye adları da verilen söz sanatlarının mütevazı bir denemesiydi aslında. Karadağlı’nın ayıplanacak bir iş yaptığını kinayeli bir tarzda ifade etmekti amaç.
Bir dolu e-posta gelmişti. Bazıları ağır hakaret doluydu. Bu davada nasıl oluyordu da Tamer Karadağlı gibi, onların deyimiyle “bir ahlaksızın” yanında oluyordum?
Ne garip değil mi, oysa benim kastım, algılananın tam da tersiydi. Çünkü överken eleştirmek veya eleştirirken övmek, edebiyatın emekleme dönemlerinden bu yana sıklıkla başvurulan ima kökenli yöntemlerden biriydi.
İstanbul Erkek Lisesi'ndeki İngilizce Hocamız rahmetli Ahmet Bağışgil bize bu söz sanatına ‘doubletake’ dendiğini öğretmişti. Hatta daha iyi anlamamız için bunun “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla!” deyişinin farklı bir ifadesi olduğunu da eklemişti.
Rahmetli hocamın bize bu tanımı biraz eksik anlattığını aradan 45 yıl geçtikten sonra fark edecektim...
Değerli hocam, geniş kitlelerin algılama sınırlarında gezinirken dolaylı anlatımlardan kaçınıp “lafı dolaştırmamak” gerektiğini; söz sanatları yerine sadece “bire bir” anlatımlarla yetinmek lazım geldiğini sıkı sıkıya tembih etmemişti. Nasıl etsin ki? O yıllarda konuşma diliyle yazı dili birbirinden bu kadar kopmamış, serbest pazar ekonomisi hayatın her alanını belirlememiş, sloganlarla konuşur hale gelmemiştik. E-ortamlarda ‘mrb’, ‘svg’, ‘muck’ diye yazışmıyorduk… Beynimizin sosyal varlığımızla sınırlı olduğunu kavrayamamıştık henüz…
İletişim mesleğini seçmeye karar verdiğimde, Amerika'yı yeniden kendi tecrübelerimle keşfetmiştim: “İletişim, altı yaşındaki bir çocuğun algılama düzeyine göre yapılmalıydı. Öyle ki, çok sıkı kodlanmış bir mesajı bile hedef kitle anında çözebilmeliydi.”
Bütün bunları öğrenmiştim de bu yazıyı nasıl yazabilmiştim? Şaşılacak işti doğrusu! Bir hafta sonra bu defa, “Bana yazıklar olsun!” başlıklı bir yazı yazdım:
Tamer Ağabeyimin arkasında değilim! Vallahi değilim! Billâhi değilim!
***
Şimdi de şöyle demem gerekiyor herhalde… “Vallah Billahi Rock müziğine, Metallica’ya, siyah giysili uzun saçlı gençlere karşı hiçbir tavrım yok…”
O kadar e-posta geldi ki. Allahtan bu kez hakaret yok. Ama anlaşılmamış olduğum, bizim spor hocası ve onun gibi ‘detached’ olanlarla espriyle karışık ‘didişmek’ adına bunları yazdığımı, pek çok kimseye anlatamamış olduğum kesin…
Bu yanımızı anlamak için, “ne/ne de” kalıbının bizdeki kullanım sorununa bakmak yeterlidir. İngilizcesi “neither/nor”, Almancası “weder/noch” olan bu kalıpta yüklem olumlu kullanılır. Örneğin “Ne okula, ne sinemaya gittik” denir. Doğrusu da budur. Ama siz bu kalıbı doğru şekliyle kullanırsanız, halkın çoğunluğu bu ifadenizden, sözdizimi gereği yüklem olumlu olduğundan, ‘gitmediğinizi’ değil, tam tersine ‘gittiğinizi’ anlayabilir. Bu anlamsız durumdan sıyrılmanın iki yolu vardır. Ya yüklemi başa alıp “Ne okula gittik, ne de sinemaya...” demek, ya da dilbilgisi açısından yanlış da olsa yüklemi olumsuz yapmak: “Ne okula, ne de sinemaya gitmedik...”
Ben birinci şıkkı kullanmaya çalışırım; ama genelde geçerli olan (ve yanlış olan) kullanım ikinci şıktır.
Benim de bir yanlış daha yapıp tüm Metal’cilerden özür dilemem gerek herhalde…