Buruş buruş, kırış kırış, komik bir marka!
11 NİSAN 2004
Marka nasıl yönetilir dersi... Hoca T-Box. Konu: Faklılaşma, yaratıcılık, tutarlılık, marka çeşitlemesi, bütünsellik, eğlence ciddi bir iştir...
Önce öylesine bir fikir olarak doğmuş. Cem Boyner Ocak 2003’de, “Genç, dinamik, değişik bir şey yapalım” demiş... Mayıs 2003’de piyasaya ilk ürünle çıkmışlar: T-Box sıkıştırılmış tişörtleri... Kırış kırış... Buruş buruş... Onu kolayca çantada taşınabilir plaj havluları izlemiş. Para üstü problemi olmasın diye kutunun şeffaf ambalajının içine 50 bin TL’lik metal paralar yerleştirilmiş. Tüketicilerin hayatını kolaylaştıran şirin bir çözüm...
Havluları, atletler izlemiş. Onu da g-stringler. Tek g-string pakette küçük kalıyormuş. O yüzden 5’li paketler yapmışlar. Şu espri ile: Pazartesi’den Cuma’ya 5 gün giyin. Sonra free weekend (özgür hafta sonu!).
Bu yılbaşı penye boxer çıkmış. Sloganı süper: Popoya kaçmayan don! Donun üzerinde de esprili laflar: Dikkat uzun araç; park etmek yasaktır vs...
Sonra sıra şala geliyor. Ürün adı: Dolai Lama... Vücuda nasıl ‘dolandırılacağı’ reklamlarda gösteriliyor. Diyarbakır’da üretiliyor. Buruş buruş. Paketlenip anında satılıyor. Ekmek peynir gibi... Mal yetiştiremiyorlar.
Son ürün ise T-Box Prezarvatif. Onun da sunumu tüm diğer ürünler gibi rakiplerinden farklı, hedef kitlesiyle hemen sıcacık ilişki kuruyor... Reklamlar ve kullanım kılavuzları üzerindeki metinleri okumak için bile bir tane T-Box almaya değer. İşte bazı örnekler: T-Box nedir, ne değildir talimatı; Peki T_Box bununla yetinmiş midir talimatı; Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen T-Box’un ayak sesleri talimatı; Bitse de gitsek, şu ürünleri bir denesek dememe talimatı; Bu talimatnameyi farklı amaçlar için kullanma talimatı... Nasıl kullanılmaz talimatı; Kimler kullanabilir, kimler kullanamaz talimatı...
Ben hedef kitlesi içine girmiyorum. Gençler giriyor. Onlar uyardılar beni. Bu marka yönetimini ve reklam anlayışını örnek olarak yazmalısınız dediler. Ben de T-Box’dan Proje Koordinatörü Zeynep Selgur’u aradım.
“Başlangıçta ticari baskı yoktu,” dedi Zeynep Hanım. “Milyon dolar hedef yoktu. Bu durumda yaratıcılık boyut kazanıyor. Ayrıca üç metin yazarı bizimle yatıp kalktılar. Reklamlar, kutular, metinler arasındaki bütünlük ve üslup birliği bundandır. Bir de yaptığımız işten aldığımız müthiş keyiften...”
Sadece basılı medyada reklam yapmasına rağmen büyük başarı kazanmış olan T-Box’dan şimdi aynı zekâ ve yenilikçilik çerçevesinde PR faaliyetleri de bekliyorum. Yoksa bütünsel iletişimde önemli bir ayak eksik kalır...
Keklerde durum vahim!
Algılamanın 9 altın kuralından biri de ‘kafaları karıştırmamak’tır. Reklam için de geçerlidir bu kural, insanlar arası ilişkiler için de...
Benim kafam iyice karışmış vaziyette. Sadece benim mi? Hayır. Çevremde sorup soruşturduğum tüm çocukların. Ya da benim gibi çocuk kalmışların...
Popkek, Topkek, Kekstra, Dankek, Browni, Paykek, Peki...
Hangisi, hangi markanın ürünüdür? Ürün özellikleri nedir?... Kaybolmuş gitmiş... Belki bir tek Kesktra’nın içinde marmelat gibi bir şey olduğunu anlıyoruz. Hepsi o. Bu gibi durumlarda yapılan reklam, genelde rakiplerin de satmasına neden olur.
Markayı birilerine avazı çıktığı kadar bağırtmakla farklılaşmak mümkün değil. Ayrıca farklılaşmak da yetmez, satın almaya ikna etmek gerek. O zaman ayrışmak ve ikna etmek adına iki yol kalıyor: Yazılı basına verilecek reklamlar ve güçlü PR projeleri... İnanılır gibi değil, bu iki yol da kullanılmıyor. Çok daha ekonomik ve etkili olmasına rağmen...
Çalışanların garip garip danslar yaptığı, çok ciddi prodüksiyon yapılarak oluşturulmuş masalsı bir kek fabrikasındaki üretimin şarkılı sözlü anlatıldığı reklam filminin hangi ürüne ait olduğunu en az 20 kişiye sordum. Kaçı bildi dersiniz? Sıkı durun: Hiçbiri. Oysa filmin başında “Popkekin adı niye Popkek?” diye soruyor. Sonunda da yanıt veriyor: “Anladııım. Adı üstünde Popkek!” Neyi anlamış, nasıl anlamış, neden anlamış... Anlamak mümkün değil...
Her zaman söylediğim gibi, benimkisi bilimsel olduğu pek kabul edilmeyen bir yöntem. Ama durumun vehametine küçük de olsa bir işaret değil mi?...
Bir de Doktor’un ne dediğini anlasak!
Pen reklamlarıyla terlik reklamlarının mevsimi geldi herhalde. Önümüzdeki günlerde ekranlarda yoğun olarak bu iki sektörü izleyeceğiz. Şu sıra en dikkat çekici iki reklam terlikte Twigy, pen kanadında ise Dr. Pimapen. Twigy’yi gelecek haftalarda ele alacağız. Bugün gündemimizde Dr. Pimapen var. Neden? Birincisi, reklamları son derece renkli ve çarpıcı. İkincisi, Beze Halkla İlişkiler ajansı çok başarılı. O kadar şık ve ayrıntılı bir dosya göndermişler ki, görmezlikten gelmek mümkün değil.
22 yılını kutlayan Pimapen iletişim deyimiyle ‘jenerik’ haline gelmiş bir marka. Jilet (Gillette) gibi. Nescafé gibi... PVC pencere yerine Pimapen denir genellikle. Buna rağmen kendisini hayli farklılaştıran iddialı bir reklam yapmış. “Pazar payı ve satışlarımız iyi Allah’a çok şükür. Reklama ne ihtiyacımız var ki!” diye düşünenler daha bir dikkatle izlesinler bu kampanyayı... Markayı yaşatmak ve tutundurmak, yaratmaktan belki de daha önemlidir.
Dr. Pimapen’i oynayan Cengiz Küçükayvaz’ı gördüğümde zaten içimden gülmek geliyor. Oynamasına gerek yok. Reklam ajansı Markom/Leo Brunet filme büyük emek koymuş. İlle de öküz altında buzağı aramak gerekiyorsa denecek bir iki laf var tabii: 1. Doktor Bey şirinlik olsun diye öyle bir telaffuzla konuşuyor ki, ne dediği araya gidebilir. 2. Hoş bir figür yakaladıklarını düşünüyorlarsa bunu çeşitli PR çalışmalarıyla niçin ‘çoklamıyorlar’?
Bu ne zamanlama!
Eğer Tansaş Arena programı ile anlaşsaydı, ya da çeşitli medya kuruluşlarına “Gelin gıda güvencesi ve tüketici hakları konusunda eşzamanlı bir kampanya başlatalım!” deseydi, zamanlamayı bu kadar iyi yakalayamazdı...
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın çok şanslı olduğu söylenir. Şansının dönüm noktası olarak da, kuraklık ve yağmur duaları içinde devraldığı İstanbul’u onun döneminde suların sellerin götürdüğü, barajların dolup taştığı günler gösterilir...
Tansaş’ın bu zamanlama şansı da biraz öyle sanki.
Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu (Tübitak) Marmara Gurubu ile yapılan işbirliği. Tüm mağazalarını ve mağazalarındaki ürünleri gıda güvenliği açısından TÜBİTAK’a denetletmeyi peşinen kabul. Tüm müşterileri sigortalama. Satın alınan ürünün beğenilmemesi halinde, anında yenisi ile değiştirilmesi, fiyat garantisi vb. taahhütler ve bunların yoğun iletişimi, Tansaş’a bir anda ciddi rekabetçi avantaj sağlamıştı zaten. Bir de bunların üzerine ‘fahri gıda denetçisi’ Uğur Dündar ve gazetelerin konuya gösterdikleri duyarlılık eklenince algılama bir anda misliyle arttı.
Bu işler öyle tuhaftır ki. Tansaş’ın verdiği sözlerin çoğunu ya da bir kısmını belki rakipleri de yerine getiriyorlardır. Fakat iletişimde ‘ilk kez söylemenin avantajı’ tüm oyunu bozar. Şimdi kim kalkıp “Ben de bunları yapıyorum!” dese, kendinden çok Tansaş’ın itibarına katkı getirir.
Tansaş ikili bir sistem kurmuş. TV’den kurumsal itibar algılaması ile ilgili mesajlar verirken, yazılı basında ‘hesaplı ürünler sattığının’ altını çiziyor.
Gerek reklam filmi gerekse medyadaki ilanlar ‘ahım şahım’ sanat ürünleri olmasalar da, frekansları düzgün ayarlandığı için, gereken algılamayı yaratıyor.
Allah herkese Başbakan Erdoğan ve Tansaş şansı versin...
Adı ‘American’ kendi Türk
İletişim açısından ‘dış cephe kaplaması’ kadar zor ve yaratıcılığa kelepçe vuran bir ürün olabilir mi. Müteahhitler, inşaatçılar, boyacı ustaları dışında kimi ilgilendirir ki?.. Onlara da işin teknik yanıtını anlatır, bitirirsin işini.
Ama bu kez herkesi ilgilendirecek herhalde. American Siding’in reklamlarını ilk gördüğüm andan beri böyle düşüyorum.
Türkiye’nin en kıdemli reklam ajanslarından İlancılık’ın fikri midir, markanın yöneticilerinin mi, yoksa müthiş bir performans sergileyen Müjdat Gezen’in mi bilmiyorum. Fakat bir markayı lanse etmek, adının ağızlara takılmasını sağlamak için, bundan iyisi can sağlığı. Müjdat Gezen hem ürünü anlatan, hem de ürünü anlatanı engelleyerek kendini kamera önüne atmaya çalışan ‘meczup’ rolünde harikalar yaratıyor. Arkaya da yeni markanın adı kalıyor anılarda: American Siding!
Satar mı satmaz mı, sonra göreceğiz. Ama kampanyanın birincil amacı markanın adını beyinlere çakmak idiyse, bence hedefi 12’den vuracak. İşin ilginç yanı ‘American Siding’ sadece Türkiye’de üretilmekle kalmıyormuş. Aynı zamanda tescillenmiş bir Türk markasıymış.
Kısa... Kısa...
· Pazartesi günü Türkiye’de benim gibi reklamlar üzerine ahkâm kesen kim varsa pabuçları bir – iki günlüğüne de olsa dama atılacak. Dünyanın en etkili reklamcılık dergisi Advertising Age’in köşe yazarı ve efsane reklam eleştirmeni Bob Garfield, Marketing Türkiye’nin davetlisi olarak yarın sabah Möwenpick Otel’inde iletişimcilerle buluşacak. Profesyonellerin ve uzman olmak isteyenlerin, ilerde bu konuda konuşmak istiyorlarsa Bob’u izlemeleri şart. Sonra yine başbaşa kalacağız...
· TV’de bir krem reklamı var: Roc Retinox Correxion... Bu kremin içinde iki tane de önemli aktif madde varmış. O maddelerin adını bir türlü not edemedim, hatırlamıyorum. Bu reklamı herhalde batı ülkelerinde de gösterdiler. Markanın adı oralarda kaç kişinin aklında kaldı merak ediyorum doğrusu. Bizde, Roc markasını bilenlerin dışında kimsenin aklında kalmayacağı kesin gibi. Hedef kitle bu kadar üst düzey ise reklamın yeri TV mi olmalıydı acaba, yoksa o kitleye ulaşan dergiler mi?..
· Discover parfüm püskürtme aletinin reklam filmini keşke görmeseydim. Ahlak bekçiliği yapmak, öğretmenlerin manevi şahsiyetine hakaret unsurunu tartışmak niyetinde değilim. Ama bu kadar da olmaz. Sınıfa giren hoca bu kadar mı frapan ve düzeysiz gösterilir. Püskürtme aleti bu kadar mı abartılı ve itici anlatılır? Toplumun değerlerine ters düşen hiçbir iletişim başarılı olamaz. Tüm araştırmalarda en itibarlı meslek hangisi çıkıyor biliyor musnuz? Öğretmenler... Eğer bu reklam bu ürünü sattırırsa, bildiğim her şeyi unutup yeniden öğrenmeye hazırım.
Önce öylesine bir fikir olarak doğmuş. Cem Boyner Ocak 2003’de, “Genç, dinamik, değişik bir şey yapalım” demiş... Mayıs 2003’de piyasaya ilk ürünle çıkmışlar: T-Box sıkıştırılmış tişörtleri... Kırış kırış... Buruş buruş... Onu kolayca çantada taşınabilir plaj havluları izlemiş. Para üstü problemi olmasın diye kutunun şeffaf ambalajının içine 50 bin TL’lik metal paralar yerleştirilmiş. Tüketicilerin hayatını kolaylaştıran şirin bir çözüm...
Havluları, atletler izlemiş. Onu da g-stringler. Tek g-string pakette küçük kalıyormuş. O yüzden 5’li paketler yapmışlar. Şu espri ile: Pazartesi’den Cuma’ya 5 gün giyin. Sonra free weekend (özgür hafta sonu!).
Bu yılbaşı penye boxer çıkmış. Sloganı süper: Popoya kaçmayan don! Donun üzerinde de esprili laflar: Dikkat uzun araç; park etmek yasaktır vs...
Sonra sıra şala geliyor. Ürün adı: Dolai Lama... Vücuda nasıl ‘dolandırılacağı’ reklamlarda gösteriliyor. Diyarbakır’da üretiliyor. Buruş buruş. Paketlenip anında satılıyor. Ekmek peynir gibi... Mal yetiştiremiyorlar.
Son ürün ise T-Box Prezarvatif. Onun da sunumu tüm diğer ürünler gibi rakiplerinden farklı, hedef kitlesiyle hemen sıcacık ilişki kuruyor... Reklamlar ve kullanım kılavuzları üzerindeki metinleri okumak için bile bir tane T-Box almaya değer. İşte bazı örnekler: T-Box nedir, ne değildir talimatı; Peki T_Box bununla yetinmiş midir talimatı; Avrupa Avrupa duy sesimizi, bu gelen T-Box’un ayak sesleri talimatı; Bitse de gitsek, şu ürünleri bir denesek dememe talimatı; Bu talimatnameyi farklı amaçlar için kullanma talimatı... Nasıl kullanılmaz talimatı; Kimler kullanabilir, kimler kullanamaz talimatı...
Ben hedef kitlesi içine girmiyorum. Gençler giriyor. Onlar uyardılar beni. Bu marka yönetimini ve reklam anlayışını örnek olarak yazmalısınız dediler. Ben de T-Box’dan Proje Koordinatörü Zeynep Selgur’u aradım.
“Başlangıçta ticari baskı yoktu,” dedi Zeynep Hanım. “Milyon dolar hedef yoktu. Bu durumda yaratıcılık boyut kazanıyor. Ayrıca üç metin yazarı bizimle yatıp kalktılar. Reklamlar, kutular, metinler arasındaki bütünlük ve üslup birliği bundandır. Bir de yaptığımız işten aldığımız müthiş keyiften...”
Sadece basılı medyada reklam yapmasına rağmen büyük başarı kazanmış olan T-Box’dan şimdi aynı zekâ ve yenilikçilik çerçevesinde PR faaliyetleri de bekliyorum. Yoksa bütünsel iletişimde önemli bir ayak eksik kalır...
Keklerde durum vahim!
Algılamanın 9 altın kuralından biri de ‘kafaları karıştırmamak’tır. Reklam için de geçerlidir bu kural, insanlar arası ilişkiler için de...
Benim kafam iyice karışmış vaziyette. Sadece benim mi? Hayır. Çevremde sorup soruşturduğum tüm çocukların. Ya da benim gibi çocuk kalmışların...
Popkek, Topkek, Kekstra, Dankek, Browni, Paykek, Peki...
Hangisi, hangi markanın ürünüdür? Ürün özellikleri nedir?... Kaybolmuş gitmiş... Belki bir tek Kesktra’nın içinde marmelat gibi bir şey olduğunu anlıyoruz. Hepsi o. Bu gibi durumlarda yapılan reklam, genelde rakiplerin de satmasına neden olur.
Markayı birilerine avazı çıktığı kadar bağırtmakla farklılaşmak mümkün değil. Ayrıca farklılaşmak da yetmez, satın almaya ikna etmek gerek. O zaman ayrışmak ve ikna etmek adına iki yol kalıyor: Yazılı basına verilecek reklamlar ve güçlü PR projeleri... İnanılır gibi değil, bu iki yol da kullanılmıyor. Çok daha ekonomik ve etkili olmasına rağmen...
Çalışanların garip garip danslar yaptığı, çok ciddi prodüksiyon yapılarak oluşturulmuş masalsı bir kek fabrikasındaki üretimin şarkılı sözlü anlatıldığı reklam filminin hangi ürüne ait olduğunu en az 20 kişiye sordum. Kaçı bildi dersiniz? Sıkı durun: Hiçbiri. Oysa filmin başında “Popkekin adı niye Popkek?” diye soruyor. Sonunda da yanıt veriyor: “Anladııım. Adı üstünde Popkek!” Neyi anlamış, nasıl anlamış, neden anlamış... Anlamak mümkün değil...
Her zaman söylediğim gibi, benimkisi bilimsel olduğu pek kabul edilmeyen bir yöntem. Ama durumun vehametine küçük de olsa bir işaret değil mi?...
Bir de Doktor’un ne dediğini anlasak!
Pen reklamlarıyla terlik reklamlarının mevsimi geldi herhalde. Önümüzdeki günlerde ekranlarda yoğun olarak bu iki sektörü izleyeceğiz. Şu sıra en dikkat çekici iki reklam terlikte Twigy, pen kanadında ise Dr. Pimapen. Twigy’yi gelecek haftalarda ele alacağız. Bugün gündemimizde Dr. Pimapen var. Neden? Birincisi, reklamları son derece renkli ve çarpıcı. İkincisi, Beze Halkla İlişkiler ajansı çok başarılı. O kadar şık ve ayrıntılı bir dosya göndermişler ki, görmezlikten gelmek mümkün değil.
22 yılını kutlayan Pimapen iletişim deyimiyle ‘jenerik’ haline gelmiş bir marka. Jilet (Gillette) gibi. Nescafé gibi... PVC pencere yerine Pimapen denir genellikle. Buna rağmen kendisini hayli farklılaştıran iddialı bir reklam yapmış. “Pazar payı ve satışlarımız iyi Allah’a çok şükür. Reklama ne ihtiyacımız var ki!” diye düşünenler daha bir dikkatle izlesinler bu kampanyayı... Markayı yaşatmak ve tutundurmak, yaratmaktan belki de daha önemlidir.
Dr. Pimapen’i oynayan Cengiz Küçükayvaz’ı gördüğümde zaten içimden gülmek geliyor. Oynamasına gerek yok. Reklam ajansı Markom/Leo Brunet filme büyük emek koymuş. İlle de öküz altında buzağı aramak gerekiyorsa denecek bir iki laf var tabii: 1. Doktor Bey şirinlik olsun diye öyle bir telaffuzla konuşuyor ki, ne dediği araya gidebilir. 2. Hoş bir figür yakaladıklarını düşünüyorlarsa bunu çeşitli PR çalışmalarıyla niçin ‘çoklamıyorlar’?
Bu ne zamanlama!
Eğer Tansaş Arena programı ile anlaşsaydı, ya da çeşitli medya kuruluşlarına “Gelin gıda güvencesi ve tüketici hakları konusunda eşzamanlı bir kampanya başlatalım!” deseydi, zamanlamayı bu kadar iyi yakalayamazdı...
Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın çok şanslı olduğu söylenir. Şansının dönüm noktası olarak da, kuraklık ve yağmur duaları içinde devraldığı İstanbul’u onun döneminde suların sellerin götürdüğü, barajların dolup taştığı günler gösterilir...
Tansaş’ın bu zamanlama şansı da biraz öyle sanki.
Türkiye Bilimsel Araştırma Kurumu (Tübitak) Marmara Gurubu ile yapılan işbirliği. Tüm mağazalarını ve mağazalarındaki ürünleri gıda güvenliği açısından TÜBİTAK’a denetletmeyi peşinen kabul. Tüm müşterileri sigortalama. Satın alınan ürünün beğenilmemesi halinde, anında yenisi ile değiştirilmesi, fiyat garantisi vb. taahhütler ve bunların yoğun iletişimi, Tansaş’a bir anda ciddi rekabetçi avantaj sağlamıştı zaten. Bir de bunların üzerine ‘fahri gıda denetçisi’ Uğur Dündar ve gazetelerin konuya gösterdikleri duyarlılık eklenince algılama bir anda misliyle arttı.
Bu işler öyle tuhaftır ki. Tansaş’ın verdiği sözlerin çoğunu ya da bir kısmını belki rakipleri de yerine getiriyorlardır. Fakat iletişimde ‘ilk kez söylemenin avantajı’ tüm oyunu bozar. Şimdi kim kalkıp “Ben de bunları yapıyorum!” dese, kendinden çok Tansaş’ın itibarına katkı getirir.
Tansaş ikili bir sistem kurmuş. TV’den kurumsal itibar algılaması ile ilgili mesajlar verirken, yazılı basında ‘hesaplı ürünler sattığının’ altını çiziyor.
Gerek reklam filmi gerekse medyadaki ilanlar ‘ahım şahım’ sanat ürünleri olmasalar da, frekansları düzgün ayarlandığı için, gereken algılamayı yaratıyor.
Allah herkese Başbakan Erdoğan ve Tansaş şansı versin...
Adı ‘American’ kendi Türk
İletişim açısından ‘dış cephe kaplaması’ kadar zor ve yaratıcılığa kelepçe vuran bir ürün olabilir mi. Müteahhitler, inşaatçılar, boyacı ustaları dışında kimi ilgilendirir ki?.. Onlara da işin teknik yanıtını anlatır, bitirirsin işini.
Ama bu kez herkesi ilgilendirecek herhalde. American Siding’in reklamlarını ilk gördüğüm andan beri böyle düşüyorum.
Türkiye’nin en kıdemli reklam ajanslarından İlancılık’ın fikri midir, markanın yöneticilerinin mi, yoksa müthiş bir performans sergileyen Müjdat Gezen’in mi bilmiyorum. Fakat bir markayı lanse etmek, adının ağızlara takılmasını sağlamak için, bundan iyisi can sağlığı. Müjdat Gezen hem ürünü anlatan, hem de ürünü anlatanı engelleyerek kendini kamera önüne atmaya çalışan ‘meczup’ rolünde harikalar yaratıyor. Arkaya da yeni markanın adı kalıyor anılarda: American Siding!
Satar mı satmaz mı, sonra göreceğiz. Ama kampanyanın birincil amacı markanın adını beyinlere çakmak idiyse, bence hedefi 12’den vuracak. İşin ilginç yanı ‘American Siding’ sadece Türkiye’de üretilmekle kalmıyormuş. Aynı zamanda tescillenmiş bir Türk markasıymış.
Kısa... Kısa...
· Pazartesi günü Türkiye’de benim gibi reklamlar üzerine ahkâm kesen kim varsa pabuçları bir – iki günlüğüne de olsa dama atılacak. Dünyanın en etkili reklamcılık dergisi Advertising Age’in köşe yazarı ve efsane reklam eleştirmeni Bob Garfield, Marketing Türkiye’nin davetlisi olarak yarın sabah Möwenpick Otel’inde iletişimcilerle buluşacak. Profesyonellerin ve uzman olmak isteyenlerin, ilerde bu konuda konuşmak istiyorlarsa Bob’u izlemeleri şart. Sonra yine başbaşa kalacağız...
· TV’de bir krem reklamı var: Roc Retinox Correxion... Bu kremin içinde iki tane de önemli aktif madde varmış. O maddelerin adını bir türlü not edemedim, hatırlamıyorum. Bu reklamı herhalde batı ülkelerinde de gösterdiler. Markanın adı oralarda kaç kişinin aklında kaldı merak ediyorum doğrusu. Bizde, Roc markasını bilenlerin dışında kimsenin aklında kalmayacağı kesin gibi. Hedef kitle bu kadar üst düzey ise reklamın yeri TV mi olmalıydı acaba, yoksa o kitleye ulaşan dergiler mi?..
· Discover parfüm püskürtme aletinin reklam filmini keşke görmeseydim. Ahlak bekçiliği yapmak, öğretmenlerin manevi şahsiyetine hakaret unsurunu tartışmak niyetinde değilim. Ama bu kadar da olmaz. Sınıfa giren hoca bu kadar mı frapan ve düzeysiz gösterilir. Püskürtme aleti bu kadar mı abartılı ve itici anlatılır? Toplumun değerlerine ters düşen hiçbir iletişim başarılı olamaz. Tüm araştırmalarda en itibarlı meslek hangisi çıkıyor biliyor musnuz? Öğretmenler... Eğer bu reklam bu ürünü sattırırsa, bildiğim her şeyi unutup yeniden öğrenmeye hazırım.