‘Butik’ ajanslar neden ‘boutique’ olamazlar…
01 Aralık 2010 - Marketing Türkiye
Bu yazıyı sonuna kadar okuyacak zamanı, sabrı, gücü, niyeti, keyfi, alışkanlığı, okuma disiplini, hoşgörüsü, ‘burada benim için ne var?’ sorusuna yanıtı, ezcümle ‘isteği’ bulunmayanlar için hemen bir özet geçelim:
‘Butik hizmet’ verdiğini iddia ederek müşterileri üzerinde etkili olacaklarını sanan hizmet kuruluşlarının, bu ‘pazarlama iletişimi’ stratejilerinin hüsrana uğraması kaçınılmazdır.
Çünkü:
‘Butik’ sözcüğünden, ‘Butik hizmet’ verdiklerini sanan ajanslarla, ‘Butik hizmet’ almayı planlayan ve bunu talep eden şirketler aynı şeyi anlamamaktadırlar…
Aslında yazının buradan sonrası okunmasa da olur… Çünkü bütün sır, yukarıdaki cümlenin içinde gizlenmektedir...
Şimdi işi ayrıntıda irdelemeye çalışalım ve sektöre yeni girmiş ya da yeni kurulmuş, aslında butik falan değil, daha yalın bir ifade ile ‘küçük’olan kuruluşların ‘emekleme’ dönemlerinde “Biz butik ajansız; size butik hizmet veririz!” muhabbetinden neden bir an önce kurtulmaları gerektiğini, anlamaya çalışalım…
Eğer kurtulmazlarsa eninde sonunda kendi kendilerini vuran bu anlayışın altında kalmalarının neden mukadder olacağına bir göz atalım.
İlk tavsiyemiz, arkadaşlarımızın kendilerine bazı soruları sorup, onları arkadaşlarıyla ve kendi vicdanlarında tartışıp yanıtlamaya çalışmaları.
Bir: Büyük ajanslardan küçük gruplar halinde koptuktan sonra kendi ajanslarını kurmuş bazı ajanslar neden kendilerine hiçbir zaman ‘Butik ajans’ dememişler ve marka vaatlerine, müşterilerine ‘Butik hizmet verdikleri’ iddiasını eklememişlerdir? (Örnek: Serdar Erener, Alametifarika; Hulusi Derici, Marka; Güngör Türkömer, Tayfa vb…)
İki: Beymen, Vakko, Gucci, Prada kendilerine neden ‘butik’ dememektedirler? Aynı şey tüm ‘Haute Couture’ için de geçerli değil midir? Onlar kendilerine neden ‘Boutique’ dememektedirler?
Üç: “Bir Butik açma” deyişi neyi çağrıştırmaktadır? Gelişmiş, yatırımcı, ilerlemeci, entelektüel bir yaklaşımı mı, yoksa demode, işsiz güçsüz takımını mı? Butik açma kavramının marka vaadini nasıl değerlendirmek gerekir?
Dört: ‘Butik hizmet almak istediğini söyleyen’ müşteriler, bu kelamla entelektüel katma değeri yüksek, kurum ve ürün markalarını gelecek tasarımları doğrultusunda geleceğe taşıyacak üstün kaliteli bir hizmet almayı düşündüklerini mi (!) ifade etmektedirler; yoksa kendilerine kul köle olacak, diledikleri zaman ellerinin altında bulunduracakları ‘ucuz’ (buna ekonomik de diyorlar) insan kaynağı bulundurmak istediklerini mi? Gizli ajanda hangisidir?..
Beş: Kendilerine ‘Boutique’ diyerek rakiplerinden çok daha yüksek ücret talep eden kuruluşların bulunduğu tek sektör ‘Otelcilik’tir. Neden?.. Neden ‘Butik hizmet verdiklerini’ iddia eden bütün halkla ilişkiler ve reklam ajansları, diğer ajanslardan çok daha düşük ücrete hizmet vermektedirler?..
Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Diğerlerini bırakalım sadece yukarıdakileri adam gibi yanıtlamak bile, bu çıkmaz sokağa girmekten koruyabilir insanı…
‘Kodlanmış mesajları’, örneğin halkla ilişkiler ajansları için şöyle deşifre etmek mümkün müdür?
Ajans tarafından: Ben küçük bir ajansım. Onun için fazla müşterim yok. Büyümek niyetinde de değilim. Gerekirse müşterinin kapısının önünde de yatarım. Her ne kadar demode, naftalin kokuyor olsa da; akıllı çağdaş müşteri buna hiç yüz vermese de; olayı hâlâ ‘yiyenler’ var; bu yüzden, müşteri benim için velinimettir, ekmeğimi, rızkımı o verir… O ne derse o olur…
Müşteri tarafından: Zaten kendi kadromda deneyimli, akıllı, stratejik düşünme ve planlama kabiliyeti olan, ‘haberin oluşmasını yönetecek’ elemanlarım var. İhtiyacım olan, katma değeri düşük, medyada haber çıkarmak(!) ve ‘organize promosyon’ işlerini üç kuruş beş paraya elimi öperek yapmak isteyen bir sürü de ajans var. Bunların sırtlarını ‘Sen butiksin, aslansın’ diye sıvazlayıp; işi yapabildikleri sürece onlarla yürümekte yarar var. Eğer medya ile ilişkileri yıpranacak eskiyecek olursa hemen bir konkur açarım. On onbeş tanesi atlar hemen; en düşük teklifi verenle anlaşır bir iki sene de onunla giderim…
Sakın abarttığım sanılmasın durum aynen budur… Aynı işe 15 bin TL teklif verenlerin karşısına 3 bin TL verenlerin çıkmasını tabii ki sadece zihniyet farkı ile izah etmek mümkün değildir. Olayın bir de kayıt içi, kayıt dışı yanı var. Kayıt içinde olan ve adam gibi vergilerini ödeyen kuruluşların ‘Ucuzcu butikçilerle’ rekabet etmeleri zaten mevzu bahis değildir…
Bu durumda müşterinin zerre kadar sorumluluğu yoktur… O kendisi için en iyiyi aramak durumundadır. “10 dönüm bostan, yan gel yat Osman” zihniyeti ile ‘KOBİ mantığından’ kurtulamamış, bir yandan ‘marka’ gibi kapitalizmin en sofistike, en entelektüel çıktısıyla haşır neşir olmaya soyunurken, öte yandan kapitalizmin ve sanayi toplumunun, ondan da öte bilgi toplumunun gereği insana, teknolojiye, entelektüel varlıklara ve nihayet kendi markasına gıdım yatırım yapmayan sektör şirketlerinin, gidecekleri yer bellidir… Butikçilik!...
Karşısında, ihtiyaç duyduğu entelektüel birikimi göremeyen büyük firma ne yapacaktır? Kaçınılmaz olarak kendi bünyesinde sağlam bir kadro barındıracak, onlara yatırım yapıp bireysel gelişimlerini sağlamalarına yardımcı olacak ve ‘haberi oluşturma’ değil sadece ‘medyada çıkmasını sağlama’ işini ihale edeceği bir müteahhit arayacaktır. ‘Butik’ müteahhit!.. Olan da budur zaten.
Kendilerini bilgi ve nitelikli hizmet anlayışıyla donatıp geleceğe hazırlayan ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen halkla ilişkiler ajansları dışında sektörün içine düşmekte olduğu çelişkinin en belirgin unsurlarından biri olan ve iletişimlerini kendilerine rakip gördükleri ajansları kötüleyerek yapmayı bir matah sayan bu ‘butik ajansları’ iyi izleyin… Bakın ne olacaklar? Ne olacaklarını çok merak edenler; belki en yakın örnek olarak Yeşilçam’ın feodal ve/veya küçük burjuva üretim ilişkileri içine sıkışıp kalmış, sinemadan kazandıklarını sinemaya yatıracaklarına kendilerine ve başka alanlara harcamış çok sayıda prodüksiyon şirketinin başına gelenleri araştırarak işe başlayabilirler…
“Ben sende tutuklu kaldım!”..
Rekabeti kötüleyerek onun üzerinden kendini ifade etmek, yeni bir yaklaşım değildir. “Ben çok iyiyim”i “O çok kötü” üzerinden söylemek, bazen çok hızlı etki yapar… Her markanın ruhu, dünya görüşü, kültür ve değerleri böyle yaşamayı kaldırmaz. Çünkü rekabete karşı ‘erdem’ ve ‘ilkeleri’ zorlayan bir kurum, çalışanlarına karşı da daha farklı davranamayabilir… Ya diğer sosyal paydaşlarına…
İnsan için geçerli olan, kurumlar için de geçerlidir. Bir medya patronunun bir zamanlar dediği gibi… “Ne ilkesi kardeşim, onları ben koyarım; sonra da istediğim zaman kaldırırım” yaklaşımı er ya da geç, bütün ilişkileri bozabilir…
Ben yukarıdaki lafın edildiğine medya patronlarının ve üst düzey yöneticilerinin Divan Otel’inde yaptıkları bir toplantı sonrası bizzat tanık olmuştum. Tencere tava verildiği promosyon savaşlarına son verme konusunu tartışmışlar, her konuda mutabık olup el sıkışmışlardı. Sonra bizimkiler arabalara binip gazeteye dönerken yoldan arayıp gazetedeki ilgili yöneticilere telefonda yeni promosyon talimatları yağdırmasınlar mı?.. Biraz da şaşkınlıkla “Az önce rekabetle ilke kararına varmadınız mı?” diye sormuştum. Patron da bu ilkel ve gereksiz soruya hafif sinirlenip bana yukarıdaki vecizeyle yanıt vermişti…
Rekabeti yerden yere çalma yaklaşımı da, ‘ilkeleri ben yaparım ben bozarım’ yaklaşımı ile bir yerlerden akrabadır… Aynı kültür ve değerlerden nemalanır…
Vodafone’un Vodafone dışındaki yaklaşık 34 milyon Turkcell 11,5 milyon Avea abonesine, yani toplam 45,5 milyon kullanıcıya “Tutuklu” muamelesi çekmesi, uzun yıllar hatırlardan silinmeyecektir… Başlatılmış hukuk savaşı hangi ‘caydırıcı’ sonuca ulaşır bilemeyiz, ancak “Turkcell ve Avea’dan kaçın kurtulun!” kampanyası sürerken, “Rekorlar kırdık herkes bize koşuyor!” algısı yaratılmaya çalışıldığı günlerde merak edip araştırdım. Uzağa gitmedim. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) web sitesine girip baktım. Son yıllara ve son üç çeyreğe göre durum şöyleymiş… İlginç değil mi?
Bütün araştırmalar yanlıştır (!)
Araştırma şirketi Konda’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın bir web sitesi var: www.bekiragirdir.com. Bekir Bey, orada peş peşe 4 yazı yayınlamış. Hepsi duruyor. Dizini adı şu: “Ruhunu arayan parti CHP”… Dizinin ikinci bölümündeki tablo çok ilginç. En azından oraya bir göz atın. Konu CHP’ye hâkim olan ruh ve partinin hedef kitlesi… Konda, en cahil iletişimcilerin bile terk etmeye başladıkları A, B, C1, C2 vb SES grupları segmentasyonu yerine önerdiği yaşam tarzı bölümlemesinde CHP ile bağlantılı olarak “Endişeli modernler”den söz ediyor… Mutlaka bakılmalı…
Tutucu CHP’lilerin yaklaşımı işine gelmeyen her araştırmayı eleştirecek bir yer arayan ‘münafıklarla’ benzeşiyor: “Örneklem yanlış… Sorular yönlendirici sorulmuş vb…”
Benzer bir yaklaşım araştırma şirketi Metropoll’ün Prof. Dr. Özer Sencar’ın başkanlığında Türkiye İş Kadınları Derneği (TİKAD) için yürüttükleri ve Kasım ayının son haftası içinde açıkladıkları "Başörtüsü ve Toplumsal Uzlaşma" adlı araştırma sonrasında dile getirildi… NTV’de Can Dündar’ın sonuçları tartıştığı programı izlemediyseniz gerçekten iletişim adına ciddi bir katma değerden mahrum kalmışsınız demektir… ‘İşe gelmeyen’ bir araştırma nasıl yerden yere çalınır görmeliydiniz…
Ülkenin kültür kodlarını ‘okuyabilmek’ için hayli önemli olan bu araştırmayı, TİKAD’dan ya da Metropoll’den temin edebilirsiniz. Yoksa bana Twitter’den bir mesaj atın hemen yollayayım…Nasıl ama?..
Efendim bilindiği üzere Ketchum’un sosyal medya uzmanı Gianni Catalfamo’nun İstanbul’da yönettiği çalıştayı izledikten sonra hayatımda bir değişiklik yaptım… Biraz geç oldu ama artık bütün sosyal medya sitelerinde beni bulabilirsiniz…
‘Butik hizmet’ verdiğini iddia ederek müşterileri üzerinde etkili olacaklarını sanan hizmet kuruluşlarının, bu ‘pazarlama iletişimi’ stratejilerinin hüsrana uğraması kaçınılmazdır.
Çünkü:
‘Butik’ sözcüğünden, ‘Butik hizmet’ verdiklerini sanan ajanslarla, ‘Butik hizmet’ almayı planlayan ve bunu talep eden şirketler aynı şeyi anlamamaktadırlar…
Aslında yazının buradan sonrası okunmasa da olur… Çünkü bütün sır, yukarıdaki cümlenin içinde gizlenmektedir...
Şimdi işi ayrıntıda irdelemeye çalışalım ve sektöre yeni girmiş ya da yeni kurulmuş, aslında butik falan değil, daha yalın bir ifade ile ‘küçük’olan kuruluşların ‘emekleme’ dönemlerinde “Biz butik ajansız; size butik hizmet veririz!” muhabbetinden neden bir an önce kurtulmaları gerektiğini, anlamaya çalışalım…
Eğer kurtulmazlarsa eninde sonunda kendi kendilerini vuran bu anlayışın altında kalmalarının neden mukadder olacağına bir göz atalım.
İlk tavsiyemiz, arkadaşlarımızın kendilerine bazı soruları sorup, onları arkadaşlarıyla ve kendi vicdanlarında tartışıp yanıtlamaya çalışmaları.
Bir: Büyük ajanslardan küçük gruplar halinde koptuktan sonra kendi ajanslarını kurmuş bazı ajanslar neden kendilerine hiçbir zaman ‘Butik ajans’ dememişler ve marka vaatlerine, müşterilerine ‘Butik hizmet verdikleri’ iddiasını eklememişlerdir? (Örnek: Serdar Erener, Alametifarika; Hulusi Derici, Marka; Güngör Türkömer, Tayfa vb…)
İki: Beymen, Vakko, Gucci, Prada kendilerine neden ‘butik’ dememektedirler? Aynı şey tüm ‘Haute Couture’ için de geçerli değil midir? Onlar kendilerine neden ‘Boutique’ dememektedirler?
Üç: “Bir Butik açma” deyişi neyi çağrıştırmaktadır? Gelişmiş, yatırımcı, ilerlemeci, entelektüel bir yaklaşımı mı, yoksa demode, işsiz güçsüz takımını mı? Butik açma kavramının marka vaadini nasıl değerlendirmek gerekir?
Dört: ‘Butik hizmet almak istediğini söyleyen’ müşteriler, bu kelamla entelektüel katma değeri yüksek, kurum ve ürün markalarını gelecek tasarımları doğrultusunda geleceğe taşıyacak üstün kaliteli bir hizmet almayı düşündüklerini mi (!) ifade etmektedirler; yoksa kendilerine kul köle olacak, diledikleri zaman ellerinin altında bulunduracakları ‘ucuz’ (buna ekonomik de diyorlar) insan kaynağı bulundurmak istediklerini mi? Gizli ajanda hangisidir?..
Beş: Kendilerine ‘Boutique’ diyerek rakiplerinden çok daha yüksek ücret talep eden kuruluşların bulunduğu tek sektör ‘Otelcilik’tir. Neden?.. Neden ‘Butik hizmet verdiklerini’ iddia eden bütün halkla ilişkiler ve reklam ajansları, diğer ajanslardan çok daha düşük ücrete hizmet vermektedirler?..
Bu soruları çoğaltmak mümkündür. Diğerlerini bırakalım sadece yukarıdakileri adam gibi yanıtlamak bile, bu çıkmaz sokağa girmekten koruyabilir insanı…
‘Kodlanmış mesajları’, örneğin halkla ilişkiler ajansları için şöyle deşifre etmek mümkün müdür?
Ajans tarafından: Ben küçük bir ajansım. Onun için fazla müşterim yok. Büyümek niyetinde de değilim. Gerekirse müşterinin kapısının önünde de yatarım. Her ne kadar demode, naftalin kokuyor olsa da; akıllı çağdaş müşteri buna hiç yüz vermese de; olayı hâlâ ‘yiyenler’ var; bu yüzden, müşteri benim için velinimettir, ekmeğimi, rızkımı o verir… O ne derse o olur…
Müşteri tarafından: Zaten kendi kadromda deneyimli, akıllı, stratejik düşünme ve planlama kabiliyeti olan, ‘haberin oluşmasını yönetecek’ elemanlarım var. İhtiyacım olan, katma değeri düşük, medyada haber çıkarmak(!) ve ‘organize promosyon’ işlerini üç kuruş beş paraya elimi öperek yapmak isteyen bir sürü de ajans var. Bunların sırtlarını ‘Sen butiksin, aslansın’ diye sıvazlayıp; işi yapabildikleri sürece onlarla yürümekte yarar var. Eğer medya ile ilişkileri yıpranacak eskiyecek olursa hemen bir konkur açarım. On onbeş tanesi atlar hemen; en düşük teklifi verenle anlaşır bir iki sene de onunla giderim…
Sakın abarttığım sanılmasın durum aynen budur… Aynı işe 15 bin TL teklif verenlerin karşısına 3 bin TL verenlerin çıkmasını tabii ki sadece zihniyet farkı ile izah etmek mümkün değildir. Olayın bir de kayıt içi, kayıt dışı yanı var. Kayıt içinde olan ve adam gibi vergilerini ödeyen kuruluşların ‘Ucuzcu butikçilerle’ rekabet etmeleri zaten mevzu bahis değildir…
Bu durumda müşterinin zerre kadar sorumluluğu yoktur… O kendisi için en iyiyi aramak durumundadır. “10 dönüm bostan, yan gel yat Osman” zihniyeti ile ‘KOBİ mantığından’ kurtulamamış, bir yandan ‘marka’ gibi kapitalizmin en sofistike, en entelektüel çıktısıyla haşır neşir olmaya soyunurken, öte yandan kapitalizmin ve sanayi toplumunun, ondan da öte bilgi toplumunun gereği insana, teknolojiye, entelektüel varlıklara ve nihayet kendi markasına gıdım yatırım yapmayan sektör şirketlerinin, gidecekleri yer bellidir… Butikçilik!...
Karşısında, ihtiyaç duyduğu entelektüel birikimi göremeyen büyük firma ne yapacaktır? Kaçınılmaz olarak kendi bünyesinde sağlam bir kadro barındıracak, onlara yatırım yapıp bireysel gelişimlerini sağlamalarına yardımcı olacak ve ‘haberi oluşturma’ değil sadece ‘medyada çıkmasını sağlama’ işini ihale edeceği bir müteahhit arayacaktır. ‘Butik’ müteahhit!.. Olan da budur zaten.
Kendilerini bilgi ve nitelikli hizmet anlayışıyla donatıp geleceğe hazırlayan ve sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen halkla ilişkiler ajansları dışında sektörün içine düşmekte olduğu çelişkinin en belirgin unsurlarından biri olan ve iletişimlerini kendilerine rakip gördükleri ajansları kötüleyerek yapmayı bir matah sayan bu ‘butik ajansları’ iyi izleyin… Bakın ne olacaklar? Ne olacaklarını çok merak edenler; belki en yakın örnek olarak Yeşilçam’ın feodal ve/veya küçük burjuva üretim ilişkileri içine sıkışıp kalmış, sinemadan kazandıklarını sinemaya yatıracaklarına kendilerine ve başka alanlara harcamış çok sayıda prodüksiyon şirketinin başına gelenleri araştırarak işe başlayabilirler…
“Ben sende tutuklu kaldım!”..
Rekabeti kötüleyerek onun üzerinden kendini ifade etmek, yeni bir yaklaşım değildir. “Ben çok iyiyim”i “O çok kötü” üzerinden söylemek, bazen çok hızlı etki yapar… Her markanın ruhu, dünya görüşü, kültür ve değerleri böyle yaşamayı kaldırmaz. Çünkü rekabete karşı ‘erdem’ ve ‘ilkeleri’ zorlayan bir kurum, çalışanlarına karşı da daha farklı davranamayabilir… Ya diğer sosyal paydaşlarına…
İnsan için geçerli olan, kurumlar için de geçerlidir. Bir medya patronunun bir zamanlar dediği gibi… “Ne ilkesi kardeşim, onları ben koyarım; sonra da istediğim zaman kaldırırım” yaklaşımı er ya da geç, bütün ilişkileri bozabilir…
Ben yukarıdaki lafın edildiğine medya patronlarının ve üst düzey yöneticilerinin Divan Otel’inde yaptıkları bir toplantı sonrası bizzat tanık olmuştum. Tencere tava verildiği promosyon savaşlarına son verme konusunu tartışmışlar, her konuda mutabık olup el sıkışmışlardı. Sonra bizimkiler arabalara binip gazeteye dönerken yoldan arayıp gazetedeki ilgili yöneticilere telefonda yeni promosyon talimatları yağdırmasınlar mı?.. Biraz da şaşkınlıkla “Az önce rekabetle ilke kararına varmadınız mı?” diye sormuştum. Patron da bu ilkel ve gereksiz soruya hafif sinirlenip bana yukarıdaki vecizeyle yanıt vermişti…
Rekabeti yerden yere çalma yaklaşımı da, ‘ilkeleri ben yaparım ben bozarım’ yaklaşımı ile bir yerlerden akrabadır… Aynı kültür ve değerlerden nemalanır…
Vodafone’un Vodafone dışındaki yaklaşık 34 milyon Turkcell 11,5 milyon Avea abonesine, yani toplam 45,5 milyon kullanıcıya “Tutuklu” muamelesi çekmesi, uzun yıllar hatırlardan silinmeyecektir… Başlatılmış hukuk savaşı hangi ‘caydırıcı’ sonuca ulaşır bilemeyiz, ancak “Turkcell ve Avea’dan kaçın kurtulun!” kampanyası sürerken, “Rekorlar kırdık herkes bize koşuyor!” algısı yaratılmaya çalışıldığı günlerde merak edip araştırdım. Uzağa gitmedim. Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu’nun (BTK) web sitesine girip baktım. Son yıllara ve son üç çeyreğe göre durum şöyleymiş… İlginç değil mi?
Bütün araştırmalar yanlıştır (!)
Araştırma şirketi Konda’nın Genel Müdürü Bekir Ağırdır’ın bir web sitesi var: www.bekiragirdir.com. Bekir Bey, orada peş peşe 4 yazı yayınlamış. Hepsi duruyor. Dizini adı şu: “Ruhunu arayan parti CHP”… Dizinin ikinci bölümündeki tablo çok ilginç. En azından oraya bir göz atın. Konu CHP’ye hâkim olan ruh ve partinin hedef kitlesi… Konda, en cahil iletişimcilerin bile terk etmeye başladıkları A, B, C1, C2 vb SES grupları segmentasyonu yerine önerdiği yaşam tarzı bölümlemesinde CHP ile bağlantılı olarak “Endişeli modernler”den söz ediyor… Mutlaka bakılmalı…
Tutucu CHP’lilerin yaklaşımı işine gelmeyen her araştırmayı eleştirecek bir yer arayan ‘münafıklarla’ benzeşiyor: “Örneklem yanlış… Sorular yönlendirici sorulmuş vb…”
Benzer bir yaklaşım araştırma şirketi Metropoll’ün Prof. Dr. Özer Sencar’ın başkanlığında Türkiye İş Kadınları Derneği (TİKAD) için yürüttükleri ve Kasım ayının son haftası içinde açıkladıkları "Başörtüsü ve Toplumsal Uzlaşma" adlı araştırma sonrasında dile getirildi… NTV’de Can Dündar’ın sonuçları tartıştığı programı izlemediyseniz gerçekten iletişim adına ciddi bir katma değerden mahrum kalmışsınız demektir… ‘İşe gelmeyen’ bir araştırma nasıl yerden yere çalınır görmeliydiniz…
Ülkenin kültür kodlarını ‘okuyabilmek’ için hayli önemli olan bu araştırmayı, TİKAD’dan ya da Metropoll’den temin edebilirsiniz. Yoksa bana Twitter’den bir mesaj atın hemen yollayayım…Nasıl ama?..
Efendim bilindiği üzere Ketchum’un sosyal medya uzmanı Gianni Catalfamo’nun İstanbul’da yönettiği çalıştayı izledikten sonra hayatımda bir değişiklik yaptım… Biraz geç oldu ama artık bütün sosyal medya sitelerinde beni bulabilirsiniz…