Bir tür hesap hatası yapıyorum herhalde
15.06.2009 - Marketing Türkiye
Her fırsatta belirtirim şu OMO’ya hayranlığımı… Yıkama gücüne falan değil. Ondan anlamam. Özellikle iletişimde farklılaşma noktaları bulmaktaki yaratıcılık, cesaret ve süreklilik noktasında gösterdikleri tutarlılık beni hayran bıraktırmıştır kendisine.
Herkes “Ben daha beyaz, daha yumuşak, daha parlak yıkarım” gibi bin yıldır değişmeyen yaklaşımlarla reklam yaparken; “Kirlenmek güzeldir” gibi bir konsepte insan, zaman ve para kaynaklarını yatırmak her baba yiğidin harcı değildir…
Şimdi de kalkmışlar “Sudaki ayak izim” gibi çevreci bir toplumsal sorumluluk çizgisine yönelmişler… İçimde hep bir endişe: Bu tür ‘ince’ stratejiler markanın Türkiye’deki hedef kitlesine ne kadar geçer?..
Geçen hafta bizim evin burnunun dibindeki Belgrad Ormanları’na yürüyüş gittik. Hay gitmez olaydık… Aslında yıllardır bu gibi alanlarda ‘insan perhizi’ uygularım. Hep kalabalıklara karışı ‘risk’ almamaya çalışırım… Bu kez üçlü sıkıştırma vardı: Kızım, Eşim, Asistanım…
“İlle yürüyüşe gidelim!”
“Tamam, gelin sitenin içinde yürüyelim!”
“Hayır ille ormana gideceğiz! Tembellik, oyunbozanlık etme!”…
Pazar sabahı saat 10 falan... Kalabalık değildir, diye düşündüm. Gittik…
Aman yarabbi. Geç kalmışız… Beşiktaş açık pazarının bazen önünden geçerim. Bu kadar kalabalık değildir… Etrafı bir duman basmış ki sormayın. Nefes almak ne mümkün! Lokal bir duman değil ha… Bütün ormanı kaplamış. Kaçacak delik yok denecek kadar az… Her yerde mangallar fayrap… Yolun kenarında da eşek kadar bir tabela: “Ateşli Piknik Yasaktır!”…
“Park etmek yasaktır” levhasının altına dizilmiş Doğan görünümündeki Şahin’lere mi yanarsın; bisikletle dolaşmanın yasaklandığı yürüyüş yollarında, her an dağılacakmış hissi veren bisikletleriyle fink atan veletlere mi? Yoksa kadidi çıkmış beygirlerin sırtında çocukları ‘tenezzühe’ çıkaran ‘Roman’ vatandaşlarımıza mı?..
Ormanı yakmaya çeyrek kalan, inanılmaz bir gürültüyle tepinen (çalan müziklerin estetik gelişmişliği yanında kolbastı falan, Beethoven’in 5’inci senfonisi gibi kalır), ağaçlara etmedikleri zulmü bırakmayan, pisliklerini de hiçbir hayvanın yapmadığı şekilde yaşadıkları yere bırakıp giden, aslında yaşam stili, sınıf özellikleri, satın alma davranışları itibariyle hiçbir segmentasyona girmeyen; zorlanırsa ‘lumpen proletarya’ denen bir Marksist sınıflandırmada ifadesini bulabilecek bu hedef kitleye neticede ürünün ile ilgili ‘marka sadakati’ yaratmak adına ‘Sudaki ayak izim’ diye bir kurumsal sosyal sorumluluk kampanyası yapacaksın…
Ölme eşeğim ölme…
Vallahi bu OMO’cuların heykellerini dikmek lazım… Ya çok az bir kitle üzerinde etkili olacağını bile bile bu işe kalkışıyorlar ve olaya çok uzun vadeli bakıyorlar; ya da dostlar alışverişte görsün misali kendi uyuzlarını kaşıyorlar… Ya da ben bu segmenti adam gibi tanımıyorum; araştırmaların tamamı yalan söylüyor ve bu kitle aslanlar gibi kurumsal sosyal sorumluluğa önem veren markaları tercih ediyor… Her üç şıkta da helal olsun vallahi…
İşe bakın siz..
Sen tut WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) suyun doğru kullanımına yönelik farkındalık yaratmak üzere stratejik bir ortaklığa imza at.
Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını ifade eden ‘sudaki ayak izi’ kavramının tanıtıldığı www.sudakiayakizim.org adlı web sitesi ile kullanıcıların sudaki ayak izlerini ölçmesini sağla. Toplumun tüm kesimlerinin sudaki ayak izlerini azaltmaya yönelik öneriler getir...
Çevreye daha duyarlı bir üretim için, 7 fabrikada toplamda 4,6 milyon TL’ye ulaşmış çevre yatırımları yap...
Sudaki ayak izine dikkat çekmek için reklam filmi, advertorial çalışmaları devreye sok. Çamaşır yıkarken nasıl su tasarrufu yapılabileceğini anlat.
Bizim Belgrad ormanındaki vatandaşlar da o çevreye duyarlı halleriyle OMO’yu özdeşleştirip onu tercih etsinler… Bir yerde bir hesap hatası var da nerede? Herhalde bende…
Fotoğraflar ve laflar bir harika!
Açıkça ifade etmeliyim ki inşaat sektöründe gördüğüm en ilginç reklamlardan biriydi. Silme çift gazete sayfası… Duble sayfayı kendi ekseni etrafında 180 derece çevirdiniz mi başka bir fotoğraf… Bir tarafta balık gözü objektifi ile Marmara açıklarından Boğaz, Kadıköy ve Haliç’i görecek şekilde çekilmiş çok hoş bir fotoğraf… Fotoğrafın üzerinde iki yüksek binanın ne yazık ki amatör bir şekilde çizilmiş kontörü… Çift sayfayı 180 derece çevirdiniz mi bu kez o iki yüksek binadan Marmara’ya bakış var.
Bu fotoğraflar işin görsel zenginliği. Bence ondan daha çarpıcı olan reklamın söz düzeneği... İki iddialı laf var, İstanbul’a doğru bakan fotoğrafta: Dünyanın en güzel şehri… İstanbul’dan Marmara’ya bakanda ise: Şehrin en güzel manzarası… Bu ikincisi biraz tehlikeli… Bu lafı eden kimse, Avrupa’nın en yüksek binası olan İstanbul Saphhire’in seyir terasına insanların çıkmasını engellemesi lazım… Çünkü aynı iddia orası için fazlasıyla geçerli…
Reklamın sözleri iki sloganla bitmiyor. Bir cümle var ki, bin git!
“Akıllı bina konseptiyle duygusal zekânın birleştiği eşsiz bir proje!”…
Yaşıyor olsaydı verecektiniz bu cümleyi rahmetli Stephan Zweig’a, size öyle 5-10 sayfa değil; en az 50 sayfa döktürecekti…
Cümle çok iyi de Anthill Residence bununla ne kastediyor, hangi marka vaadinin altını çiziyor; en iyi niyetimle bile anlayamadım…
Olsun, ne işe yarar, bu kadar üst düzeyde bir konumlama için günlük gazete doğru mecra mıdır, bilemem. Ancak reklam çok şık ve hoş onu bilirim…
Marka veya şöhret emekliliği düşünür mü?
Şöhret yönetimi ile marka yönetimini birbiriyle karıştıranlar için müthiş bir fırsat… Her şöhreti marka sananlara Ferhat Göçer’in gazetelere verdiği beyanatı okumalarını salık veririm.
Ne demiş Ferhat Göçer?
“Yavaş yavaş yaşlanmaya başladım. Geleceğe ilişin hedeflerim var… İstediğim gibi giderse 7 sene sonra emekli olmayı planlıyorum!”
Bunu bir yönetici söyleyebilir; ya da bir esnaf… Fakat bir star söyleyebilir mi? Marka olduğu iddia edilen bir şöhret böyle bir şeyi ağzına alabilir mi?
Düşünün… Frank Sinatra, 42 yaşında ve diyor ki: “49 yaşına gelince bu işlerden elimi eteğimi çekeceğim”…
Arçelik birkaç yıl sonra üretimi durduracağını açıklasa bir tane ürün satabilir mi?
Bir de “Türkiye’de popüler kültür dünyasında belki şöhret var ama marka yok” deyince bana kızıyorlar…
İyisi mi Ferhat Bey yol yakınken zülfüyarı kurtarmaya çalışmalı. Çünkü onda eksik olan ne yetenek, ne ses, ne ihtiras… Onda eksik olan, yönetici (manager) ile sürükleyici (driver) arasındaki farkı bilmemesi ve bu yüzden de iş hayatını ‘drive’ edememesi… Marka yönetiminin nimetlerinden -10 kazanacağına daha az yıpranarak 100 kazanmak gibi- yararlanamamak…
Şöyle de düşünebilir Ferhat Bey, “Ben marka değilim de kim marka?” Yerinde bir soru…
Hemen yanıtlayalım. Türkiye’de kimse marka değil… “O halde niye takılayım”, diye düşünebilirsiniz ve haklı olursunuz…
Müşteriler de sadece siyah-beyaz mı olacak?..
İşletme olarak çalışmalarını takdirle izlediğim Intercity (www.intercityrentacar.com), tam sayfa siyah – beyaz bir gazete reklamı vermiş…
Ortada nal gibi bir BJK 1903 amblemi. Altında kocaman bir laf: “Delikanlı ilan renkli olmaz!”..
Alt metin şöyle sürüyor: “En sevdiğimiz renkler siyah beyaz, sponsoru olduğumuz tek şampiyon Beşiktaş… Tam altı yıldır Beşiktaş Jimnastik ve Spor Kulübü’nün kiralık araç sponsoru olmaktan gurur duyuyoruz. Kalbimizin daimi şampiyonu Beşiktaş’ımızı kutluyoruz…”
Belli ki, patron Beşiktaş’ın hastası…
Yoksa bu risk alınır mı? Hasta Fenerlilerle Galatasaraylılar ne olacak? Onları müşteri olarak istemiyor Intercity herhalde… Sponsor olmak başka, bunu bağırmak başka, üstüne üstlük bir de böyle bağırmak daha başka…
Shell’den alış veriş yapmayan McDonald’s yemeyen Fenerliler, hem de eğitimli adam gibi Fenerliler olduğunu bilmiyorlar herhalde. Sarı lacivert kurumsal rengi olan kuruluşların da başları Galatasaraylılarla belada…
Intercity, Beşiktaşlı müşterilerini mutlu ederken diğerleriyle arasını bozmayacak bir iletişim yolu bulmalı…
Herkes “Ben daha beyaz, daha yumuşak, daha parlak yıkarım” gibi bin yıldır değişmeyen yaklaşımlarla reklam yaparken; “Kirlenmek güzeldir” gibi bir konsepte insan, zaman ve para kaynaklarını yatırmak her baba yiğidin harcı değildir…
Şimdi de kalkmışlar “Sudaki ayak izim” gibi çevreci bir toplumsal sorumluluk çizgisine yönelmişler… İçimde hep bir endişe: Bu tür ‘ince’ stratejiler markanın Türkiye’deki hedef kitlesine ne kadar geçer?..
Geçen hafta bizim evin burnunun dibindeki Belgrad Ormanları’na yürüyüş gittik. Hay gitmez olaydık… Aslında yıllardır bu gibi alanlarda ‘insan perhizi’ uygularım. Hep kalabalıklara karışı ‘risk’ almamaya çalışırım… Bu kez üçlü sıkıştırma vardı: Kızım, Eşim, Asistanım…
“İlle yürüyüşe gidelim!”
“Tamam, gelin sitenin içinde yürüyelim!”
“Hayır ille ormana gideceğiz! Tembellik, oyunbozanlık etme!”…
Pazar sabahı saat 10 falan... Kalabalık değildir, diye düşündüm. Gittik…
Aman yarabbi. Geç kalmışız… Beşiktaş açık pazarının bazen önünden geçerim. Bu kadar kalabalık değildir… Etrafı bir duman basmış ki sormayın. Nefes almak ne mümkün! Lokal bir duman değil ha… Bütün ormanı kaplamış. Kaçacak delik yok denecek kadar az… Her yerde mangallar fayrap… Yolun kenarında da eşek kadar bir tabela: “Ateşli Piknik Yasaktır!”…
“Park etmek yasaktır” levhasının altına dizilmiş Doğan görünümündeki Şahin’lere mi yanarsın; bisikletle dolaşmanın yasaklandığı yürüyüş yollarında, her an dağılacakmış hissi veren bisikletleriyle fink atan veletlere mi? Yoksa kadidi çıkmış beygirlerin sırtında çocukları ‘tenezzühe’ çıkaran ‘Roman’ vatandaşlarımıza mı?..
Ormanı yakmaya çeyrek kalan, inanılmaz bir gürültüyle tepinen (çalan müziklerin estetik gelişmişliği yanında kolbastı falan, Beethoven’in 5’inci senfonisi gibi kalır), ağaçlara etmedikleri zulmü bırakmayan, pisliklerini de hiçbir hayvanın yapmadığı şekilde yaşadıkları yere bırakıp giden, aslında yaşam stili, sınıf özellikleri, satın alma davranışları itibariyle hiçbir segmentasyona girmeyen; zorlanırsa ‘lumpen proletarya’ denen bir Marksist sınıflandırmada ifadesini bulabilecek bu hedef kitleye neticede ürünün ile ilgili ‘marka sadakati’ yaratmak adına ‘Sudaki ayak izim’ diye bir kurumsal sosyal sorumluluk kampanyası yapacaksın…
Ölme eşeğim ölme…
Vallahi bu OMO’cuların heykellerini dikmek lazım… Ya çok az bir kitle üzerinde etkili olacağını bile bile bu işe kalkışıyorlar ve olaya çok uzun vadeli bakıyorlar; ya da dostlar alışverişte görsün misali kendi uyuzlarını kaşıyorlar… Ya da ben bu segmenti adam gibi tanımıyorum; araştırmaların tamamı yalan söylüyor ve bu kitle aslanlar gibi kurumsal sosyal sorumluluğa önem veren markaları tercih ediyor… Her üç şıkta da helal olsun vallahi…
İşe bakın siz..
Sen tut WWF-Türkiye (Doğal Hayatı Koruma Vakfı) suyun doğru kullanımına yönelik farkındalık yaratmak üzere stratejik bir ortaklığa imza at.
Tüm üretim ve tüketim süreçlerinde kullanılan toplam su miktarını ifade eden ‘sudaki ayak izi’ kavramının tanıtıldığı www.sudakiayakizim.org adlı web sitesi ile kullanıcıların sudaki ayak izlerini ölçmesini sağla. Toplumun tüm kesimlerinin sudaki ayak izlerini azaltmaya yönelik öneriler getir...
Çevreye daha duyarlı bir üretim için, 7 fabrikada toplamda 4,6 milyon TL’ye ulaşmış çevre yatırımları yap...
Sudaki ayak izine dikkat çekmek için reklam filmi, advertorial çalışmaları devreye sok. Çamaşır yıkarken nasıl su tasarrufu yapılabileceğini anlat.
Bizim Belgrad ormanındaki vatandaşlar da o çevreye duyarlı halleriyle OMO’yu özdeşleştirip onu tercih etsinler… Bir yerde bir hesap hatası var da nerede? Herhalde bende…
Fotoğraflar ve laflar bir harika!
Açıkça ifade etmeliyim ki inşaat sektöründe gördüğüm en ilginç reklamlardan biriydi. Silme çift gazete sayfası… Duble sayfayı kendi ekseni etrafında 180 derece çevirdiniz mi başka bir fotoğraf… Bir tarafta balık gözü objektifi ile Marmara açıklarından Boğaz, Kadıköy ve Haliç’i görecek şekilde çekilmiş çok hoş bir fotoğraf… Fotoğrafın üzerinde iki yüksek binanın ne yazık ki amatör bir şekilde çizilmiş kontörü… Çift sayfayı 180 derece çevirdiniz mi bu kez o iki yüksek binadan Marmara’ya bakış var.
Bu fotoğraflar işin görsel zenginliği. Bence ondan daha çarpıcı olan reklamın söz düzeneği... İki iddialı laf var, İstanbul’a doğru bakan fotoğrafta: Dünyanın en güzel şehri… İstanbul’dan Marmara’ya bakanda ise: Şehrin en güzel manzarası… Bu ikincisi biraz tehlikeli… Bu lafı eden kimse, Avrupa’nın en yüksek binası olan İstanbul Saphhire’in seyir terasına insanların çıkmasını engellemesi lazım… Çünkü aynı iddia orası için fazlasıyla geçerli…
Reklamın sözleri iki sloganla bitmiyor. Bir cümle var ki, bin git!
“Akıllı bina konseptiyle duygusal zekânın birleştiği eşsiz bir proje!”…
Yaşıyor olsaydı verecektiniz bu cümleyi rahmetli Stephan Zweig’a, size öyle 5-10 sayfa değil; en az 50 sayfa döktürecekti…
Cümle çok iyi de Anthill Residence bununla ne kastediyor, hangi marka vaadinin altını çiziyor; en iyi niyetimle bile anlayamadım…
Olsun, ne işe yarar, bu kadar üst düzeyde bir konumlama için günlük gazete doğru mecra mıdır, bilemem. Ancak reklam çok şık ve hoş onu bilirim…
Marka veya şöhret emekliliği düşünür mü?
Şöhret yönetimi ile marka yönetimini birbiriyle karıştıranlar için müthiş bir fırsat… Her şöhreti marka sananlara Ferhat Göçer’in gazetelere verdiği beyanatı okumalarını salık veririm.
Ne demiş Ferhat Göçer?
“Yavaş yavaş yaşlanmaya başladım. Geleceğe ilişin hedeflerim var… İstediğim gibi giderse 7 sene sonra emekli olmayı planlıyorum!”
Bunu bir yönetici söyleyebilir; ya da bir esnaf… Fakat bir star söyleyebilir mi? Marka olduğu iddia edilen bir şöhret böyle bir şeyi ağzına alabilir mi?
Düşünün… Frank Sinatra, 42 yaşında ve diyor ki: “49 yaşına gelince bu işlerden elimi eteğimi çekeceğim”…
Arçelik birkaç yıl sonra üretimi durduracağını açıklasa bir tane ürün satabilir mi?
Bir de “Türkiye’de popüler kültür dünyasında belki şöhret var ama marka yok” deyince bana kızıyorlar…
İyisi mi Ferhat Bey yol yakınken zülfüyarı kurtarmaya çalışmalı. Çünkü onda eksik olan ne yetenek, ne ses, ne ihtiras… Onda eksik olan, yönetici (manager) ile sürükleyici (driver) arasındaki farkı bilmemesi ve bu yüzden de iş hayatını ‘drive’ edememesi… Marka yönetiminin nimetlerinden -10 kazanacağına daha az yıpranarak 100 kazanmak gibi- yararlanamamak…
Şöyle de düşünebilir Ferhat Bey, “Ben marka değilim de kim marka?” Yerinde bir soru…
Hemen yanıtlayalım. Türkiye’de kimse marka değil… “O halde niye takılayım”, diye düşünebilirsiniz ve haklı olursunuz…
Müşteriler de sadece siyah-beyaz mı olacak?..
İşletme olarak çalışmalarını takdirle izlediğim Intercity (www.intercityrentacar.com), tam sayfa siyah – beyaz bir gazete reklamı vermiş…
Ortada nal gibi bir BJK 1903 amblemi. Altında kocaman bir laf: “Delikanlı ilan renkli olmaz!”..
Alt metin şöyle sürüyor: “En sevdiğimiz renkler siyah beyaz, sponsoru olduğumuz tek şampiyon Beşiktaş… Tam altı yıldır Beşiktaş Jimnastik ve Spor Kulübü’nün kiralık araç sponsoru olmaktan gurur duyuyoruz. Kalbimizin daimi şampiyonu Beşiktaş’ımızı kutluyoruz…”
Belli ki, patron Beşiktaş’ın hastası…
Yoksa bu risk alınır mı? Hasta Fenerlilerle Galatasaraylılar ne olacak? Onları müşteri olarak istemiyor Intercity herhalde… Sponsor olmak başka, bunu bağırmak başka, üstüne üstlük bir de böyle bağırmak daha başka…
Shell’den alış veriş yapmayan McDonald’s yemeyen Fenerliler, hem de eğitimli adam gibi Fenerliler olduğunu bilmiyorlar herhalde. Sarı lacivert kurumsal rengi olan kuruluşların da başları Galatasaraylılarla belada…
Intercity, Beşiktaşlı müşterilerini mutlu ederken diğerleriyle arasını bozmayacak bir iletişim yolu bulmalı…