Çömlek patladı ama kâğıtlar hâlâ açılmadı.
20 TEMMUZ 2003
“Boş verin bir şey olmaz...” iletişimle ilgili yapılan en temel hata bu düşünceyle başlar.
Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Ak Parti Kongresi’nde milletin yüreğine su serpiyor: “İşte size 600 trilyonluk kaynak: Cep telefonu operatörleri ile Telekom arasındaki gelir paylaşımını simetrik uygulayarak 600 trilyonluk ek gelir sağlayacağız!”
Bu simetrik-asimetrik meselesine kimsenin pek aklı ermedi ama, olsun. Bu ek gelir, sonbaharda ilköğretimdeki tüm öğrencilere bedava kitap olarak geri dönecekse, iyi bir şey diye düşündü herkes...
Turkcell ertesi günü yayınladığı bir açıklama ile işin yargıda olduğunu bildirdi. Sonra da dünkü gazeteler, Ankara’daki bir mahkemenin kararı ile 1998’de yapılan sözleşmenin, yani asimetrik paylaşımın devam ettiğini yazdılar. Gitti kaynak...
Şimdi, “Sayın Başbakanım, kongrede böyle dediniz. Ama şöyle oldu. Buna bir açıklama getirmek lâzım.” diyenler de çıkacaktır. “Boş verin. Bir şey olmaz!” diyenler de. Bakalım Başbakanımız hangi görüşe itibar edecek.
Benzer bir durum yaygın deyimle “Türkiye’nin kafasına çuval geçirilme” operasyonu sırasında ve sonrasında yaşanmıştır. Hâlâ da yaşanmaktadır. Devlet işlerinde her şey şeffaf olamaz. Bunu en iyi ABD bilir. Yürüttükleri operasyonlardan yüzde kaçı uluslararası yasalara uygundur dersiniz? Bizim Asala Operasyonları hangi yasal destekle yürütüldü?
Ama bir oyun kuralı daha vardır, bu üstü kapalı (under cover) işlerde. Çömlek patladı mı, bütün kâğıtlar açılır. Eteklerdeki bütün taşlar dökülür. Bu durumda kapalı kapılar arkasında siyaset yapılamaz. ‘Sözde’ de olsa sorumlular tespit edilir ve hemen cezalandırılır. Dünya kamu oyu ve milletin kamu vicdanı ve işe karışmış olan kurumlar rahatlatılır.
Süleymaniye olayında da çömlek patladı. Ama eller bir türlü açılmıyor. Bundan da hem kamu vicdanı muzdarip, hem de olayın başrol oyuncularından Türk Silahlı Kuvvetleri...
Kafada bir dizi cevapsız soru... Türk bayrağı dalgalanıyordu. O zaman resmî temsilciğimiz miydi orası? Resmî ise, saldırı da resmî miydi? Saldırı resmî ise, savaş nedeni olacak kadar önemli değil miydi? Subaylarımız neden sivil, bıyıklı ve halktan biri gibi giyinmişlerdi? Neden tek kurşun atmadan teslim oldular? Neden tek kurşun atmadan teslim olmayı büyük bir zafermiş gibi gösterdiler? (Komutan: “Allah’tan ‘atın’ yerine ‘takın’ dememişim”...)
Bu, bir taktik beceriksizlikse, sorumlusu kimlerdir? Bu, bir siyasi beceriksizlikse, sorumlusu kimlerdir?
Bu soruların cevabı en azından benim ve çevremde konuştuklarımın kafasında yok. Fakat bir yandan kamu vicdanının, öte yandan Silahlı Kuvvetler’in onurunun rencide edildiğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Halkın yıllardır güven araştırmalarında birinci sıraya koyduğu TSK’nın itibarını sarsmak, içeride ve dışarıda kimlerin işine yarar acaba?..
Birileri Başbakanımıza ‘çömlek patladığında’ uygulanması gereken stratejileri öğütlüyordur yine; birileri de “Boş verin efendim. Bir şey olmaz! Medyayı suçlarız, olur biter” diyordur...
Hükümet şimdilik ikinci görüşe itibar ediyor gibi. Yakından tanıma fırsatı bulduğum ve şahsen büyük saygı duyduğum Abdullah Gül, Cuma akşamı TV’deki uzun söyleşisinde karnından konuşur gibiydi. “Tabiî ki değerlendireceğiz... Tabiî ki bu konuları gündeme getireceğiz... Her şey TSK’nin ve hükümetin bilgisi dahilinde olmuştur...”
ABD uluslararası siyasette hiçbir adımı anlık öfke, bir subayın şanseseri kararı ile falan atmaz. Süleymaniye olayı da bir ABD subayının kafasına esmiş olan bir iş değildir. Saratoga’dan atılıp bizim Muavenet zırhlısını vuran iki füzesinin, bir Amerikan askerinin kolunun yanlışlıkla kontrol masasına çarpması ile ateşlenmediği gibi...
Şimdi hükümete düşen, iletişimin bütün kanallarını çalıştırarak, çömlek patladığında yapılması gereken her şeyi yapmaktır, karnından konuşmak değil...
İki sandalye arasında oturmayın!
İki manken arkadaşıyla kurduğu müzik grubu ile de ‘şöhret basamaklarını birer birer tırmanan’ Nigar Talibova Şamdan dergisi için hoş pozlar verirken “Benim en önemli uzvum beynimdir” demiş.
Aferin. Şahsen herkes gibi beni de düşünmeye sevketti. Ben de sormaya başladım kendime: Acaba en değerli uzvum hangisi?
Ajda Pekkan Hanım da buna benzer bir tespitte bulunmuştu bir zamanlar: “Beni ancak beynimden iğfal edebilirler!”
Playboy dergisini yayınlarken (ilk 6 sayı), ‘Nü’ yani halk deyişiyle çıplak bayan fotoğrafları çekilirken nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatmışlardı. Uluslararası bölüm başkanı Hint asıllı Haresh Shah, kullanacakları 11 tane fotoğraf için sekiz gün çalışıp 3 bin kare fotoğraf çekerken, bize dört öğeden söz etmişti: biçim – içerik – öz – fenomen (Türkçe’de ‘görüngü’ deniyor). Şöyle demişti Shah: “Bu dördü arasında uyum sağlarsan başarılı olursun. Sadece Nü çekimlerinde değil, hayatın her alanında...”
Yani işin özeti şu: 1. ‘mış’ gibi yapmayacaksın! Nü pozlar vereceksen, Nü pozlar vereceksin. “Ay! Yanlışlıkla oram buram göründü” numarasına yatmayacaksın. 2. Yaptığın işin felsefesine inanacak ve savunacaksın (görüngü). Yani sağlıklı ve güzel bir vücudun varsa, dikkatleri beynine çekmeye çalışmayacaksın. 3. Amaç, izleyiciye düşsel bir yolculuk yaşatmak olduğu için, bu yolculuğa gölge düşürecek şeylerden kaçınacaksın. Yani, üstüne başına kum ya da çamur sürmekten, vücuduna doğal olmayan duruşlar vermekten, ya da sanki cinselliğin doruklardaymış gibi gayri samimi bakışlar sergilemekten... Ya da bu işi hiç yapmayacaksın... Her iki şıkta da saygı uyandırırsın.
Aynı Haresh Shah, “İki sandalye arasına oturma! Yoksa, popona bir şeyler kaçabilir!” derdi.
Yatları görmeden ölmeyin
Hatırlayanlar unutamadılar... Susurluk günleriydi... Marka Ajans’ın deli-dahi patronu Hulusi Derici’nin yarattığı bir Audi Kampanyası vardı... Yumurta topuk; beyaz çorap; içinden kıllar fışkıran, düğmeleri göbeğe kadar açılmış gömlek, bagajda Kalaşnikov (yayınlanmadı); tek taş pırlanta yüzük, direksiyondakinin elinde tesbih... “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar”...
Bir de BMW 7 serisinin Türkiye’de kullanılmayan kampanyası vardır unutamadığım. “Hayatta şunları yapmadan ölmeyin” diyordu: “Grand Canion’da dağların arasında uçakla geçmeden; Paris’te Tour d’Argent’da yemek yemeden; Pasifik’te büyük balık avına çıkmadan...” böyle dokuz tane ilginç serüven sayıyor; onuncu sırada “7 serisi bir BMW’ye binmeden” diye de bitiriyordu.
BMW reklamında sıralananlara bir tane de ben eklemek isterdim: Açık deniz yat yarışlarında teknelerin Bozcaada’dan start alışını bir tepeye çıkıp izlemeden...
O renk cümbüşünü, sessiz güzelliği izlemeden bu dünyadan göçmek yazık olurdu. Tekneler 26 Temmuz’da Bozcaada’da olacaklar. Asude bir ortamdan, Marmara’yı anımsatan serince bir denizden, deli rüzgârlardan ve sessiz akşamlardan nefret etmiyorsanız, bekleriz. Gelin o muhteşem cümbüşü birlikte yaşayalım...
Başbakanımız Tayyip Erdoğan, Ak Parti Kongresi’nde milletin yüreğine su serpiyor: “İşte size 600 trilyonluk kaynak: Cep telefonu operatörleri ile Telekom arasındaki gelir paylaşımını simetrik uygulayarak 600 trilyonluk ek gelir sağlayacağız!”
Bu simetrik-asimetrik meselesine kimsenin pek aklı ermedi ama, olsun. Bu ek gelir, sonbaharda ilköğretimdeki tüm öğrencilere bedava kitap olarak geri dönecekse, iyi bir şey diye düşündü herkes...
Turkcell ertesi günü yayınladığı bir açıklama ile işin yargıda olduğunu bildirdi. Sonra da dünkü gazeteler, Ankara’daki bir mahkemenin kararı ile 1998’de yapılan sözleşmenin, yani asimetrik paylaşımın devam ettiğini yazdılar. Gitti kaynak...
Şimdi, “Sayın Başbakanım, kongrede böyle dediniz. Ama şöyle oldu. Buna bir açıklama getirmek lâzım.” diyenler de çıkacaktır. “Boş verin. Bir şey olmaz!” diyenler de. Bakalım Başbakanımız hangi görüşe itibar edecek.
Benzer bir durum yaygın deyimle “Türkiye’nin kafasına çuval geçirilme” operasyonu sırasında ve sonrasında yaşanmıştır. Hâlâ da yaşanmaktadır. Devlet işlerinde her şey şeffaf olamaz. Bunu en iyi ABD bilir. Yürüttükleri operasyonlardan yüzde kaçı uluslararası yasalara uygundur dersiniz? Bizim Asala Operasyonları hangi yasal destekle yürütüldü?
Ama bir oyun kuralı daha vardır, bu üstü kapalı (under cover) işlerde. Çömlek patladı mı, bütün kâğıtlar açılır. Eteklerdeki bütün taşlar dökülür. Bu durumda kapalı kapılar arkasında siyaset yapılamaz. ‘Sözde’ de olsa sorumlular tespit edilir ve hemen cezalandırılır. Dünya kamu oyu ve milletin kamu vicdanı ve işe karışmış olan kurumlar rahatlatılır.
Süleymaniye olayında da çömlek patladı. Ama eller bir türlü açılmıyor. Bundan da hem kamu vicdanı muzdarip, hem de olayın başrol oyuncularından Türk Silahlı Kuvvetleri...
Kafada bir dizi cevapsız soru... Türk bayrağı dalgalanıyordu. O zaman resmî temsilciğimiz miydi orası? Resmî ise, saldırı da resmî miydi? Saldırı resmî ise, savaş nedeni olacak kadar önemli değil miydi? Subaylarımız neden sivil, bıyıklı ve halktan biri gibi giyinmişlerdi? Neden tek kurşun atmadan teslim oldular? Neden tek kurşun atmadan teslim olmayı büyük bir zafermiş gibi gösterdiler? (Komutan: “Allah’tan ‘atın’ yerine ‘takın’ dememişim”...)
Bu, bir taktik beceriksizlikse, sorumlusu kimlerdir? Bu, bir siyasi beceriksizlikse, sorumlusu kimlerdir?
Bu soruların cevabı en azından benim ve çevremde konuştuklarımın kafasında yok. Fakat bir yandan kamu vicdanının, öte yandan Silahlı Kuvvetler’in onurunun rencide edildiğini söylemek için kâhin olmaya gerek yok. Halkın yıllardır güven araştırmalarında birinci sıraya koyduğu TSK’nın itibarını sarsmak, içeride ve dışarıda kimlerin işine yarar acaba?..
Birileri Başbakanımıza ‘çömlek patladığında’ uygulanması gereken stratejileri öğütlüyordur yine; birileri de “Boş verin efendim. Bir şey olmaz! Medyayı suçlarız, olur biter” diyordur...
Hükümet şimdilik ikinci görüşe itibar ediyor gibi. Yakından tanıma fırsatı bulduğum ve şahsen büyük saygı duyduğum Abdullah Gül, Cuma akşamı TV’deki uzun söyleşisinde karnından konuşur gibiydi. “Tabiî ki değerlendireceğiz... Tabiî ki bu konuları gündeme getireceğiz... Her şey TSK’nin ve hükümetin bilgisi dahilinde olmuştur...”
ABD uluslararası siyasette hiçbir adımı anlık öfke, bir subayın şanseseri kararı ile falan atmaz. Süleymaniye olayı da bir ABD subayının kafasına esmiş olan bir iş değildir. Saratoga’dan atılıp bizim Muavenet zırhlısını vuran iki füzesinin, bir Amerikan askerinin kolunun yanlışlıkla kontrol masasına çarpması ile ateşlenmediği gibi...
Şimdi hükümete düşen, iletişimin bütün kanallarını çalıştırarak, çömlek patladığında yapılması gereken her şeyi yapmaktır, karnından konuşmak değil...
İki sandalye arasında oturmayın!
İki manken arkadaşıyla kurduğu müzik grubu ile de ‘şöhret basamaklarını birer birer tırmanan’ Nigar Talibova Şamdan dergisi için hoş pozlar verirken “Benim en önemli uzvum beynimdir” demiş.
Aferin. Şahsen herkes gibi beni de düşünmeye sevketti. Ben de sormaya başladım kendime: Acaba en değerli uzvum hangisi?
Ajda Pekkan Hanım da buna benzer bir tespitte bulunmuştu bir zamanlar: “Beni ancak beynimden iğfal edebilirler!”
Playboy dergisini yayınlarken (ilk 6 sayı), ‘Nü’ yani halk deyişiyle çıplak bayan fotoğrafları çekilirken nelere dikkat edilmesi gerektiğini anlatmışlardı. Uluslararası bölüm başkanı Hint asıllı Haresh Shah, kullanacakları 11 tane fotoğraf için sekiz gün çalışıp 3 bin kare fotoğraf çekerken, bize dört öğeden söz etmişti: biçim – içerik – öz – fenomen (Türkçe’de ‘görüngü’ deniyor). Şöyle demişti Shah: “Bu dördü arasında uyum sağlarsan başarılı olursun. Sadece Nü çekimlerinde değil, hayatın her alanında...”
Yani işin özeti şu: 1. ‘mış’ gibi yapmayacaksın! Nü pozlar vereceksen, Nü pozlar vereceksin. “Ay! Yanlışlıkla oram buram göründü” numarasına yatmayacaksın. 2. Yaptığın işin felsefesine inanacak ve savunacaksın (görüngü). Yani sağlıklı ve güzel bir vücudun varsa, dikkatleri beynine çekmeye çalışmayacaksın. 3. Amaç, izleyiciye düşsel bir yolculuk yaşatmak olduğu için, bu yolculuğa gölge düşürecek şeylerden kaçınacaksın. Yani, üstüne başına kum ya da çamur sürmekten, vücuduna doğal olmayan duruşlar vermekten, ya da sanki cinselliğin doruklardaymış gibi gayri samimi bakışlar sergilemekten... Ya da bu işi hiç yapmayacaksın... Her iki şıkta da saygı uyandırırsın.
Aynı Haresh Shah, “İki sandalye arasına oturma! Yoksa, popona bir şeyler kaçabilir!” derdi.
Yatları görmeden ölmeyin
Hatırlayanlar unutamadılar... Susurluk günleriydi... Marka Ajans’ın deli-dahi patronu Hulusi Derici’nin yarattığı bir Audi Kampanyası vardı... Yumurta topuk; beyaz çorap; içinden kıllar fışkıran, düğmeleri göbeğe kadar açılmış gömlek, bagajda Kalaşnikov (yayınlanmadı); tek taş pırlanta yüzük, direksiyondakinin elinde tesbih... “Audi’de asla bulamayacağınız aksesuarlar”...
Bir de BMW 7 serisinin Türkiye’de kullanılmayan kampanyası vardır unutamadığım. “Hayatta şunları yapmadan ölmeyin” diyordu: “Grand Canion’da dağların arasında uçakla geçmeden; Paris’te Tour d’Argent’da yemek yemeden; Pasifik’te büyük balık avına çıkmadan...” böyle dokuz tane ilginç serüven sayıyor; onuncu sırada “7 serisi bir BMW’ye binmeden” diye de bitiriyordu.
BMW reklamında sıralananlara bir tane de ben eklemek isterdim: Açık deniz yat yarışlarında teknelerin Bozcaada’dan start alışını bir tepeye çıkıp izlemeden...
O renk cümbüşünü, sessiz güzelliği izlemeden bu dünyadan göçmek yazık olurdu. Tekneler 26 Temmuz’da Bozcaada’da olacaklar. Asude bir ortamdan, Marmara’yı anımsatan serince bir denizden, deli rüzgârlardan ve sessiz akşamlardan nefret etmiyorsanız, bekleriz. Gelin o muhteşem cümbüşü birlikte yaşayalım...