Bir özür borcu…
09 şubat 2023 - Yeni şafak
“Acının siyaseti olmaz” başlıklı Salı günkü yazımızı baskıya yetiştirebilmek için Pazartesi 14.00 civarında kaleme almıştık…
O saat itibarıyla yaptığımız gözlem ve değerlendirmeye göre -ki şu anda hâlâ aynı düşüncedeyiz- gerek edinilmiş tecrübe ve önceki depremlerden çıkarılmış dersler, gerekse teknolojik olanakların geldiği nokta açısından devlet kurumları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının daha örgütlü ve koordine olmuş vaziyette hareket ettikleri izlenimini edinmiştik.
Tabii ki “İyi, daha iyinin düşmanıdır”… Ortaya çıkan tablodan da anlıyoruz ki; müdahale çok daha etkili olabilirdi… Bu gibi durumlarda ‘başarı’ kriterlerinin maksimum düzeyde yakalanması hiçbir zaman söz konusu olamaz… Can kaybı yaşanmışsa, söz de biter değerlendirme de…
Kendi akrabalarımızdan ve ahbaplarımızdan en kötüsünü duyduğumuz, acı haberlerin peş peşe gelmeye başladığı ortamda bir de sosyal medya saldırısı yaşamamız, bazı hususlara değinme ihtiyacını doğurdu…
Kötü niyetli müstear isimle siyasi malzeme çıkarma meraklısı ‘sosyal medya dudularını’ bir kenara bırakacak olsak da, yukarıda sözünü ettiğimiz yazımızda eşimize dostumuza meramımızı tam olarak anlatamadıysak sorumluluk bizdedir…
Tüm konferans ve derslerde “Anlamayan değil, anlatamayan sorumludur” diye iletişim öğüdü verirken, o sorumluluktan kaçamayız…
Bir kere zamanlama hatası yaptığımız açıktır. Duyguların bu kadar tırmandığı bir ortamda analojilerle olaya bakmak için zamanlama doğru değildi…
Abdullah Ağar kardeşimizin yazısında toparladığı rakamlarla, Türkiye’de son 100 yılda meydana gelmiş en büyük depremlerle karşı karşıya olduğumuzu yazımızı hazırlarken bilmiyorduk.
Bilim insanlarımızın “Böyle bir şey tarihimizde tespit edilmemiştir” dedikleri, 9 saat arayla 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki ayrı depremin oluşup hasarı ve insan kaybını ciddi oranlarda artıracaklarını, ekiplerin yetersiz kalabileceğini, iletişimin aksayacağını tahmin edememiş olabiliriz…
En az 3 fay segmentinin kırıldığını, toplam yüzey kırığının 500 kilometreyi aştığını da bilmiyorduk. Bu durumun, 1999 Gölcük, Adapazarı ve Düzce depremlerinin toplamından daha uzun bir kırılmaya ve yıkıma neden olduğunu da…
Depremlerin Hiroşima’ya atılan atom bombasının 60 katından büyük bir yıkıma neden olduğunu da ilk saatlerde anlamamışız...
Depremden 13,5 milyon insanımızın, 10 şehrimizin, ülke coğrafyamızın yüzde 12’sinin, 4 milyon yapının ve ülke insanımızın hassasiyetinin yüksek dozda etkilenmesi, olaya iletişim boyutunda bakılmasını abes kılabilirdi. Bunu öngöremedik…
Ülkeyi Batı’ya peşkeş çekme konusunda birbirleriyle yarışanların, bu acı olaya “Depremle geldi, depremle gidecek” diye yaklaşan firari Can Dündar’ın gözüyle bakanların ve nihayet tüm FETÖ’cülerin sosyal medya zalimliğine kısmen de olsa neden olduğumuz için herhâlde bir özür borçluyum…
Yukarıda da belirttiğim gibi olaya iletişim mantığı açısından bakmaya çalışmamız, duyarsızlık çağrıştırmamalıydı. “Az konuş, molla desinler” ilkesine uymamışız açıkçası…
“Acının siyaseti olmaz” başlıklı Salı günkü yazımızı baskıya yetiştirebilmek için Pazartesi 14.00 civarında kaleme almıştık…
O saat itibarıyla yaptığımız gözlem ve değerlendirmeye göre -ki şu anda hâlâ aynı düşüncedeyiz- gerek edinilmiş tecrübe ve önceki depremlerden çıkarılmış dersler, gerekse teknolojik olanakların geldiği nokta açısından devlet kurumları, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarının daha örgütlü ve koordine olmuş vaziyette hareket ettikleri izlenimini edinmiştik.
Tabii ki “İyi, daha iyinin düşmanıdır”… Ortaya çıkan tablodan da anlıyoruz ki; müdahale çok daha etkili olabilirdi… Bu gibi durumlarda ‘başarı’ kriterlerinin maksimum düzeyde yakalanması hiçbir zaman söz konusu olamaz… Can kaybı yaşanmışsa, söz de biter değerlendirme de…
Kendi akrabalarımızdan ve ahbaplarımızdan en kötüsünü duyduğumuz, acı haberlerin peş peşe gelmeye başladığı ortamda bir de sosyal medya saldırısı yaşamamız, bazı hususlara değinme ihtiyacını doğurdu…
Kötü niyetli müstear isimle siyasi malzeme çıkarma meraklısı ‘sosyal medya dudularını’ bir kenara bırakacak olsak da, yukarıda sözünü ettiğimiz yazımızda eşimize dostumuza meramımızı tam olarak anlatamadıysak sorumluluk bizdedir…
Tüm konferans ve derslerde “Anlamayan değil, anlatamayan sorumludur” diye iletişim öğüdü verirken, o sorumluluktan kaçamayız…
Bir kere zamanlama hatası yaptığımız açıktır. Duyguların bu kadar tırmandığı bir ortamda analojilerle olaya bakmak için zamanlama doğru değildi…
Abdullah Ağar kardeşimizin yazısında toparladığı rakamlarla, Türkiye’de son 100 yılda meydana gelmiş en büyük depremlerle karşı karşıya olduğumuzu yazımızı hazırlarken bilmiyorduk.
Bilim insanlarımızın “Böyle bir şey tarihimizde tespit edilmemiştir” dedikleri, 9 saat arayla 7,7 ve 7,6 şiddetinde iki ayrı depremin oluşup hasarı ve insan kaybını ciddi oranlarda artıracaklarını, ekiplerin yetersiz kalabileceğini, iletişimin aksayacağını tahmin edememiş olabiliriz…
En az 3 fay segmentinin kırıldığını, toplam yüzey kırığının 500 kilometreyi aştığını da bilmiyorduk. Bu durumun, 1999 Gölcük, Adapazarı ve Düzce depremlerinin toplamından daha uzun bir kırılmaya ve yıkıma neden olduğunu da…
Depremlerin Hiroşima’ya atılan atom bombasının 60 katından büyük bir yıkıma neden olduğunu da ilk saatlerde anlamamışız...
Depremden 13,5 milyon insanımızın, 10 şehrimizin, ülke coğrafyamızın yüzde 12’sinin, 4 milyon yapının ve ülke insanımızın hassasiyetinin yüksek dozda etkilenmesi, olaya iletişim boyutunda bakılmasını abes kılabilirdi. Bunu öngöremedik…
Ülkeyi Batı’ya peşkeş çekme konusunda birbirleriyle yarışanların, bu acı olaya “Depremle geldi, depremle gidecek” diye yaklaşan firari Can Dündar’ın gözüyle bakanların ve nihayet tüm FETÖ’cülerin sosyal medya zalimliğine kısmen de olsa neden olduğumuz için herhâlde bir özür borçluyum…
Yukarıda da belirttiğim gibi olaya iletişim mantığı açısından bakmaya çalışmamız, duyarsızlık çağrıştırmamalıydı. “Az konuş, molla desinler” ilkesine uymamışız açıkçası…