Bu dünyadan bir ruh anarşisti geçti
Ali Saydam, Kasım 2014
'Benim eşim bir ruhi anarşistti'. Bu cümle, Prof. Gülper Refiğ Hanıma ait. ‘Canı’ Halit Refiğ'den söz ediyor. ‘Canı’, diyorum; çünkü hayattayken eşine ‘Halit’ derdi; vefatından sonra bir kere ağzından ‘Halit’ adının döküldüğüne tanık olmadım. “Canım” diyor sadece…
Fikri olan herkes gibi rahmetli Halit Refiğ’in sevmeyeni seveninden neredeyse daha çoktu. Yoksa ‘Başeseri’ “Yorgun Savaşçı”yı cayır cayır yakarlar mıydı? Ya da ondan daha da vahimi, yakıldığında, onca ‘aydın’ geçinen ecnebi Türk entelektüeli (!) vurdumduymazlığın doruklarında gezinebilir miydi? Ya da Türk Sinemasının 100’üncü yılının kutlandığı son Antalya Film Festivali’nde sadece ödülün biçiminde onun adını anıp bu büyük düşünürü, ilk ödülün sahibini anmadan geçerler miydi?…
Biz Halit Refiğ’i bize, fikrimize, irfanımıza ‘can’ veren bir üstad olarak yaşayanlardan olduk hep. Yani azınlıklar tarafında…
Vefatınden sonra yazdığımız bir makaleye, İtalyan yönetmen kardeşler Paolo ve Vittorio Taviani’lerin filmi 'Padre Padrone'den mülhem 'Babam ve Ustamı Kaybettim' diye başlamışım… Kendisi benim gözümde bir sanatçıdan çok düşünce adamıydı. Yakınlarına ‘Ben sanatçı değilim, sinemayı da zaten meslek olarak seçtim’ dediği bilinir. Durumu biraz abarttığını düşünsem de onu anlamıştım…
Tavianilerin filminin adı, bana hep Halit Refiğ ile ilişkilerimi hatırlatır...
Kendisiyle kelimenin tam anlamıyla ‘peşinden koşarak’ tanıştım. 80'li yılların başıydı.. Bir dergimize sinema eleştirileri yazdırmak istiyoruz... Sinema yazarı rahmetli dostum Erman Şener, 'O hepimizden iyiydi!' derdi... Sonra da eklerdi: 'Ne yazık ki, yönetmenliği tercih etti!'
Halit Bey o sıra bırakmıştı sinema yazılarını. Bir süre Milliyet'te yazmıştı. Sinemanın çok ötesinde fikir yazıları... Bir yerlerden telefonunu buldum. Aradım. Kendimi tanıtmam, derdimi anlatmam uzun sürdü. 'Ben artık yazmıyorum!' dedi... Bırakır mıyım peşini?.. Kendi de söylerdi... 'Ağzımdan girdi burnumdan çıktı, beni ikna etti! Kıramadım, kabul ettim'...
Evine gittim... O zamanlar Cihangir'e çıkan yokuşta oturuyorlardı, Gülper'le... Papağanları, kitapları, piyanoları, Adnan Saygun'un, Kemal Tahir'in resimleri, Beethoven'ın büstü, uzun saatler oturup onu dinlediğim, bol bol fırçasını yediğim, azarını işittiğim koltukları ve tabii kedileri...
Sonra yayınevine davet ettim. Ve benim için hayatımın en renkli, en zenginleştirici, en yorucu, en zevkli, en yaratıcı serüveni başladı... Pek çok dergide birlikte olduk. Pek çok TV programında boy gösterdik. Ve tabii ki onun fikrî liderliğinde Türk NPQ'sunu yıllarca birlikte yayınladık...
Derginin orijinalinin editörü Nathan Gardels'in ona ve fikirlerine duyduğu hayranlığa tanık olmasam ve diğer uluslararası fikir adamlarının onun karşısında olmaktan duydukları saygı ve onuru paylaşmamış olsam, 'abartıyorlar' derdim...
Gülper'in ailesinden kalma alışkanlığı sürdürüp Sapanca'nın Mahmudiye köyüne gitmeye başladıklarında biz de onlara katıldık... Yüz yıllık bir köy evi kiraladık. Doğa ile dost olmanın zevkini çıkarmayı ondan öğrendiğimi açık yüreklilikle teslim edebilirim...
Yıllarca neredeyse her hafta sonu uzun yürüyüşlerde benim ‘eğitim’ sürdü. Hödük ve cahil Marksistlikten, daha az cahil ve daha az hödük bir 'tarihi gerçekçi'liğe giden yoldaki ilk emekleme, ilk minik adımlar, Mahmudiye Köyü'nün ormanlarının içindeki uzun yürüyüşlere rastlar... Bugün bir dünya görüşüne sahip olduğumu iddia edebiliyorsam, bunun temel taşlarını Halit Bey'le birlikte döşediğimizi sadece bugün onun arkasından söylemiyorum. Yukarıda Allah, yeryüzünde eşi, eşim, kızım, oğlum, asistanım, Ülkü Karaosmanoğlu dostum ve benim kitabımı, yazılarımı okuyan herkes tanıktır...
Söze 'Bak, Aliciğim!' diye başladı mı, ardından ne geleceğini sezinlemek zor olmazdı. Yüzüme vurmazdı ama ben bilirdim bende neleri eleştirdiğini: Bugün benim de çevremdekileri 'itip kaktığım'(!) zaaflardı vurguladıkları...
Bütünsellik içinde bakamamak.. Derinlik kazanamamak... Konuları başkalarından dinleyip okumak, kaynağına inememek (gazete entelektüelliği)... Tarih bilinci kazanamamak (resmi tarihe takılıp kalmak)... Memleket sevgisini demode bir duyarlılık olarak görmek... İslamiyet'i ve kültürünü ön yargılarla yadsımak ve bu nedenle içinde yaşadığı milletin ortak ruhi şekillenmesini kavrayamamak... Her Müslüman'ı şeriatçı mürteci; her subayı darbeci faşist; her zengini vahşi kapitalizmin bir uzantısı; yabancılarla iş yapan her Allah'ın kulunu vatan haini olarak görmek...
Öz babamla son 7 yılımızda benzer bir ilişki kurmayı başarmıştım... Ancak o yaşa geldiğimde ilişkiyi onun değil benim yönetmem gerektiğini kavramıştım... Onun da vefatında içim çok rahattı... Halit beyi kaybettiğimizde de huzur içindeydim… İlişkimizde eksik bir şeyler kalmamıştı…
Dünyanın en büyük düşünürlerinden birinden 'irfanlı olmayı' öğrenmeye çalışmak ve daha pek çok hasletin kapılarının aralandığı ufuk turlarına birlikte çıkabilmenin huzur ve esenliğini yaşamak ayrıcalık değil de neydi?
‘Dünyanın en büyük düşünürlerinden biri’ tespitime katılmayacaklar ve abarttığımı düşünenler olacaktır... Hiç itirazım yok... Hayattaki tek başarımı, herkes gibi düşünmemeye borçluyum. Onu da zaten 'Babam ve ustamdan öğrendim'...
Sineması konusunda da tam mutabakat içinde değildik aslında. O en çok Köpekler Adası’nı severdi, ben ise başta Aşk-ı Memnu’yu, Hanım’ı, Karılar Koğuşu’nu, İki Yabancı’yı ve tabii ki ‘Gurbet Kuşları’nı…
Halit Bey sinemasında hiçbir zaman didaktik bir tavır sergilemedi. Son derece ticari kaygılarla çekilmiş filmlerinde bile satır aralarında okuyabileceğiniz, ince tespitler, ‘bilgelikler’ bulmanız mümkündü.
Belki o değil ancak ben onunla ilgili bir tek şeye yanarım…
Koalisyon hükümeti döneminde Bülent Ecevit ondan Devlet Ana’yı çekmesini istemişti. Çekim senaryosu dahil ayrıntılı hazırlıklarını tamamladığında Ecevit hemen ön ödemeyi de yaptırdı. Kendisine 1 Milyon dolar gönderildi. Ancak Halit Bey, devlet ahlakı ve bireysel dünya duruşu gereği işin içinde devlet ve kamu parası olduğu için işin mali yönetimini ve prodüktörlüğünü üstlenmek istemedi. Paranın Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Enstitüsü’ne transfer edilmesini istedi. Biz karşı çıktık. Yapımcılığı da üstlenmesini önerdik. O ısrar etti. Kuruşuna elini sürmedi. Ve sonunda onun deyişiyle ‘habaset erbabı’ devreye girdi, önüne bir ton engel çıkarıldı ve film yıllarca çekilemedi. Halit Bey sonunda havlu attı ve parayı devlete iade ettirdi.
Yanarsam, bir tek bu olaya yanarım ve belki bir de ecnebi Türk aydınlarının tahrikiyle Yorgun Savaşçı’nın Evren-Ulusu ikilisi tarafından yakılmasına…
Http://Www.Hayalperdesi.Net/Edergi/Default.Aspx?Dergiid=43
Fikri olan herkes gibi rahmetli Halit Refiğ’in sevmeyeni seveninden neredeyse daha çoktu. Yoksa ‘Başeseri’ “Yorgun Savaşçı”yı cayır cayır yakarlar mıydı? Ya da ondan daha da vahimi, yakıldığında, onca ‘aydın’ geçinen ecnebi Türk entelektüeli (!) vurdumduymazlığın doruklarında gezinebilir miydi? Ya da Türk Sinemasının 100’üncü yılının kutlandığı son Antalya Film Festivali’nde sadece ödülün biçiminde onun adını anıp bu büyük düşünürü, ilk ödülün sahibini anmadan geçerler miydi?…
Biz Halit Refiğ’i bize, fikrimize, irfanımıza ‘can’ veren bir üstad olarak yaşayanlardan olduk hep. Yani azınlıklar tarafında…
Vefatınden sonra yazdığımız bir makaleye, İtalyan yönetmen kardeşler Paolo ve Vittorio Taviani’lerin filmi 'Padre Padrone'den mülhem 'Babam ve Ustamı Kaybettim' diye başlamışım… Kendisi benim gözümde bir sanatçıdan çok düşünce adamıydı. Yakınlarına ‘Ben sanatçı değilim, sinemayı da zaten meslek olarak seçtim’ dediği bilinir. Durumu biraz abarttığını düşünsem de onu anlamıştım…
Tavianilerin filminin adı, bana hep Halit Refiğ ile ilişkilerimi hatırlatır...
Kendisiyle kelimenin tam anlamıyla ‘peşinden koşarak’ tanıştım. 80'li yılların başıydı.. Bir dergimize sinema eleştirileri yazdırmak istiyoruz... Sinema yazarı rahmetli dostum Erman Şener, 'O hepimizden iyiydi!' derdi... Sonra da eklerdi: 'Ne yazık ki, yönetmenliği tercih etti!'
Halit Bey o sıra bırakmıştı sinema yazılarını. Bir süre Milliyet'te yazmıştı. Sinemanın çok ötesinde fikir yazıları... Bir yerlerden telefonunu buldum. Aradım. Kendimi tanıtmam, derdimi anlatmam uzun sürdü. 'Ben artık yazmıyorum!' dedi... Bırakır mıyım peşini?.. Kendi de söylerdi... 'Ağzımdan girdi burnumdan çıktı, beni ikna etti! Kıramadım, kabul ettim'...
Evine gittim... O zamanlar Cihangir'e çıkan yokuşta oturuyorlardı, Gülper'le... Papağanları, kitapları, piyanoları, Adnan Saygun'un, Kemal Tahir'in resimleri, Beethoven'ın büstü, uzun saatler oturup onu dinlediğim, bol bol fırçasını yediğim, azarını işittiğim koltukları ve tabii kedileri...
Sonra yayınevine davet ettim. Ve benim için hayatımın en renkli, en zenginleştirici, en yorucu, en zevkli, en yaratıcı serüveni başladı... Pek çok dergide birlikte olduk. Pek çok TV programında boy gösterdik. Ve tabii ki onun fikrî liderliğinde Türk NPQ'sunu yıllarca birlikte yayınladık...
Derginin orijinalinin editörü Nathan Gardels'in ona ve fikirlerine duyduğu hayranlığa tanık olmasam ve diğer uluslararası fikir adamlarının onun karşısında olmaktan duydukları saygı ve onuru paylaşmamış olsam, 'abartıyorlar' derdim...
Gülper'in ailesinden kalma alışkanlığı sürdürüp Sapanca'nın Mahmudiye köyüne gitmeye başladıklarında biz de onlara katıldık... Yüz yıllık bir köy evi kiraladık. Doğa ile dost olmanın zevkini çıkarmayı ondan öğrendiğimi açık yüreklilikle teslim edebilirim...
Yıllarca neredeyse her hafta sonu uzun yürüyüşlerde benim ‘eğitim’ sürdü. Hödük ve cahil Marksistlikten, daha az cahil ve daha az hödük bir 'tarihi gerçekçi'liğe giden yoldaki ilk emekleme, ilk minik adımlar, Mahmudiye Köyü'nün ormanlarının içindeki uzun yürüyüşlere rastlar... Bugün bir dünya görüşüne sahip olduğumu iddia edebiliyorsam, bunun temel taşlarını Halit Bey'le birlikte döşediğimizi sadece bugün onun arkasından söylemiyorum. Yukarıda Allah, yeryüzünde eşi, eşim, kızım, oğlum, asistanım, Ülkü Karaosmanoğlu dostum ve benim kitabımı, yazılarımı okuyan herkes tanıktır...
Söze 'Bak, Aliciğim!' diye başladı mı, ardından ne geleceğini sezinlemek zor olmazdı. Yüzüme vurmazdı ama ben bilirdim bende neleri eleştirdiğini: Bugün benim de çevremdekileri 'itip kaktığım'(!) zaaflardı vurguladıkları...
Bütünsellik içinde bakamamak.. Derinlik kazanamamak... Konuları başkalarından dinleyip okumak, kaynağına inememek (gazete entelektüelliği)... Tarih bilinci kazanamamak (resmi tarihe takılıp kalmak)... Memleket sevgisini demode bir duyarlılık olarak görmek... İslamiyet'i ve kültürünü ön yargılarla yadsımak ve bu nedenle içinde yaşadığı milletin ortak ruhi şekillenmesini kavrayamamak... Her Müslüman'ı şeriatçı mürteci; her subayı darbeci faşist; her zengini vahşi kapitalizmin bir uzantısı; yabancılarla iş yapan her Allah'ın kulunu vatan haini olarak görmek...
Öz babamla son 7 yılımızda benzer bir ilişki kurmayı başarmıştım... Ancak o yaşa geldiğimde ilişkiyi onun değil benim yönetmem gerektiğini kavramıştım... Onun da vefatında içim çok rahattı... Halit beyi kaybettiğimizde de huzur içindeydim… İlişkimizde eksik bir şeyler kalmamıştı…
Dünyanın en büyük düşünürlerinden birinden 'irfanlı olmayı' öğrenmeye çalışmak ve daha pek çok hasletin kapılarının aralandığı ufuk turlarına birlikte çıkabilmenin huzur ve esenliğini yaşamak ayrıcalık değil de neydi?
‘Dünyanın en büyük düşünürlerinden biri’ tespitime katılmayacaklar ve abarttığımı düşünenler olacaktır... Hiç itirazım yok... Hayattaki tek başarımı, herkes gibi düşünmemeye borçluyum. Onu da zaten 'Babam ve ustamdan öğrendim'...
Sineması konusunda da tam mutabakat içinde değildik aslında. O en çok Köpekler Adası’nı severdi, ben ise başta Aşk-ı Memnu’yu, Hanım’ı, Karılar Koğuşu’nu, İki Yabancı’yı ve tabii ki ‘Gurbet Kuşları’nı…
Halit Bey sinemasında hiçbir zaman didaktik bir tavır sergilemedi. Son derece ticari kaygılarla çekilmiş filmlerinde bile satır aralarında okuyabileceğiniz, ince tespitler, ‘bilgelikler’ bulmanız mümkündü.
Belki o değil ancak ben onunla ilgili bir tek şeye yanarım…
Koalisyon hükümeti döneminde Bülent Ecevit ondan Devlet Ana’yı çekmesini istemişti. Çekim senaryosu dahil ayrıntılı hazırlıklarını tamamladığında Ecevit hemen ön ödemeyi de yaptırdı. Kendisine 1 Milyon dolar gönderildi. Ancak Halit Bey, devlet ahlakı ve bireysel dünya duruşu gereği işin içinde devlet ve kamu parası olduğu için işin mali yönetimini ve prodüktörlüğünü üstlenmek istemedi. Paranın Mimar Sinan Üniversitesi Sinema TV Enstitüsü’ne transfer edilmesini istedi. Biz karşı çıktık. Yapımcılığı da üstlenmesini önerdik. O ısrar etti. Kuruşuna elini sürmedi. Ve sonunda onun deyişiyle ‘habaset erbabı’ devreye girdi, önüne bir ton engel çıkarıldı ve film yıllarca çekilemedi. Halit Bey sonunda havlu attı ve parayı devlete iade ettirdi.
Yanarsam, bir tek bu olaya yanarım ve belki bir de ecnebi Türk aydınlarının tahrikiyle Yorgun Savaşçı’nın Evren-Ulusu ikilisi tarafından yakılmasına…
Http://Www.Hayalperdesi.Net/Edergi/Default.Aspx?Dergiid=43