Cem Uzan fırsatı kaçırdı
15 hAZİRAN 2003
Bu köşede arada sırada Cem Uzan ve Genç Parti’den söz ettiğim oldu. Siyasi görüşüne katılmasam da, pek çoklarına ‘siyasi iletişim dersi’ verdiğini düşünürüm. Seçimden seçime, kampanyadan kampanyaya değil; sürekli, yaratıcı ve kendi içinde tutarlı bir iletişim stratejisi uygulaması hep dikkatimi çekmiştir. Ta ki son krize kadar...
Kepez ve Çukurova olayından sonra, Cem Uzan’ın eline çok büyük bir iletişim fırsatı geçtiğini ve onun da bunu alabildiğine kullanacağını düşündüm. Sistem nasıl Başbakan Tayyip Erdoğan’ı mağdur duruma düşürerek eline fırsat vermişti.
Her ne kadar yasaların uygulandığı iddia edilse de, bu kez Cem Uzan’a benzer bir fırsat veriliyordu. Cem Uzan’a topu boş kaleye yuvarlamak kalacaktı. Oysa Uzan, bu fırsatı tam tersi yönde kullandı...
Bu olayda iletişim adına çıkarılacak üç ders var: Birincisi, hükümet kamu oyu ve kamu vicdanını hazırlamadan bu operasyona kalkıştı. 28 Şubat’dan sadece siyasi dersler değil, iletişim dersleri de çıkarmış olmalıydı: Bir konuda harekâta geçmeden kamu oyu nasıl hazırlanır? Bunu anlamak için, 28 Şubat’dan bir ay kadar geri giderek gazetelere baksalardı, bu sorunun yanıtını görürlerdi. O tarihlerde Halkla İlişkiler Derneği’nin dergisi zamanın Genel Kurmay Başkanı’nı kapak yapmış, konuyu ayrıntılarıyla işlemişti. O röportajda Genel Kurmay’ın konuyu ‘demokratik iletişim ilkeleri’ çerçevesinde nasıl yürüttüğü, net bir şekilde görülüyordu.
Kepez-Çukurova olayında kamu oyu hazırlanmadığı için belirsizlik yaratıldı. Doğal olarak “O mu haklı, bu mu haklı?” durumu çıktı ortaya. Gerekli gereksiz“Ak Parti siyasi rakibini yok etmeye çalışıyor” algılaması yaratıldı.
Çıkarılacak ikinci ders, rakibin seni kamu vicdanı önünde mağdur duruma düşürdü mü, bunu sonuna kadar kullanacaksın. Cem Uzan tamamen tersini yapıp, Başbakan’a, hırçın bir tavırla, “Allahsız!”, “Kalleş!” gibi onlarca ağza alınmayacak sözlerle hakaret yağdırdı. Roller bir anda değişti. Başbakan Erdoğan, bir kez daha ‘mağdur’ duruma düştü...
Üçüncü ders ise profesyonellerin iletişimde, seçilmiş davranış sergilemesi ile ilgili. Amatörler içlerinden geldiği gibi davranırlar. Her meslekten profesyoneller ise seçilmiş, planlı davranış sergilerler.
Örneğin kızmazlar. Sayın Süleyman Demirel’i hatırlayınız... Çünkü bilirler ki, kızdıkları zaman akıl ve zekanın devreden çıkma ihtimali vardır... O zaman da hedef şaşabilir.
Ne ilginç ki, siyasi iletişimde saldıran, karşı tarafı mağdur duruma düşürdü mü, kısmen ya da tamamen haklı olsa bile, elini zayıflatıyor ... Çünkü kamu vicdanı, her zaman kamu oyunu yeniyor...
New York Times onun için New York Times
New York Times yalan ve çalıntı haber konusunu başkalarına fırsat vermeden kendisi gündeme getirdi. İki yazarını ifşa etti. Ardından hem Genel Yayın Yönetmeni istifa etti, hem de Yazı İşleri Müdürü. Bu iki yöneticinin olan bitenden büyük bir olasılıkla haberleri yoktu. Ama olsun, kriz çıktı mı gereği yapılacak, kurunun yanında yanması gereken yaşlar da yanacaktı...
İşin başında biraz güven kaybeder gibi olsa da New York Times, bu olaydan kendisine duyulan güveni tazeleyip artırarak çıkacaktır.
Şimdi dönüp kendimize bakmanın tam zamanı...
Fazla derin araştırmaya gerek yok. En basit örnekten gitmekte yarar var...
Tekil şahıslara ya da kurumlara karşı hakaret ettikleri gerekçesiyle büyük tazminatlara mahkûm olmuş gazeteciler ve bunların genel yayın yönetmenleri yerlerinde duruyor mu, durmuyor mu? Bunların patronları, New York Times’ın imtiyaz sahibi Arthur Sulzberg gibi derhal görevden alınmalarını isteyip, durumu kamuoyu ve kamu vicdanı ile paylaşmışlar mı? Yoksa işi örtbas mı etmişler?..
Son dönemde bir tek Sabah’da Fethullah Gülen’le ilgili bir yalan haberde benzer bir davranış sergilendiğine ve kamu oyunun bilgilendirildiğine tanık oldum. Bunun dışında bir uygulamayı bilen varsa lütfen beni uyarsın.
Öyle yalandan kınama yazısı göndermeyi, muhabiri çağırıp haşlamayı kastetmiyorum. Yukarıdaki örnek gibi bir tutumu kastediyorum...
İşte onun için New York Times, New York Times oluyor. Onun için reklam gelirleri ve ekonomisi ayakta duruyor. Onun için o sektörün itibarı bizdeki gibi en alt sıralarda yer almıyor...
Hayal Kahvesi’nden intihar teşebbüsü
İletişim uzmanı arkadaşımız Tüge Tanaydın Hanım anlatıyor: “Bu hafta sonunu uzun zamandır gitmediğimiz Beyoğlu'na ayırdık. Cumartesi günü küçük bir Beyoğlu turu... Akşam yemeği sonrasında Ferhan Şensoy'un Orta Oyuncuları Tiyatrosu'ndaki oyun... Ardından uzun zamandır uğramadığımız Hayal Kahvesi...
“Beyoğlu'ndaki Hayal Kahvesi'nin girişi 10 milyon ve ilk içki ücretsiz. Eşim kapıda ödemeyi yaparken daha önceden adıma gönderilmiş olan tek kişilik özel giriş kartı aklıma geldi. Eşim ödemesini yaparken ben de o sırada kartımı buldum. Kasadaki bayan ‘Bu kart artık geçmiyor’ dedi...
“Nedenini sordum. Bir başka arkadaşını çağırdı. O da karta baktı, ‘Geçmiyor, ama bir dakika!’ diyerek büyük bir olasılıkla bir üst makama danışmaya gitti. Birazdan geldi ve ‘İşletmeler değiştiği için bu kartla giriş yapmanız mümkün değil’ dedi.
“O sırada kendi ödemesini yapan eşim, bir an düşünmeden fişini iade edip parasını geri aldı. Biz de o akşamki Hayal Kahvesi programını Ortaköy'deki Ceneviz Kahvesi'ne kaydırdık.”...
Hiç düşünmeden İletişim fakültesinde ders diye okut... Dünyada ‘müşteri devrimi’ kavramı almış başını gitmiş. Müşteri değeri kurum değerinde birinci sırada. Defolu ya da beğenilmeyen ürün ya da hizmet anında yenisi ile değiştiriliyor ya da parası iade ediliyor. Kendi üretmedikleri ürünleri geri alanları bile duydum... Müşteriye yanlış yapan görevli veya yöneticinin kariyer yapma şansı yok gibi bir şey...
Bir zamanlar İstanbul gençliğine yaşam biçimi, ilham kaynağı olmuş Hayal Kahvesi ise Ortaçağ’a dönmüş sanki... Bu da intiharın ekonomik ve toplumsal olanı...
Hacı Şakir’e buruk teşekkür
Kurumsal itibar için yayınlanmış prestij kitaplarına hayranım. Trilyon verseniz bir daha bir benzerini bulmanız zordur. Bu kez de elimde Rota Yayınları’nın hazırladığı, Hacı Şakir Sabunları’nın çıkardığı “Sabunun Hikâyesi” var.
Olağanüstü bir kalite ve içerik zenginliği. Tebrikler, teşekkürler Hacı Şakir... Rota Yayınları’nın sevimli sahibesi Günseli Ocakoğlu’nu aradım: “Kaç bastınız?”. Cevap çarpıcı:“1000 Türkçe, 500 İngilizce!”
Çok pahalı olduğu her yanından belli olan bu kitabı daha fazla basmak çılgınlık olurdu zaten. Hem de gereksiz... Fakat her zaman dediğimiz gibi, 7’den 77’ye, en zengininden en fakirine, herkesin kullandığı sabun gibi bir ürünün bu muhteşem kitabı, sadece bir avuç insana mı ulaşmalıydı? Birinci hamur kitap kâğıdına çok daha ucuza maledilmiş bir baskı, her markette Hacı Şakir alana bedava verilemez miydi? Onca yılın bir vefa borcu olarak?.. Yazık olmuş... Bu canım kitabı gerçek sahiplerinden esirgememek gerekirmiş...
Bir özür borcu...
Geçen hafta yazmıştım. Philips benim ilk göz ağrımdır. Babam mühendisti. Teknikten anlar, bu konuda kılı kırk yarardı. Frigidaire marka buzdolabımız hariç, ampuller dahil evimizdeki tüm elektronik aletler Philips marka idi.
Bir arkadaşımız son Philips kampanya reklamını gördükten sonra Gayrettepe çevresindeki 7 bayii tek tek arayıp, hepsinden de ya “Bizde yok!”, “Biz satmıyoruz!”, ya da “Öteki bayiler satıyor”, “Telefonunuzu bırakın arayalım” gibi yanıtlar almıştı.
Türk Philips Elektronik Genel Müdürü Atilla Tüfekçi, bir mektup yazmış. Effect Halkla İlişkiler’e göndermiş. Onlar da bana göndermişler. Sağ olsunlar.
Sayın Genel Müdür mektubunda, “İnternetten bulabilirlerdi”, diyor. Zaten bayileri internetten bulmuşlardı. “Cep telefonları çok farklı bir dağıtım kanalıyla müşteriye ulaşmakta”, diyor. Bu tüketiciyi ilgilendirmez. Tüketici Philips’i bilir. Genel Müdür “Philips’in ücretsiz tüketici hattına başvurabilirlerdi” diyor. Müşteri ille de çaba mı harcamalı?
Atilla Bey’in belirttiği bir husus var ki, orada yerden göğe kadar haklı. “Verdiğiniz bilgilerin doğruluğunu kontrol etmek için Philips’e telefon etmeyi ihmal ederek; iletişimde en büyük kuralı ihlal etmiş olmuyor musunuz?” diye sormuş. Haklıdır. Samimiyetle özür diliyorum kendisinden. Konunun kahramanı Burak Tezcan Bey, 2 bayi’den olumsuz yanıt alıp bana aktardığında, “5 bayii daha arayın, iyice emin olun, ondan sonra yazalım,” demekle yetinmeyip, bir de Philips’i aramalıydım...
Sayın Genel Müdür mektubunu kibarca, “Eleştirilerinizi dikkate alarak sizlere daha iyi hizmet vermek için daha fazla çaba sarf edeceğiz” diye bitirmiş. Yanılmıyorsam Burak Bey’i de arayıp gereken ilgiyi göstermişler. İşte benim markama da bu tavır yakışır...
Amacımız kimseyi üzmek değildi. Bir örnekten yola çıkarak iletişim zincirinin, ancak en zayıf halkası kadar güçlü olabileceğine işaret etmekti.
Kısa...Kısa...
· Alarko Carrier, “Gerçek Konfor” kampanyasının yenisinde şarkısını Muazzez Abacı’ya söyletmiş. Çok da iyi etmiş. Alarko Carrier bizden bir ürün olmuş çıkmış. Hem de çok sıcak.
· Shubuo keskin bir viraj alıp iletişim sorununa çözüm getirmeye başladı. Bence hayli başarılı. Televole kültürü ile hafif dalga geçilen yeni reklam filminde Shubuo’nun hedef kitlesine uygun bir tarz yakalanmış. Ayrıca NTV’nin kampanyası kolay anlaşılır ve mükemmel bir hizmet portalı olan Shubuo’ya en büyük katma değeri getiriyor.
· Zorlu’nun 50’nci yıl filmini izliyor musunuz? Ben izliyorum. Hem de zevkle. Yalın anlatımla duygusal mesaj işte böyle verilir. Bir güzellik hatası: Babadağ’daki evde pencere’ye ‘Z’ harfi çizen 2 kardeşin Zeki ve Ahmet Nazif Zorlu olduklarını ancak bilenler bildi.
· Opel web sitesinde müthiş bir iş yapmış. Avrupa ve Türkiye’nin herhangi bir yerinden bir başka yerine karayoluyla gitmek istediğinizde, kalkış ve varış noktalarını yazıyorsunuz. Size anında en doğru yolu, mesafeleri ve yol numaraları dahil bütün detayı ile harita üzerinde gösteriyor. Bu sayede Türkiye’de 9 adet Iğdır olduğunu öğrendim... Adres: http://www.opel.com. Buradan ‘Mail Router’ı tıklamanız gerekiyor.
· Asmalı Konak ile Çocuklar Duymasın bitti. Bizim eve de haftanın iki akşamı huzur geldi. Nihayet çoluk çocuk birbirimizle görüşür olduk. Kızım “Pazartesi Akşamları eve gelme lütfen de rahat seyredelim diziyi” demeyecek. Pek sık izlemediğim için,“O kim, bu kim, neden böyle oluyor?” türünden alıkça sorular sormamdan rahatsız olmayacaklar. Bir de son reklam kuşağından sonra gelecek sinir bozucu 3-5 saniyelik son görüntünün ne olacağını önceden tahmin etmeye çalışmamdan kurtuldular.
Kepez ve Çukurova olayından sonra, Cem Uzan’ın eline çok büyük bir iletişim fırsatı geçtiğini ve onun da bunu alabildiğine kullanacağını düşündüm. Sistem nasıl Başbakan Tayyip Erdoğan’ı mağdur duruma düşürerek eline fırsat vermişti.
Her ne kadar yasaların uygulandığı iddia edilse de, bu kez Cem Uzan’a benzer bir fırsat veriliyordu. Cem Uzan’a topu boş kaleye yuvarlamak kalacaktı. Oysa Uzan, bu fırsatı tam tersi yönde kullandı...
Bu olayda iletişim adına çıkarılacak üç ders var: Birincisi, hükümet kamu oyu ve kamu vicdanını hazırlamadan bu operasyona kalkıştı. 28 Şubat’dan sadece siyasi dersler değil, iletişim dersleri de çıkarmış olmalıydı: Bir konuda harekâta geçmeden kamu oyu nasıl hazırlanır? Bunu anlamak için, 28 Şubat’dan bir ay kadar geri giderek gazetelere baksalardı, bu sorunun yanıtını görürlerdi. O tarihlerde Halkla İlişkiler Derneği’nin dergisi zamanın Genel Kurmay Başkanı’nı kapak yapmış, konuyu ayrıntılarıyla işlemişti. O röportajda Genel Kurmay’ın konuyu ‘demokratik iletişim ilkeleri’ çerçevesinde nasıl yürüttüğü, net bir şekilde görülüyordu.
Kepez-Çukurova olayında kamu oyu hazırlanmadığı için belirsizlik yaratıldı. Doğal olarak “O mu haklı, bu mu haklı?” durumu çıktı ortaya. Gerekli gereksiz“Ak Parti siyasi rakibini yok etmeye çalışıyor” algılaması yaratıldı.
Çıkarılacak ikinci ders, rakibin seni kamu vicdanı önünde mağdur duruma düşürdü mü, bunu sonuna kadar kullanacaksın. Cem Uzan tamamen tersini yapıp, Başbakan’a, hırçın bir tavırla, “Allahsız!”, “Kalleş!” gibi onlarca ağza alınmayacak sözlerle hakaret yağdırdı. Roller bir anda değişti. Başbakan Erdoğan, bir kez daha ‘mağdur’ duruma düştü...
Üçüncü ders ise profesyonellerin iletişimde, seçilmiş davranış sergilemesi ile ilgili. Amatörler içlerinden geldiği gibi davranırlar. Her meslekten profesyoneller ise seçilmiş, planlı davranış sergilerler.
Örneğin kızmazlar. Sayın Süleyman Demirel’i hatırlayınız... Çünkü bilirler ki, kızdıkları zaman akıl ve zekanın devreden çıkma ihtimali vardır... O zaman da hedef şaşabilir.
Ne ilginç ki, siyasi iletişimde saldıran, karşı tarafı mağdur duruma düşürdü mü, kısmen ya da tamamen haklı olsa bile, elini zayıflatıyor ... Çünkü kamu vicdanı, her zaman kamu oyunu yeniyor...
New York Times onun için New York Times
New York Times yalan ve çalıntı haber konusunu başkalarına fırsat vermeden kendisi gündeme getirdi. İki yazarını ifşa etti. Ardından hem Genel Yayın Yönetmeni istifa etti, hem de Yazı İşleri Müdürü. Bu iki yöneticinin olan bitenden büyük bir olasılıkla haberleri yoktu. Ama olsun, kriz çıktı mı gereği yapılacak, kurunun yanında yanması gereken yaşlar da yanacaktı...
İşin başında biraz güven kaybeder gibi olsa da New York Times, bu olaydan kendisine duyulan güveni tazeleyip artırarak çıkacaktır.
Şimdi dönüp kendimize bakmanın tam zamanı...
Fazla derin araştırmaya gerek yok. En basit örnekten gitmekte yarar var...
Tekil şahıslara ya da kurumlara karşı hakaret ettikleri gerekçesiyle büyük tazminatlara mahkûm olmuş gazeteciler ve bunların genel yayın yönetmenleri yerlerinde duruyor mu, durmuyor mu? Bunların patronları, New York Times’ın imtiyaz sahibi Arthur Sulzberg gibi derhal görevden alınmalarını isteyip, durumu kamuoyu ve kamu vicdanı ile paylaşmışlar mı? Yoksa işi örtbas mı etmişler?..
Son dönemde bir tek Sabah’da Fethullah Gülen’le ilgili bir yalan haberde benzer bir davranış sergilendiğine ve kamu oyunun bilgilendirildiğine tanık oldum. Bunun dışında bir uygulamayı bilen varsa lütfen beni uyarsın.
Öyle yalandan kınama yazısı göndermeyi, muhabiri çağırıp haşlamayı kastetmiyorum. Yukarıdaki örnek gibi bir tutumu kastediyorum...
İşte onun için New York Times, New York Times oluyor. Onun için reklam gelirleri ve ekonomisi ayakta duruyor. Onun için o sektörün itibarı bizdeki gibi en alt sıralarda yer almıyor...
Hayal Kahvesi’nden intihar teşebbüsü
İletişim uzmanı arkadaşımız Tüge Tanaydın Hanım anlatıyor: “Bu hafta sonunu uzun zamandır gitmediğimiz Beyoğlu'na ayırdık. Cumartesi günü küçük bir Beyoğlu turu... Akşam yemeği sonrasında Ferhan Şensoy'un Orta Oyuncuları Tiyatrosu'ndaki oyun... Ardından uzun zamandır uğramadığımız Hayal Kahvesi...
“Beyoğlu'ndaki Hayal Kahvesi'nin girişi 10 milyon ve ilk içki ücretsiz. Eşim kapıda ödemeyi yaparken daha önceden adıma gönderilmiş olan tek kişilik özel giriş kartı aklıma geldi. Eşim ödemesini yaparken ben de o sırada kartımı buldum. Kasadaki bayan ‘Bu kart artık geçmiyor’ dedi...
“Nedenini sordum. Bir başka arkadaşını çağırdı. O da karta baktı, ‘Geçmiyor, ama bir dakika!’ diyerek büyük bir olasılıkla bir üst makama danışmaya gitti. Birazdan geldi ve ‘İşletmeler değiştiği için bu kartla giriş yapmanız mümkün değil’ dedi.
“O sırada kendi ödemesini yapan eşim, bir an düşünmeden fişini iade edip parasını geri aldı. Biz de o akşamki Hayal Kahvesi programını Ortaköy'deki Ceneviz Kahvesi'ne kaydırdık.”...
Hiç düşünmeden İletişim fakültesinde ders diye okut... Dünyada ‘müşteri devrimi’ kavramı almış başını gitmiş. Müşteri değeri kurum değerinde birinci sırada. Defolu ya da beğenilmeyen ürün ya da hizmet anında yenisi ile değiştiriliyor ya da parası iade ediliyor. Kendi üretmedikleri ürünleri geri alanları bile duydum... Müşteriye yanlış yapan görevli veya yöneticinin kariyer yapma şansı yok gibi bir şey...
Bir zamanlar İstanbul gençliğine yaşam biçimi, ilham kaynağı olmuş Hayal Kahvesi ise Ortaçağ’a dönmüş sanki... Bu da intiharın ekonomik ve toplumsal olanı...
Hacı Şakir’e buruk teşekkür
Kurumsal itibar için yayınlanmış prestij kitaplarına hayranım. Trilyon verseniz bir daha bir benzerini bulmanız zordur. Bu kez de elimde Rota Yayınları’nın hazırladığı, Hacı Şakir Sabunları’nın çıkardığı “Sabunun Hikâyesi” var.
Olağanüstü bir kalite ve içerik zenginliği. Tebrikler, teşekkürler Hacı Şakir... Rota Yayınları’nın sevimli sahibesi Günseli Ocakoğlu’nu aradım: “Kaç bastınız?”. Cevap çarpıcı:“1000 Türkçe, 500 İngilizce!”
Çok pahalı olduğu her yanından belli olan bu kitabı daha fazla basmak çılgınlık olurdu zaten. Hem de gereksiz... Fakat her zaman dediğimiz gibi, 7’den 77’ye, en zengininden en fakirine, herkesin kullandığı sabun gibi bir ürünün bu muhteşem kitabı, sadece bir avuç insana mı ulaşmalıydı? Birinci hamur kitap kâğıdına çok daha ucuza maledilmiş bir baskı, her markette Hacı Şakir alana bedava verilemez miydi? Onca yılın bir vefa borcu olarak?.. Yazık olmuş... Bu canım kitabı gerçek sahiplerinden esirgememek gerekirmiş...
Bir özür borcu...
Geçen hafta yazmıştım. Philips benim ilk göz ağrımdır. Babam mühendisti. Teknikten anlar, bu konuda kılı kırk yarardı. Frigidaire marka buzdolabımız hariç, ampuller dahil evimizdeki tüm elektronik aletler Philips marka idi.
Bir arkadaşımız son Philips kampanya reklamını gördükten sonra Gayrettepe çevresindeki 7 bayii tek tek arayıp, hepsinden de ya “Bizde yok!”, “Biz satmıyoruz!”, ya da “Öteki bayiler satıyor”, “Telefonunuzu bırakın arayalım” gibi yanıtlar almıştı.
Türk Philips Elektronik Genel Müdürü Atilla Tüfekçi, bir mektup yazmış. Effect Halkla İlişkiler’e göndermiş. Onlar da bana göndermişler. Sağ olsunlar.
Sayın Genel Müdür mektubunda, “İnternetten bulabilirlerdi”, diyor. Zaten bayileri internetten bulmuşlardı. “Cep telefonları çok farklı bir dağıtım kanalıyla müşteriye ulaşmakta”, diyor. Bu tüketiciyi ilgilendirmez. Tüketici Philips’i bilir. Genel Müdür “Philips’in ücretsiz tüketici hattına başvurabilirlerdi” diyor. Müşteri ille de çaba mı harcamalı?
Atilla Bey’in belirttiği bir husus var ki, orada yerden göğe kadar haklı. “Verdiğiniz bilgilerin doğruluğunu kontrol etmek için Philips’e telefon etmeyi ihmal ederek; iletişimde en büyük kuralı ihlal etmiş olmuyor musunuz?” diye sormuş. Haklıdır. Samimiyetle özür diliyorum kendisinden. Konunun kahramanı Burak Tezcan Bey, 2 bayi’den olumsuz yanıt alıp bana aktardığında, “5 bayii daha arayın, iyice emin olun, ondan sonra yazalım,” demekle yetinmeyip, bir de Philips’i aramalıydım...
Sayın Genel Müdür mektubunu kibarca, “Eleştirilerinizi dikkate alarak sizlere daha iyi hizmet vermek için daha fazla çaba sarf edeceğiz” diye bitirmiş. Yanılmıyorsam Burak Bey’i de arayıp gereken ilgiyi göstermişler. İşte benim markama da bu tavır yakışır...
Amacımız kimseyi üzmek değildi. Bir örnekten yola çıkarak iletişim zincirinin, ancak en zayıf halkası kadar güçlü olabileceğine işaret etmekti.
Kısa...Kısa...
· Alarko Carrier, “Gerçek Konfor” kampanyasının yenisinde şarkısını Muazzez Abacı’ya söyletmiş. Çok da iyi etmiş. Alarko Carrier bizden bir ürün olmuş çıkmış. Hem de çok sıcak.
· Shubuo keskin bir viraj alıp iletişim sorununa çözüm getirmeye başladı. Bence hayli başarılı. Televole kültürü ile hafif dalga geçilen yeni reklam filminde Shubuo’nun hedef kitlesine uygun bir tarz yakalanmış. Ayrıca NTV’nin kampanyası kolay anlaşılır ve mükemmel bir hizmet portalı olan Shubuo’ya en büyük katma değeri getiriyor.
· Zorlu’nun 50’nci yıl filmini izliyor musunuz? Ben izliyorum. Hem de zevkle. Yalın anlatımla duygusal mesaj işte böyle verilir. Bir güzellik hatası: Babadağ’daki evde pencere’ye ‘Z’ harfi çizen 2 kardeşin Zeki ve Ahmet Nazif Zorlu olduklarını ancak bilenler bildi.
· Opel web sitesinde müthiş bir iş yapmış. Avrupa ve Türkiye’nin herhangi bir yerinden bir başka yerine karayoluyla gitmek istediğinizde, kalkış ve varış noktalarını yazıyorsunuz. Size anında en doğru yolu, mesafeleri ve yol numaraları dahil bütün detayı ile harita üzerinde gösteriyor. Bu sayede Türkiye’de 9 adet Iğdır olduğunu öğrendim... Adres: http://www.opel.com. Buradan ‘Mail Router’ı tıklamanız gerekiyor.
· Asmalı Konak ile Çocuklar Duymasın bitti. Bizim eve de haftanın iki akşamı huzur geldi. Nihayet çoluk çocuk birbirimizle görüşür olduk. Kızım “Pazartesi Akşamları eve gelme lütfen de rahat seyredelim diziyi” demeyecek. Pek sık izlemediğim için,“O kim, bu kim, neden böyle oluyor?” türünden alıkça sorular sormamdan rahatsız olmayacaklar. Bir de son reklam kuşağından sonra gelecek sinir bozucu 3-5 saniyelik son görüntünün ne olacağını önceden tahmin etmeye çalışmamdan kurtuldular.