Boynuzumuzu kimselere vermeyiz!
03 HAZİRAN 2007
2. Perakende Liderler Konferansı için Lizbon’a geldiğimizde, havaalanından çıkmak üzere canhıraş bir savaş verirken gözümüz George Clooney’nin reklamlarına takıldı. Hazret, iki ayrı markanın devasa billboard’larından alan boyunca bizi izliyordu. Eşim için sorun yoktu. Ne de olsa onun açısından, Clooney ne kadar çok görürse, o kadar iyi idi...
George’la rekabet edecek halim yoktu. Ancak onun reklam duruşunu eleştirebilirdim. Tam eşime, Fiat Panda için Como gölünde çektiği reklamların görüntüsü hâlâ hafızalardayken, hem Martini, hem de Nespresso reklamlarında yer almasının tüm taraflar için kritik olabileceği hususunda bilgiçlik taslarken, onun gözü bambaşka bir detaya takıldı... Martini reklamının ortasındaki ambleme... Gerçekten de dikkat çekmeyecek gibi değildi. Amblem, neredeyse bire bir Koç’un boynuzuna benziyordu. Ulusalcı duyguları kabartıyor, Koç’un yabancılara ‘Kurban’ edilmesine isyan ettiriyordu...
Türkçe’nin güzelliği...
Genelde bu tür ‘esprilere’ pek itibar etmem... Uydurmaca işler çoktur. Tuzağa düşmek kolay... Garip reklamlardan onlarca gönderirler. Çoğu da, ‘ayarlanmıştır’... Yani birileri, öylesine hazırlamış sonra da fotoğrafını çekmiştir...
Ancak bu kez farklı. Öncelikle bana bu ‘raket’ reklamı gönderen, hem gazetecilik hem de danışmanlık döneminden tanıdığım çalışma arkadaşım: Serhat Ayan... Ayrıca raketi iyice inceledim. Bilgisayarda, ‘Photoshoplama’ falan olmasın, diye baktım. Bana hayli inandırıcı geldi... Kıssadan hisse çıkaralım, diye buraya alıyorum.
Bir kebapçı reklamı bu. Görsel çözümleme gayet iyi. Metinde şöyle denmiş: “Hiç bizimkini yediniz mi?.. Ata Kebap. Zafer Tramvay durağı karşısında hizmetinizdeyiz!”..
Dikkat edilmezse zaaf olarak da ortaya çıkabilen bu çok anlama çekilme özelliği Türkçe edebiyatın gücünü de oluşturur tabii ki... Biraz dikkat yeterlidir...
Aykut Hamzagil’in devesi...
Lizbon’daki konferansın son günü ilginç bir ‘çalıştay’a sahne oldu. Bugün perakende sektörüne adını altın harflerle yazdırmış pek çok usta, deneyimlerini 110 perakende lideri ve yöneticileriyle paylaştılar. Bir farkla. Bu kez başarı öykülerini değil; başarısızlık öykülerini ve bu öykülerden elde ettikleri dersleri anlattılar...
Günün en ilginç derslerinden birini Aykut Hamzagil verdi... Anlattığı öyküsünün sonunda çıkardığı dersi bir halk deyişiyle özetledi: “Deveyi yardan atlatan bir tutam ottur”.
Aykut Ağabey, sonra bu sözü biraz daha açtı: “Çayırda bol bol ot varken deve gider ille de uçurumun kenarındakileri yemeğe kalkarmış. Ayağı bir tökezledi mi de, hoop aşağıya...”
İçinde bulunduğun koşulların gereğini tam anlamıyla yerine getirmeden ona buna tamah edersen başına bir ton bela gelebilir, diyordu Hamzagil...
O bu dersi verirken, Erkan Mumcu DP içindeki yerini hâlâ doğru dürüst çizememişti...
Canım Cumhuriyetim benim
Cumhuriyet gazetesi, benim bir tanecik medya markam. Okumasam da salt desteklemek için aldığım, Türkiye’min medar-ı iftiharı...
Bir dostum, Cumhuriyet Kitap’ın reklamını “çok ilginç” notuyla göndermiş... Ah canım Cumhuriyetim, niçin açıp sormazsın? Türkiye’deki her iletişimci, siyasi görüşü ne olursa olsun sana bila bedel hizmet verir. Markanın öyle büyük itibarı var...
Hayır, ille de kafanı bir yerlere vurarak öğreneceksin... Nazım’ın ‘Akrep gibisin’ diye başlayan şiirini bir kez daha okusana... Ne demek istediğimi anlayacak, böyle büyük bir marka ile son bir asırdır aynı tirajda kalmanın nedenlerini o şiirde bulacaksın... Ayrıca böyle reklamlar yapmaman gerektiğinin ip uçlarını da...
‘İlginç’ olmasına ilginç olup; iletişim müzesinde, kesinlikle sattırmayan, çalışma şansı olmayan, ikna etmenin semtine bile uğramayan reklamların arasında nadide yerini alacak bir reklam hazırlamışsın.
Neden mi?
Önce metni hatırlayalım: “Bir yılda Japonya’da 25 kitap, Türkiye’de 6 kişi bir kitap okuyorsa, kaç yılda aradaki fark kapanmaz?”
İlanın altında bir de hesaplama yöntemi verilmiş: “1 bölü 6 eşittir 0,16. 25 bölü 0.16 eşittir 156 yıl... Yanlışı düzeltin!”
Buyurun cenaze namazına... OKS mi desek, ÖSS mi? Yoksa ALES mi?.. Hedef kitleye sorun çözdürmek kadar yanlış bir şey olmaz. İnsanlar havuz problemlerinden, günlük hayatta karşılaştıkları çelişki yumaklarından zaten ‘ıhmışlar’... Cumhuriyetin, ‘ölüm ilanı’ tadından tasarlanmış bu siyah beyaz ilanından sonra, “Aman Japonya’dan geri kalmayalım” diyerekten kitaplara hücum edeceklerini sanmak için ya saf ve naif olmak gerekir; ya da iletişim adına çakılmamış olmak...
Mercedes’ten reklam dersi
Kayaların üstünde açık denize başını uzatmış bir TIR... Denizden kıyıya, TIR’ın bulunduğu yere akın akın gelen konteyner yüklü şilepler... Reklamcıların ‘body’ dediği metin dört kelime: Bütün yükler ona teslim...
Bu Mercedes marka bir çekici reklamı: Axor.
Yarım sayfalık reklama iyice baktığınızda ürünün, yani çekicinin neredeyse hiç görünmediğini, köşede minicik kaldığını fark edebiliyorsunuz. Ancak algılamaya etkisi müthiş. Giderek azalsa da, araçlarını ille de tuzluk gibi orasından burasından göstermek mecburiyetinde hisseden otomotivcilere minik bir ders... Dünya artık biliyor: Satın alma kararları duygularla veriliyor, aracın resmini görerek değil.
George’la rekabet edecek halim yoktu. Ancak onun reklam duruşunu eleştirebilirdim. Tam eşime, Fiat Panda için Como gölünde çektiği reklamların görüntüsü hâlâ hafızalardayken, hem Martini, hem de Nespresso reklamlarında yer almasının tüm taraflar için kritik olabileceği hususunda bilgiçlik taslarken, onun gözü bambaşka bir detaya takıldı... Martini reklamının ortasındaki ambleme... Gerçekten de dikkat çekmeyecek gibi değildi. Amblem, neredeyse bire bir Koç’un boynuzuna benziyordu. Ulusalcı duyguları kabartıyor, Koç’un yabancılara ‘Kurban’ edilmesine isyan ettiriyordu...
Türkçe’nin güzelliği...
Genelde bu tür ‘esprilere’ pek itibar etmem... Uydurmaca işler çoktur. Tuzağa düşmek kolay... Garip reklamlardan onlarca gönderirler. Çoğu da, ‘ayarlanmıştır’... Yani birileri, öylesine hazırlamış sonra da fotoğrafını çekmiştir...
Ancak bu kez farklı. Öncelikle bana bu ‘raket’ reklamı gönderen, hem gazetecilik hem de danışmanlık döneminden tanıdığım çalışma arkadaşım: Serhat Ayan... Ayrıca raketi iyice inceledim. Bilgisayarda, ‘Photoshoplama’ falan olmasın, diye baktım. Bana hayli inandırıcı geldi... Kıssadan hisse çıkaralım, diye buraya alıyorum.
Bir kebapçı reklamı bu. Görsel çözümleme gayet iyi. Metinde şöyle denmiş: “Hiç bizimkini yediniz mi?.. Ata Kebap. Zafer Tramvay durağı karşısında hizmetinizdeyiz!”..
Dikkat edilmezse zaaf olarak da ortaya çıkabilen bu çok anlama çekilme özelliği Türkçe edebiyatın gücünü de oluşturur tabii ki... Biraz dikkat yeterlidir...
Aykut Hamzagil’in devesi...
Lizbon’daki konferansın son günü ilginç bir ‘çalıştay’a sahne oldu. Bugün perakende sektörüne adını altın harflerle yazdırmış pek çok usta, deneyimlerini 110 perakende lideri ve yöneticileriyle paylaştılar. Bir farkla. Bu kez başarı öykülerini değil; başarısızlık öykülerini ve bu öykülerden elde ettikleri dersleri anlattılar...
Günün en ilginç derslerinden birini Aykut Hamzagil verdi... Anlattığı öyküsünün sonunda çıkardığı dersi bir halk deyişiyle özetledi: “Deveyi yardan atlatan bir tutam ottur”.
Aykut Ağabey, sonra bu sözü biraz daha açtı: “Çayırda bol bol ot varken deve gider ille de uçurumun kenarındakileri yemeğe kalkarmış. Ayağı bir tökezledi mi de, hoop aşağıya...”
İçinde bulunduğun koşulların gereğini tam anlamıyla yerine getirmeden ona buna tamah edersen başına bir ton bela gelebilir, diyordu Hamzagil...
O bu dersi verirken, Erkan Mumcu DP içindeki yerini hâlâ doğru dürüst çizememişti...
Canım Cumhuriyetim benim
Cumhuriyet gazetesi, benim bir tanecik medya markam. Okumasam da salt desteklemek için aldığım, Türkiye’min medar-ı iftiharı...
Bir dostum, Cumhuriyet Kitap’ın reklamını “çok ilginç” notuyla göndermiş... Ah canım Cumhuriyetim, niçin açıp sormazsın? Türkiye’deki her iletişimci, siyasi görüşü ne olursa olsun sana bila bedel hizmet verir. Markanın öyle büyük itibarı var...
Hayır, ille de kafanı bir yerlere vurarak öğreneceksin... Nazım’ın ‘Akrep gibisin’ diye başlayan şiirini bir kez daha okusana... Ne demek istediğimi anlayacak, böyle büyük bir marka ile son bir asırdır aynı tirajda kalmanın nedenlerini o şiirde bulacaksın... Ayrıca böyle reklamlar yapmaman gerektiğinin ip uçlarını da...
‘İlginç’ olmasına ilginç olup; iletişim müzesinde, kesinlikle sattırmayan, çalışma şansı olmayan, ikna etmenin semtine bile uğramayan reklamların arasında nadide yerini alacak bir reklam hazırlamışsın.
Neden mi?
Önce metni hatırlayalım: “Bir yılda Japonya’da 25 kitap, Türkiye’de 6 kişi bir kitap okuyorsa, kaç yılda aradaki fark kapanmaz?”
İlanın altında bir de hesaplama yöntemi verilmiş: “1 bölü 6 eşittir 0,16. 25 bölü 0.16 eşittir 156 yıl... Yanlışı düzeltin!”
Buyurun cenaze namazına... OKS mi desek, ÖSS mi? Yoksa ALES mi?.. Hedef kitleye sorun çözdürmek kadar yanlış bir şey olmaz. İnsanlar havuz problemlerinden, günlük hayatta karşılaştıkları çelişki yumaklarından zaten ‘ıhmışlar’... Cumhuriyetin, ‘ölüm ilanı’ tadından tasarlanmış bu siyah beyaz ilanından sonra, “Aman Japonya’dan geri kalmayalım” diyerekten kitaplara hücum edeceklerini sanmak için ya saf ve naif olmak gerekir; ya da iletişim adına çakılmamış olmak...
Mercedes’ten reklam dersi
Kayaların üstünde açık denize başını uzatmış bir TIR... Denizden kıyıya, TIR’ın bulunduğu yere akın akın gelen konteyner yüklü şilepler... Reklamcıların ‘body’ dediği metin dört kelime: Bütün yükler ona teslim...
Bu Mercedes marka bir çekici reklamı: Axor.
Yarım sayfalık reklama iyice baktığınızda ürünün, yani çekicinin neredeyse hiç görünmediğini, köşede minicik kaldığını fark edebiliyorsunuz. Ancak algılamaya etkisi müthiş. Giderek azalsa da, araçlarını ille de tuzluk gibi orasından burasından göstermek mecburiyetinde hisseden otomotivcilere minik bir ders... Dünya artık biliyor: Satın alma kararları duygularla veriliyor, aracın resmini görerek değil.