Bu yorgunluk bir başka...
7 Kasım 2009 Akşam Gazetesi
Nereden nereye...
Şu reklamcılarda ve iletişimcilerde mebzul miktarda rastlanan ‘ecnebi’ -sevgili Ömer Lütfi Mete’nin deyişiyle ‘zihinleri vaftizlenmiş’- iletişim ‘kurularının’ (Anadolu şivesiyle okursanız ‘Guru’ olur) yazdığı ve yaptığı reklamların çok çekici fakat aynı zamanda hedefi vurma kabiliyetinden yoksun olabileceği meselesini nasıl yazarım diye düşünüyordum ki imdadıma Ülkü Karaosmanoğlu yetişti...
Bin yıllık arkadaşım. Aynı binadayız... O eşimle birlikte, altıncı katta, ben dokuz... 29 Ekim’de maaile Bozcaada’ya gitmiştik. Fırtına vardı... Ada fırtınada bir başka güzel olur... Bir dolu fotoğraf çektik, çekildik... Dalgaları ve kaleyi arkamıza alıp çektirdiğimiz bir fotoğrafı profesyonelce bastırıp Ülkü’ye yolladım. Arkasına da şu notu düştüm: “Masana ve gönlüne koyman için”...
O da bir alıntıyla dönmüş bana... Alıntı, Kemal Sayar adında bir psikiyatr ile yapılmış röportajdan. “Batıdaki ‘ruh’ anlayışıyla Doğudaki ‘ruh’ anlayışını karşılaştırır mısınız?” şeklindeki bir soruya Sayar şöyle yanıt vermiş:
“Batıda insanın ruhu derisinde biter. Bu ne demek? Yani benim otonom, özerk bir ruhum vardır. Oysa Doğu’da insanın ruhu derisinin bittiği yerde bitmez. Yani insanlar arası ilişki çok önemlidir. Aile çok önemlidir, sülale çok önemlidir. Hatta daha da genişletmek mümkün, insanın aşkın olanla, müteal olanla, Allah’la kurduğu rabıta çok önemlidir kendi kimliğini tanımlarken. Yani Batılı insan çok bireyleşmiş, atomize olmuş derecede bireyleşmiş bir varlıktır. Oysa Doğulu insan daha bir sosyal matris içinde, sosyal bağlam içinde yaşayan bir insandır. Dolayısıyla bunların rahatsızlıklarının ortaya çıkması da çok değişik biçimlerde olabiliyor. Mesela Batılılar depresyon kelimesini kullanıyorlar. Depresyon çöküntü, çökme manasına gelir. Pek çok kültürde ruhî sıkıntı, ruhî ıstırap bu kelimeyle ifade edilmemektedir. Bizim toplumumuzda, benim Çubuk yöresinde duyduğum enfes bir şey vardı, “gönül yorgunluğu” diyorlardı depresyon benzeri haller için. Bunun Batı dillerinde bir karşılığının olması çok zor. Bakın “gönül yorgunluğu” ifadesinde neler var. Bir kere “gönül” diye bir kelime var...”
Yırtınsam bundan daha iyi anlatamazdım herhalde...
Zihin veya fizik yorgunluğundan çok daha feci şey bu gönül yorgunluğu...
Türkiye’nin mevcut siyasi ortamında çekilen biraz da o değil mi?..
Bu bebekler satmaz, çalışmaz...
Türkiye’nin marka vaadi tartışılıyor ya... Tam zamanı... Milli Eğitim Bakanımız Sayın Nimet Çubukçu Türkiye’nin kültürel taşıyıcısı olacak bebekleri tanıtmış...
Atatürk Kız Meslek Lisesi’nde tanıtılan bebek, Türkiye’nin kültür yüzü olacakmış. Bebeklerin üretiminde, kadınlara istihdam sağlanacakmış. İnternet üzerinden satışa sunulan bebeklerden elde edilen gelir de eğitim fonuna aktarılacakmış.
Nimet Çubukçu demiş ki: “Nakışı, oyası, yazması, takısı ile geleneksel el sanatlarımızı üzerinde taşıyan bu kültür elçisi, ülkemizi başarıyla temsil edecek. Aynı zamanda bir istihdam kapısı açarak, kadınlarımızın yazacakları başarı hikâyelerinde onlara yol arkadaşı olacak.”
Buna Anglosaksonlar ‘wishfull thinking’ diyorlar. ‘Temenni’, diye karşılanabilir... Ya da ‘hüsnü kuruntu’...
Sayın Bakanı büyük takdir ve muhabbetle izlediğimi söylemeliyim... AK Parti’nin en medeni yüzlerinden biri... Ancak bu kez Sayın Bakan’ı kandırmışlar... Herhalde iletişim uzmanlarından destek almadı... Alsaydı ona, o bebeklerin Türkiye’nin marka vaadine kesinlikle uymadığını, ‘geleneksel el sanatlarının’ milli kültürümüzü değil, yöresel kültürümüzü temsil edeceğini, buna da bırakın dünyayı kendi ülkemiz insanının bile tam mutabakatla sahip çıkmayacağını söyleyeceklerdi...
Bence Sayın Bakan tamamen sessiz kalmalı; bugüne kadarki pek çok Türkiye markası çalışmasında olduğu gibi bunun da üstünün küllenmesini beklemeli. En akıllısı bu...
Bu arada Sayın Çubukçu’nun Cumhurbaşkanlığı’nın başlattığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın ön ayak olmak üzere bütçe talep ettiği projelerle ilgili bilgi edinmesinde de çok büyük yarar olabilir...
Nereden nereye...
Şu reklamcılarda ve iletişimcilerde mebzul miktarda rastlanan ‘ecnebi’ -sevgili Ömer Lütfi Mete’nin deyişiyle ‘zihinleri vaftizlenmiş’- iletişim ‘kurularının’ (Anadolu şivesiyle okursanız ‘Guru’ olur) yazdığı ve yaptığı reklamların çok çekici fakat aynı zamanda hedefi vurma kabiliyetinden yoksun olabileceği meselesini nasıl yazarım diye düşünüyordum ki imdadıma Ülkü Karaosmanoğlu yetişti...
Bin yıllık arkadaşım. Aynı binadayız... O eşimle birlikte, altıncı katta, ben dokuz... 29 Ekim’de maaile Bozcaada’ya gitmiştik. Fırtına vardı... Ada fırtınada bir başka güzel olur... Bir dolu fotoğraf çektik, çekildik... Dalgaları ve kaleyi arkamıza alıp çektirdiğimiz bir fotoğrafı profesyonelce bastırıp Ülkü’ye yolladım. Arkasına da şu notu düştüm: “Masana ve gönlüne koyman için”...
O da bir alıntıyla dönmüş bana... Alıntı, Kemal Sayar adında bir psikiyatr ile yapılmış röportajdan. “Batıdaki ‘ruh’ anlayışıyla Doğudaki ‘ruh’ anlayışını karşılaştırır mısınız?” şeklindeki bir soruya Sayar şöyle yanıt vermiş:
“Batıda insanın ruhu derisinde biter. Bu ne demek? Yani benim otonom, özerk bir ruhum vardır. Oysa Doğu’da insanın ruhu derisinin bittiği yerde bitmez. Yani insanlar arası ilişki çok önemlidir. Aile çok önemlidir, sülale çok önemlidir. Hatta daha da genişletmek mümkün, insanın aşkın olanla, müteal olanla, Allah’la kurduğu rabıta çok önemlidir kendi kimliğini tanımlarken. Yani Batılı insan çok bireyleşmiş, atomize olmuş derecede bireyleşmiş bir varlıktır. Oysa Doğulu insan daha bir sosyal matris içinde, sosyal bağlam içinde yaşayan bir insandır. Dolayısıyla bunların rahatsızlıklarının ortaya çıkması da çok değişik biçimlerde olabiliyor. Mesela Batılılar depresyon kelimesini kullanıyorlar. Depresyon çöküntü, çökme manasına gelir. Pek çok kültürde ruhî sıkıntı, ruhî ıstırap bu kelimeyle ifade edilmemektedir. Bizim toplumumuzda, benim Çubuk yöresinde duyduğum enfes bir şey vardı, “gönül yorgunluğu” diyorlardı depresyon benzeri haller için. Bunun Batı dillerinde bir karşılığının olması çok zor. Bakın “gönül yorgunluğu” ifadesinde neler var. Bir kere “gönül” diye bir kelime var...”
Yırtınsam bundan daha iyi anlatamazdım herhalde...
Zihin veya fizik yorgunluğundan çok daha feci şey bu gönül yorgunluğu...
Türkiye’nin mevcut siyasi ortamında çekilen biraz da o değil mi?..
Bu bebekler satmaz, çalışmaz...
Türkiye’nin marka vaadi tartışılıyor ya... Tam zamanı... Milli Eğitim Bakanımız Sayın Nimet Çubukçu Türkiye’nin kültürel taşıyıcısı olacak bebekleri tanıtmış...
Atatürk Kız Meslek Lisesi’nde tanıtılan bebek, Türkiye’nin kültür yüzü olacakmış. Bebeklerin üretiminde, kadınlara istihdam sağlanacakmış. İnternet üzerinden satışa sunulan bebeklerden elde edilen gelir de eğitim fonuna aktarılacakmış.
Nimet Çubukçu demiş ki: “Nakışı, oyası, yazması, takısı ile geleneksel el sanatlarımızı üzerinde taşıyan bu kültür elçisi, ülkemizi başarıyla temsil edecek. Aynı zamanda bir istihdam kapısı açarak, kadınlarımızın yazacakları başarı hikâyelerinde onlara yol arkadaşı olacak.”
Buna Anglosaksonlar ‘wishfull thinking’ diyorlar. ‘Temenni’, diye karşılanabilir... Ya da ‘hüsnü kuruntu’...
Sayın Bakanı büyük takdir ve muhabbetle izlediğimi söylemeliyim... AK Parti’nin en medeni yüzlerinden biri... Ancak bu kez Sayın Bakan’ı kandırmışlar... Herhalde iletişim uzmanlarından destek almadı... Alsaydı ona, o bebeklerin Türkiye’nin marka vaadine kesinlikle uymadığını, ‘geleneksel el sanatlarının’ milli kültürümüzü değil, yöresel kültürümüzü temsil edeceğini, buna da bırakın dünyayı kendi ülkemiz insanının bile tam mutabakatla sahip çıkmayacağını söyleyeceklerdi...
Bence Sayın Bakan tamamen sessiz kalmalı; bugüne kadarki pek çok Türkiye markası çalışmasında olduğu gibi bunun da üstünün küllenmesini beklemeli. En akıllısı bu...
Bu arada Sayın Çubukçu’nun Cumhurbaşkanlığı’nın başlattığı ve Dışişleri Bakanlığı’nın ön ayak olmak üzere bütçe talep ettiği projelerle ilgili bilgi edinmesinde de çok büyük yarar olabilir...