Cağaloğlu kurtarılmalı
02 Ocak 2018 - Yeni Şafak
Yılın ilk günü Kültür ve Turizm Bakan Yardımcısı Hüseyin Yayman bey aradı. Uzunca boylu sohbet ettik. Mehmet Çebi dostumuzdan farklı bir boyutunu duyduğumuz hayli ilginç bir projeden söz etti.
Hilye-i şerif, hat, İslam eserleri, geleneksel sanatlar ve koleksiyonerlik deyince ilk akla gelen kişi olan Çebi’ye göre, Cağaloğlu ve çevresi bir kültür ve sanat merkezi olarak canlandırılabilirdi… Yayman da edebiyatçılara ve sanatçılara kapılarını açacak bir bölgenin Cağoğolu’nun (Bab-ı Âli’nin) ruhuna da, zamanın ruhuna da yakışacağını söylüyor.
Her iki kültür adamı da bu projenin ekonomik açıdan da gayet iyi savunulabileceği düşüncesiydiler. Sadece hayır hasenat durumu yoktu yani. Cağoloğlu kurtarılırken ekonomisi de çok daha üst boyutta bir canlılık kazanabilirdi.
Hüseyin beyle sohbetimizde Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinin toplam bütçe içinde aldığı payın düşüklüğü üzerine konuşurken bu konuya takılmıştık. “Her şey parayla kadir değil” düşüncesindeydi. Özdeki fikir (mastermind) bazen tüm maddi şartları peşinden sürükleyebiliyordu.
Haklıydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi dahil geçmişimizde, nadir de olsa, bunun örneklerine tanık olunmuştu. İş, birkaç blok binanın renove edilip sanatçı ve edebiyatçılara, kitap evlerine ve onlarla bağlantılı kafelere tahsis edilmesinden ibaret gibi gözükse de, başta Belediye sonra kent kültürüne sahip çıkmak isteyen özel sektör ve STK’lar projenin arkasında duracaklar, Bakanlık da elinden gelen desteği verecekti…
“Neden ilerlemiyor?” dedim… “Bizden kaynaklı değil” dedi… Düğmeye basacak ve arkasını kollayıp takip edecek kişi Belediye Başkanı olmalıydı. Öncelikle Fatih sonra Büyükşehir tabii ki…
Projenin ilgimi çekmesinin nedeni, Beyoğlu’nda başlatılmış olan anlayışın karşılığını burada da bulacağı konusundaki inancım kadar Cağaloğlu ile aramdaki duygusal bağ idi…
Eğitim ve iş hayatımın önemli bir kısmı orada geçmişti. Cağaloğlu yolculuğum Türkocağı Caddesi’ndeki döneminin efsane binalarından birinde, İstanbul Erkek Lisesi’nde başladı. Altında Bizans kalıntıları bulunan bina, 1897 yılında Fransız kökenli Levanten mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiş ve Osmanlı’nın borçlarını tayin etmek üzere kurulmuş olan Düyûn-ı Umûmiye adlı kuruluşun emrine tahsis edilmiş. 1933 yılında ise Atatürk'ün emri ile İstanbul Erkek Lisesi'nin kullanımına verilmiş.
Sonraki durağımız, basın kuruluşları içinde mimarî açıdan zamanının en çağdaş binalarından biri olarak kabul edilen, Karacan’ların Milliyet’inin Nuruosmaniye’deki binası idi. Şu sıra içinde Armaggan Sanat ve Tasarım Galerisi bulunuyor.
5 yıl süreyle Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştığım Karacan Yayınları ise İstanbul Lisesinin de bulunduğu Türkocağı Caddesi’nin hemen girişinde, Gazeteciler Cemiyeti’nin hemen yanındaki binanın ilk üç katında faaliyet gösteriyordu…
Toplam 12 yılım geçmiş Bab-ı Âli’de. Genellikle. Rahmetli Attilâ İlhan dahil çoğumuz Sirkeci‘den yukarıya yürüyerek gelirdik iş yerine. O yol üzerinde ve çevrede önünden geçtiğimiz binaların, içinde bulunduğumuz çevrenin ve genel mimari yapının ortak ruhi şekillenmemizin oluşumu üzerinde çok önemli etkisinin olduğuna hep inanmışımdır. Burnunuzun dibindeki Bizans’ın, cihan imparatorluğu Osmanlı’nın izleri arasında yaşamanın hem dünya görüşüne hem de dünya duruşuna çok derinden etkileri olduğu inkâr edilemezdi. O dönem Cağaloğlu’ndan yetişmiş, gazeteci, yazar ve düşünce adamlarını bir gözünüzün önünden geçirin. Ne demek istediğim hemen anlaşılacaktır.
İstanbul uzun vadeli, kalıcı, estetik, millî kültür ve değerler manzumesinin bir parçası olarak ortaya çıkan mimarî anlayışla değil, kısa vadeli çıkar odaklı müteahhit anlayışıyla inşa edilirken Bab-ı Âli de nasibini aldı. Medyanın, kitap yayıncılığının merkezi olan, münevverleri buluşturan bir çekim merkezi olan Cağaloğlu, turizme dönük devasa fakat düzensiz bir AVM olma yolunda hızla ilerledi.
Bir örnek vermek gerekirse, mesela Beyoğlu’nun, kentsel dönüşüm projelerinin de bölgenin kültür ve adabına uygun bir şekilde devreye girmesiyle, nispeten kurtulmuş olduğu söylenebilir. En azından o yolda hızlı adımlarla ilerlediği... Her kesimden münevverin Beyoğlu’na döndüğünü, dönmekte olduğunu biliyoruz. Bu durumda, sosyolojisi ve ekonomisiyle ciddî bir kültürel değişimi tetikleyerek eski cazibesinin yerine farklı ve yeni bir konumlanmayı yerleştirecek gibi gözükmektedir.
Darısı Cağaloğlu’nun başına. Aman bürokratik oligarşinin projeyi engellenmesine, yavaşlatmasına izin vermeyin Hüseyin Bey…
Hilye-i şerif, hat, İslam eserleri, geleneksel sanatlar ve koleksiyonerlik deyince ilk akla gelen kişi olan Çebi’ye göre, Cağaloğlu ve çevresi bir kültür ve sanat merkezi olarak canlandırılabilirdi… Yayman da edebiyatçılara ve sanatçılara kapılarını açacak bir bölgenin Cağoğolu’nun (Bab-ı Âli’nin) ruhuna da, zamanın ruhuna da yakışacağını söylüyor.
Her iki kültür adamı da bu projenin ekonomik açıdan da gayet iyi savunulabileceği düşüncesiydiler. Sadece hayır hasenat durumu yoktu yani. Cağoloğlu kurtarılırken ekonomisi de çok daha üst boyutta bir canlılık kazanabilirdi.
Hüseyin beyle sohbetimizde Kültür ve Turizm Bakanlığı bütçesinin toplam bütçe içinde aldığı payın düşüklüğü üzerine konuşurken bu konuya takılmıştık. “Her şey parayla kadir değil” düşüncesindeydi. Özdeki fikir (mastermind) bazen tüm maddi şartları peşinden sürükleyebiliyordu.
Haklıydı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş tarihi dahil geçmişimizde, nadir de olsa, bunun örneklerine tanık olunmuştu. İş, birkaç blok binanın renove edilip sanatçı ve edebiyatçılara, kitap evlerine ve onlarla bağlantılı kafelere tahsis edilmesinden ibaret gibi gözükse de, başta Belediye sonra kent kültürüne sahip çıkmak isteyen özel sektör ve STK’lar projenin arkasında duracaklar, Bakanlık da elinden gelen desteği verecekti…
“Neden ilerlemiyor?” dedim… “Bizden kaynaklı değil” dedi… Düğmeye basacak ve arkasını kollayıp takip edecek kişi Belediye Başkanı olmalıydı. Öncelikle Fatih sonra Büyükşehir tabii ki…
Projenin ilgimi çekmesinin nedeni, Beyoğlu’nda başlatılmış olan anlayışın karşılığını burada da bulacağı konusundaki inancım kadar Cağaloğlu ile aramdaki duygusal bağ idi…
Eğitim ve iş hayatımın önemli bir kısmı orada geçmişti. Cağaloğlu yolculuğum Türkocağı Caddesi’ndeki döneminin efsane binalarından birinde, İstanbul Erkek Lisesi’nde başladı. Altında Bizans kalıntıları bulunan bina, 1897 yılında Fransız kökenli Levanten mimar Alexandre Vallaury tarafından inşa edilmiş ve Osmanlı’nın borçlarını tayin etmek üzere kurulmuş olan Düyûn-ı Umûmiye adlı kuruluşun emrine tahsis edilmiş. 1933 yılında ise Atatürk'ün emri ile İstanbul Erkek Lisesi'nin kullanımına verilmiş.
Sonraki durağımız, basın kuruluşları içinde mimarî açıdan zamanının en çağdaş binalarından biri olarak kabul edilen, Karacan’ların Milliyet’inin Nuruosmaniye’deki binası idi. Şu sıra içinde Armaggan Sanat ve Tasarım Galerisi bulunuyor.
5 yıl süreyle Genel Yayın Yönetmeni olarak çalıştığım Karacan Yayınları ise İstanbul Lisesinin de bulunduğu Türkocağı Caddesi’nin hemen girişinde, Gazeteciler Cemiyeti’nin hemen yanındaki binanın ilk üç katında faaliyet gösteriyordu…
Toplam 12 yılım geçmiş Bab-ı Âli’de. Genellikle. Rahmetli Attilâ İlhan dahil çoğumuz Sirkeci‘den yukarıya yürüyerek gelirdik iş yerine. O yol üzerinde ve çevrede önünden geçtiğimiz binaların, içinde bulunduğumuz çevrenin ve genel mimari yapının ortak ruhi şekillenmemizin oluşumu üzerinde çok önemli etkisinin olduğuna hep inanmışımdır. Burnunuzun dibindeki Bizans’ın, cihan imparatorluğu Osmanlı’nın izleri arasında yaşamanın hem dünya görüşüne hem de dünya duruşuna çok derinden etkileri olduğu inkâr edilemezdi. O dönem Cağaloğlu’ndan yetişmiş, gazeteci, yazar ve düşünce adamlarını bir gözünüzün önünden geçirin. Ne demek istediğim hemen anlaşılacaktır.
İstanbul uzun vadeli, kalıcı, estetik, millî kültür ve değerler manzumesinin bir parçası olarak ortaya çıkan mimarî anlayışla değil, kısa vadeli çıkar odaklı müteahhit anlayışıyla inşa edilirken Bab-ı Âli de nasibini aldı. Medyanın, kitap yayıncılığının merkezi olan, münevverleri buluşturan bir çekim merkezi olan Cağaloğlu, turizme dönük devasa fakat düzensiz bir AVM olma yolunda hızla ilerledi.
Bir örnek vermek gerekirse, mesela Beyoğlu’nun, kentsel dönüşüm projelerinin de bölgenin kültür ve adabına uygun bir şekilde devreye girmesiyle, nispeten kurtulmuş olduğu söylenebilir. En azından o yolda hızlı adımlarla ilerlediği... Her kesimden münevverin Beyoğlu’na döndüğünü, dönmekte olduğunu biliyoruz. Bu durumda, sosyolojisi ve ekonomisiyle ciddî bir kültürel değişimi tetikleyerek eski cazibesinin yerine farklı ve yeni bir konumlanmayı yerleştirecek gibi gözükmektedir.
Darısı Cağaloğlu’nun başına. Aman bürokratik oligarşinin projeyi engellenmesine, yavaşlatmasına izin vermeyin Hüseyin Bey…