Bir özür de 6-7 Eylül için...
25 Ocak 2009 Akşam Gazetesi
'Biri milliyetçi bir toprak ağasının oğlu, diğeri fahişelik yapan bir Rum kızının yaşadıkları aşkla değişip, başkaldırmayı öğrenmelerini konu alan filmin hikayesini 6-7 Eylül olayları ve dönemin azınlık sorunu besliyor.' Güz Sancısı'nın özet cümlesi bu...
Sevgili Tomris Giritlioğlu'nu TRT günlerinden tanırım. Kalıbına sığamadığı o günlerden belliydi. Pek çok filmini izledim. Hepsi ilginçtir, dikkat çekicidir, izlenmesi gereken filmlerdir; ancak 'İyi' midir?.. İşte orada biraz duraklıyorum. Bu soruyu diğer sıfatlarda olduğu gibi bir çırpıda 'Evet' diye yanıtlamakta zorlanıyorum...
Dörtlü matriks
Sinema eleştirmenliğinde doruk noktada gördüğüm ABD'li yazar Bruce Williamson'un dörtlü tanımını bir türlü unutamam... Filmlere önce o pencerede bakarım hep.
1. Kötü yapılmış iyi film, 2. İyi yapılmış kötü film, 3. Kötü yapılmış kötü film, 4. İyi yapılmış iyi film...
Güz Sancısı'nı izleyin; bu dörtlüden hangisindeki tanımın burada geçerli olabileceğini bir çırpıda olmasa bile en azından daha önce izlediğiniz filmleri de bu matriks'e yerleştirdiğinizde hemen bulacaksınız... İstanbul'da bu vahşet yaşandığında ben 9 yaşındaydım... Olayların öncesinde ve sonrasındaki gelişmelerin bıraktığı izler; ailemize, çevremizdeki dost ve komşulara yansımış olan duygular belleğimden hiçbir zaman silinmemiştir. Filmde bunlar yok. Enine kesitinde sadece o 2-3 gün var... İçimizdeki utanç duygularını kamçılayan o üç gün...
Tarihten utanç sahneleri
Tomris Hanım yakın tarihimizde utanç duymamız, kendimizi ezik hissetmemiz gereken ne kadar olay varsa, onları beyazperdeye aktarmak için özel çaba harcıyor. Yılmaz Karakoyunlu yazmak, Etyen Mahçupyan da senaryolaştırmak için... İyi bir üçlü oluşturmuşlar. Salkım Hanım'ın Taneleri de bir dönem filmiydi ve Cumhuriyet tarihinin utanç tablolarından bir başkasını anlatıyordu. Karakoyunlu genç Cumhuriyetin kuruluş sancıları içinde daha pek çok dramatik olayı yazabilir; Tomris Hanım da Etyen Bey'in desteği ile sinemaya aktarabilir...
Hem Milliyet hem de Hürriyet, filmin TV dizisi tadından olduğundan söz ettiler. Bu Tomris Hanım'ı en çok kızdıracak tespitlerin başında geliyor. Her ne kadar kimselerin kolay kolay anlayamadığı bir 'eksantriklikle', 'Ben sinemayı sinemada seyredemiyorum' diyecek, filminin gala gecesinde sinemaya ancak film bittikten sonra uğramış olacak kadar sinemadan kopuk gibi dursa da, televizyon kültüründen kurtulamamış olduğu yolundaki imaları bu kadar da hak etmiyor. Örneğin, 'Suyun Öte Yanı' hiç de fena değildi bu anlamda...
Tarihe tanıklık
Vali filmini, Devrim Arabaları'nı, içeriğine 'terkibine' katılmasam bile Mustafa'yı, Türkiye'nin yakın tarihine tanıklık etmek adına verilen çabalar olarak çok önemli bulduğumu sık sık belirtmiştim. Yakın gelecekte Ergenekon'u da bir gün beyaz perdede izleyeceğiz. (Kurtlar Vadisi'nin Ergenekon'un fragmanı olduğunu iddia edenlerin sayısı da az değil hani...)
Film (bazılarına göre Fotoroman mantığında) kare kare bakıldığında gerçekten şiirsel bir anlatım diline sahip. Kostümler bir harika. Elena rolünde Beren Saat'e bayıldım. (Sadece onu izlemek için bile filme gitmeye değer).. Suat rolündeki Okan Yalabık dışındaki oyuncuların performanslarından söz etmemek en azından onlara karşı anlayışlı, saygılı bir yaklaşım olur.
Hoşgörü nereye kadar?
Cuma sinema akşamları programı gereği gittiğimiz restoranda (19.30 sinema sonra da Park Avenue, özellikle de garson Osman orada olduğu için...) arkadaşlar biraz daha insaflıydılar. Küçük hataların affedilmesi gerektiğini söylediler. Örneğin uçurum kenarındaki sahne: Yakın planda Behçet'in ayakları uçurumun hemen dibinde, yukarıdan çeken kamerada herhangi bir tehlike yok. Uçurum kenarına daha en az yarım metre var...
Ya da filmin hemen başında Behçet'in elini nasıl kestiği; ve de bu el kesme sahnesini yönetmenin neden oraya koyduğu, ya da aynı sahnede Behçet'in babasının resminin camının nasıl olup da kırıldığı (eliyle çarpmış olması zor); ve nihayet duvardaki resmin bir sahne sonra nasıl olup da biraz daha sağa eğildiği... Bunları anlayamamanın pek önemi yoktu bazı arkadaşlara göre; aslolan o dramdı...
Kabahat yoksa bende mi?
Benim finalde Behçet'in burnunun dibindeki kızı nasıl kaybettiğini anlayamamam, ya da o iki 'kötü' adamla nasıl karşılaştığını çıkaramamam, Behçet'in kızın gittiği dükkanı sonradan eliyle koymuş gibi bulmasını çözememem, o semtin mimari duygusunu seyircinin kaybetmemesi gerektiği tezim, sokakların iki kenarına park edilmesini engellemek için o filmin geçtiği tarihten 50 sene sonra çakılmış olan metal korkulukların çıkarılmamış olmasını özenliksiz olarak nitelemem... Bütün bunlar görmezlikten gelinebilir ve Tomris Hanım affedilebilirdi...
Türk entelijansiyası içinde genel kanaat de sanırım bu olacak zaten... 'Olsun canım film hoş bir şekilde özür diliyor ya... Yeter...' Ben ise dünkü Milliyet'in Cumartesi ekindeki sinema yazısına Nil Kural'ın ağabeylerinden amcalarından korkmadan koyduğu son cümleyi önemsiyorum: 'Dizide işleyen formül beyazper-dede tökezliyor. Polisiye olaylar, siyaset, aşk, bir sürü karakter derken dağılıp gidiyor. Bir oraya bir buraya savrulurken ritim kaçıyor. Film ne Türkiye tarihinin bu kritik dönemini layığıyla gösteriyor, ne de odaktaki aşkı inandırıcı kılıyor...'
Ellerine sağlık Nil Kural...
Baykal'ın Kılıçdaroğlu zaferi
Sayın Baykal'ın Kemal Kılıçdaroğlu'nu İstanbul'dan Büyükşehir Belediye Başkanı tayin edebileceğini daha önceden tahmin edip yazmıştım. Ancak bu işe partilileri de ortak edeceğini görememişim... Taktik çok iyi... Üç ismi oylat. 'Bak herkes Kılıçdaroğlu'nu işaret etti' de... (Bu arada Kemal Derviş'in kendi adının 'yoklamaya' dahil edilmesiyle mutabık olup olmadığını bilmiyoruz. Arzusu hilafına yapıldıysa, gerçekten çok ayıp...)
Kılıçdaroğlu Belediye Başkanlığı'nı kazansa da kaybetse de Sayın Baykal amacına ulaşmış; Kılıçdaroğlu'nu siyasi rekabet yarışından silmiş olacak...
Kemal Kılıçdaroğlu ise verdiği ilk beyanatla birlikte neleri yapmayacağını anlatmaya başladı... Yolsuzluk yapmayacak, yolsuzlukları ortaya çıkaracakmış. Üstat İstanbullu seçmenin kentin başına bir savcı değil kendilerine hizmet edecek bir Başkan seçeceklerini inşallah hatırlar da; biraz da neler yapacağından söz eder... Yoksa işi çok zor...
'Biri milliyetçi bir toprak ağasının oğlu, diğeri fahişelik yapan bir Rum kızının yaşadıkları aşkla değişip, başkaldırmayı öğrenmelerini konu alan filmin hikayesini 6-7 Eylül olayları ve dönemin azınlık sorunu besliyor.' Güz Sancısı'nın özet cümlesi bu...
Sevgili Tomris Giritlioğlu'nu TRT günlerinden tanırım. Kalıbına sığamadığı o günlerden belliydi. Pek çok filmini izledim. Hepsi ilginçtir, dikkat çekicidir, izlenmesi gereken filmlerdir; ancak 'İyi' midir?.. İşte orada biraz duraklıyorum. Bu soruyu diğer sıfatlarda olduğu gibi bir çırpıda 'Evet' diye yanıtlamakta zorlanıyorum...
Dörtlü matriks
Sinema eleştirmenliğinde doruk noktada gördüğüm ABD'li yazar Bruce Williamson'un dörtlü tanımını bir türlü unutamam... Filmlere önce o pencerede bakarım hep.
1. Kötü yapılmış iyi film, 2. İyi yapılmış kötü film, 3. Kötü yapılmış kötü film, 4. İyi yapılmış iyi film...
Güz Sancısı'nı izleyin; bu dörtlüden hangisindeki tanımın burada geçerli olabileceğini bir çırpıda olmasa bile en azından daha önce izlediğiniz filmleri de bu matriks'e yerleştirdiğinizde hemen bulacaksınız... İstanbul'da bu vahşet yaşandığında ben 9 yaşındaydım... Olayların öncesinde ve sonrasındaki gelişmelerin bıraktığı izler; ailemize, çevremizdeki dost ve komşulara yansımış olan duygular belleğimden hiçbir zaman silinmemiştir. Filmde bunlar yok. Enine kesitinde sadece o 2-3 gün var... İçimizdeki utanç duygularını kamçılayan o üç gün...
Tarihten utanç sahneleri
Tomris Hanım yakın tarihimizde utanç duymamız, kendimizi ezik hissetmemiz gereken ne kadar olay varsa, onları beyazperdeye aktarmak için özel çaba harcıyor. Yılmaz Karakoyunlu yazmak, Etyen Mahçupyan da senaryolaştırmak için... İyi bir üçlü oluşturmuşlar. Salkım Hanım'ın Taneleri de bir dönem filmiydi ve Cumhuriyet tarihinin utanç tablolarından bir başkasını anlatıyordu. Karakoyunlu genç Cumhuriyetin kuruluş sancıları içinde daha pek çok dramatik olayı yazabilir; Tomris Hanım da Etyen Bey'in desteği ile sinemaya aktarabilir...
Hem Milliyet hem de Hürriyet, filmin TV dizisi tadından olduğundan söz ettiler. Bu Tomris Hanım'ı en çok kızdıracak tespitlerin başında geliyor. Her ne kadar kimselerin kolay kolay anlayamadığı bir 'eksantriklikle', 'Ben sinemayı sinemada seyredemiyorum' diyecek, filminin gala gecesinde sinemaya ancak film bittikten sonra uğramış olacak kadar sinemadan kopuk gibi dursa da, televizyon kültüründen kurtulamamış olduğu yolundaki imaları bu kadar da hak etmiyor. Örneğin, 'Suyun Öte Yanı' hiç de fena değildi bu anlamda...
Tarihe tanıklık
Vali filmini, Devrim Arabaları'nı, içeriğine 'terkibine' katılmasam bile Mustafa'yı, Türkiye'nin yakın tarihine tanıklık etmek adına verilen çabalar olarak çok önemli bulduğumu sık sık belirtmiştim. Yakın gelecekte Ergenekon'u da bir gün beyaz perdede izleyeceğiz. (Kurtlar Vadisi'nin Ergenekon'un fragmanı olduğunu iddia edenlerin sayısı da az değil hani...)
Film (bazılarına göre Fotoroman mantığında) kare kare bakıldığında gerçekten şiirsel bir anlatım diline sahip. Kostümler bir harika. Elena rolünde Beren Saat'e bayıldım. (Sadece onu izlemek için bile filme gitmeye değer).. Suat rolündeki Okan Yalabık dışındaki oyuncuların performanslarından söz etmemek en azından onlara karşı anlayışlı, saygılı bir yaklaşım olur.
Hoşgörü nereye kadar?
Cuma sinema akşamları programı gereği gittiğimiz restoranda (19.30 sinema sonra da Park Avenue, özellikle de garson Osman orada olduğu için...) arkadaşlar biraz daha insaflıydılar. Küçük hataların affedilmesi gerektiğini söylediler. Örneğin uçurum kenarındaki sahne: Yakın planda Behçet'in ayakları uçurumun hemen dibinde, yukarıdan çeken kamerada herhangi bir tehlike yok. Uçurum kenarına daha en az yarım metre var...
Ya da filmin hemen başında Behçet'in elini nasıl kestiği; ve de bu el kesme sahnesini yönetmenin neden oraya koyduğu, ya da aynı sahnede Behçet'in babasının resminin camının nasıl olup da kırıldığı (eliyle çarpmış olması zor); ve nihayet duvardaki resmin bir sahne sonra nasıl olup da biraz daha sağa eğildiği... Bunları anlayamamanın pek önemi yoktu bazı arkadaşlara göre; aslolan o dramdı...
Kabahat yoksa bende mi?
Benim finalde Behçet'in burnunun dibindeki kızı nasıl kaybettiğini anlayamamam, ya da o iki 'kötü' adamla nasıl karşılaştığını çıkaramamam, Behçet'in kızın gittiği dükkanı sonradan eliyle koymuş gibi bulmasını çözememem, o semtin mimari duygusunu seyircinin kaybetmemesi gerektiği tezim, sokakların iki kenarına park edilmesini engellemek için o filmin geçtiği tarihten 50 sene sonra çakılmış olan metal korkulukların çıkarılmamış olmasını özenliksiz olarak nitelemem... Bütün bunlar görmezlikten gelinebilir ve Tomris Hanım affedilebilirdi...
Türk entelijansiyası içinde genel kanaat de sanırım bu olacak zaten... 'Olsun canım film hoş bir şekilde özür diliyor ya... Yeter...' Ben ise dünkü Milliyet'in Cumartesi ekindeki sinema yazısına Nil Kural'ın ağabeylerinden amcalarından korkmadan koyduğu son cümleyi önemsiyorum: 'Dizide işleyen formül beyazper-dede tökezliyor. Polisiye olaylar, siyaset, aşk, bir sürü karakter derken dağılıp gidiyor. Bir oraya bir buraya savrulurken ritim kaçıyor. Film ne Türkiye tarihinin bu kritik dönemini layığıyla gösteriyor, ne de odaktaki aşkı inandırıcı kılıyor...'
Ellerine sağlık Nil Kural...
Baykal'ın Kılıçdaroğlu zaferi
Sayın Baykal'ın Kemal Kılıçdaroğlu'nu İstanbul'dan Büyükşehir Belediye Başkanı tayin edebileceğini daha önceden tahmin edip yazmıştım. Ancak bu işe partilileri de ortak edeceğini görememişim... Taktik çok iyi... Üç ismi oylat. 'Bak herkes Kılıçdaroğlu'nu işaret etti' de... (Bu arada Kemal Derviş'in kendi adının 'yoklamaya' dahil edilmesiyle mutabık olup olmadığını bilmiyoruz. Arzusu hilafına yapıldıysa, gerçekten çok ayıp...)
Kılıçdaroğlu Belediye Başkanlığı'nı kazansa da kaybetse de Sayın Baykal amacına ulaşmış; Kılıçdaroğlu'nu siyasi rekabet yarışından silmiş olacak...
Kemal Kılıçdaroğlu ise verdiği ilk beyanatla birlikte neleri yapmayacağını anlatmaya başladı... Yolsuzluk yapmayacak, yolsuzlukları ortaya çıkaracakmış. Üstat İstanbullu seçmenin kentin başına bir savcı değil kendilerine hizmet edecek bir Başkan seçeceklerini inşallah hatırlar da; biraz da neler yapacağından söz eder... Yoksa işi çok zor...