CHP ne yapsın?…
17 HAZİRAN 2011
Halk dilinde böyle durumlarda bazen espri olsun diye şöyle derler:
“Doktor ne yerse yesin, dedi.”
Biz CHP’ye “Ne yersen ye” diyenlerden değiliz.
Çünkü biz “CHP’den bir şey olmaz” görüşüne inanmıyoruz. CHP’den bal gibi bir şey olur. Olmalıdır. Olacaktır da. Bunu görmek için Türkiye değil, dünyaya bakmak yeterlidir. Gelişmiş ülkelerde merkez sağ ve merkez sol partiler neredeyse dönüşümlü olarak iktidar olmaktadırlar. Amerika’da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, Almanya’da Sosyal Demokratlar ve Hıristiyan Demokratlar, İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti birbirlerini çok yakından takip eder ve kıyasıya eleştirir. Ana muhalefet partisi ile iktidar partisi arasındaki gelenekselleşen bu karşılıklı ilişki, birbirlerini kontrol altında tutmayı ve karşılıklı denetlemeyi bir an olsun elden bırakmama esasına dayanır.
Yalnız bir gelenek daha vardır: Taraflardan hangisi başarısız olursa lideri derhal istifa eder ve yerine yıpranmamış yeni bir ‘sürükleyici’ (driver) getirilir. İkinci adamları genellikle de hazırdır zaten. Bizde ise olay biraz farklıdır: Lider kendi istemedikçe ya da dış etkenler nedeniyle zorlanmadıkça bulunduğu görevi terk etmesi hayli zordur.
Hal böyleyken CHP ne yapabilir?
1. Ürünün düzeltilmesi: Öncelikle yeni CHP konsepti oluşturulmalı. İşe altı okun yeniden tanımlanmasıyla başlanabilir. Sonra da tüm sosyal paydaşlara ve halka anlatılmalı. İç ve dış “satın alma” lâyıkıyla yönetilmeli.
2. CHP’nin liderlik ve kadro meselesi sebep değil sonuç olarak ele alınmalı. Birinci maddenin halledilmesi sürecinde liderlik ve kadro meselesinin kendiliğinden çözümlenmesini sağlanmalıdır.
3. Sayın Kılıçdaroğlu’nun seçim gecesi söylediği fakat hizipçiliğin hortlatılmasıyla unutulan siyasal iletişimin “sürdürülebilirlik” meselesi derhal devreye alınmalı ve belli bir iletişim hedefi doğrultusunda dört yıllık çalışma planı yapılarak yola devam edilmelidir.
Şimdi hesap sorulma değil daha çok yeniden yapılanma zamanıdır.
Eti Gümüş krizi bitti mi?
Son haber şu: Kütahya’nın Dulkadir Köyü’nde içme suyundan yedi kişi zehirlenmiş. Sebep: Köye yaklaşık 1 kilometre mesafede bulunan Eti Gümüş tesislerinden toprağa sızan zehirli su, içme suyuna karışmış... Eti Gümüş A.Ş. Genel Müdürü Ergun Kılıç, özetle demiş ki: “Biz farkında olmadan biri köye giden vanayı açmış. Haberimiz yoktu. Bu bir sabotajdır.”
İnsan kendi ayağına bundan daha isabetli nasıl ateş eder?
Bir vanaya sahip çıkamayan zihniyet, koca tesise nasıl hakim olacak?
Bu arada Mayıs başında “atık barajın setlerinden biri çöktü; havuzda bulunan siyanürlü su taştı” haberine karşılık “Bir gram bile sızma yoktur” diye açıklamalar yapılan Eti Gümüş işletmelerinde, son olayla birlikte siyanürün suya sızıntı yapıp yapmadığı ve yağmur yağdığı zaman havuzlara dışarıdan su girip girmediği meselesi tekrar hatırlanmıştır. Görüldüğü gibi kriz bitmedi ve müphemiyet devam ediyor.
Her şeye rağmen yine de bir tek olumlu adım var: Hükümetten, Eti Gümüş’ün arkasına geçip “Biz ikna olduk” türünden açıklamalar yapan, “Getirin suyu içelim.” diyen sesler henüz çıkmadı. Bu ve benzeri çelişkilerden hükümetin şunu öğrendiğini ummak istiyoruz: Bürokrasi ve küçük kamu birimleri kendi iletişimlerini yönetmeyi adam gibi öğrenmeyi, kendi krizleri ile gerektiği gibi baş etmeyi beceremezlerse, işte o zaman tüm krizler gidip hükümeti bulur ve Başbakan’ın sık sık sözünü ettiği hedef, yani ülkeyi bürokratik oligarşinin olumsuz etkilerinden kurtarma stratejisi ciddi engellerle karşılaşır.
“Doktor ne yerse yesin, dedi.”
Biz CHP’ye “Ne yersen ye” diyenlerden değiliz.
Çünkü biz “CHP’den bir şey olmaz” görüşüne inanmıyoruz. CHP’den bal gibi bir şey olur. Olmalıdır. Olacaktır da. Bunu görmek için Türkiye değil, dünyaya bakmak yeterlidir. Gelişmiş ülkelerde merkez sağ ve merkez sol partiler neredeyse dönüşümlü olarak iktidar olmaktadırlar. Amerika’da Demokratlar ve Cumhuriyetçiler, Almanya’da Sosyal Demokratlar ve Hıristiyan Demokratlar, İngiltere’de İşçi Partisi ve Muhafazakâr Parti birbirlerini çok yakından takip eder ve kıyasıya eleştirir. Ana muhalefet partisi ile iktidar partisi arasındaki gelenekselleşen bu karşılıklı ilişki, birbirlerini kontrol altında tutmayı ve karşılıklı denetlemeyi bir an olsun elden bırakmama esasına dayanır.
Yalnız bir gelenek daha vardır: Taraflardan hangisi başarısız olursa lideri derhal istifa eder ve yerine yıpranmamış yeni bir ‘sürükleyici’ (driver) getirilir. İkinci adamları genellikle de hazırdır zaten. Bizde ise olay biraz farklıdır: Lider kendi istemedikçe ya da dış etkenler nedeniyle zorlanmadıkça bulunduğu görevi terk etmesi hayli zordur.
Hal böyleyken CHP ne yapabilir?
1. Ürünün düzeltilmesi: Öncelikle yeni CHP konsepti oluşturulmalı. İşe altı okun yeniden tanımlanmasıyla başlanabilir. Sonra da tüm sosyal paydaşlara ve halka anlatılmalı. İç ve dış “satın alma” lâyıkıyla yönetilmeli.
2. CHP’nin liderlik ve kadro meselesi sebep değil sonuç olarak ele alınmalı. Birinci maddenin halledilmesi sürecinde liderlik ve kadro meselesinin kendiliğinden çözümlenmesini sağlanmalıdır.
3. Sayın Kılıçdaroğlu’nun seçim gecesi söylediği fakat hizipçiliğin hortlatılmasıyla unutulan siyasal iletişimin “sürdürülebilirlik” meselesi derhal devreye alınmalı ve belli bir iletişim hedefi doğrultusunda dört yıllık çalışma planı yapılarak yola devam edilmelidir.
Şimdi hesap sorulma değil daha çok yeniden yapılanma zamanıdır.
Eti Gümüş krizi bitti mi?
Son haber şu: Kütahya’nın Dulkadir Köyü’nde içme suyundan yedi kişi zehirlenmiş. Sebep: Köye yaklaşık 1 kilometre mesafede bulunan Eti Gümüş tesislerinden toprağa sızan zehirli su, içme suyuna karışmış... Eti Gümüş A.Ş. Genel Müdürü Ergun Kılıç, özetle demiş ki: “Biz farkında olmadan biri köye giden vanayı açmış. Haberimiz yoktu. Bu bir sabotajdır.”
İnsan kendi ayağına bundan daha isabetli nasıl ateş eder?
Bir vanaya sahip çıkamayan zihniyet, koca tesise nasıl hakim olacak?
Bu arada Mayıs başında “atık barajın setlerinden biri çöktü; havuzda bulunan siyanürlü su taştı” haberine karşılık “Bir gram bile sızma yoktur” diye açıklamalar yapılan Eti Gümüş işletmelerinde, son olayla birlikte siyanürün suya sızıntı yapıp yapmadığı ve yağmur yağdığı zaman havuzlara dışarıdan su girip girmediği meselesi tekrar hatırlanmıştır. Görüldüğü gibi kriz bitmedi ve müphemiyet devam ediyor.
Her şeye rağmen yine de bir tek olumlu adım var: Hükümetten, Eti Gümüş’ün arkasına geçip “Biz ikna olduk” türünden açıklamalar yapan, “Getirin suyu içelim.” diyen sesler henüz çıkmadı. Bu ve benzeri çelişkilerden hükümetin şunu öğrendiğini ummak istiyoruz: Bürokrasi ve küçük kamu birimleri kendi iletişimlerini yönetmeyi adam gibi öğrenmeyi, kendi krizleri ile gerektiği gibi baş etmeyi beceremezlerse, işte o zaman tüm krizler gidip hükümeti bulur ve Başbakan’ın sık sık sözünü ettiği hedef, yani ülkeyi bürokratik oligarşinin olumsuz etkilerinden kurtarma stratejisi ciddi engellerle karşılaşır.