CHP’den beklenen...
18 TEMMUZ 2012
Pazartesi günkü yazımda Sayın Kılıçdaroğlu’nun ‘Makas değiştireceğiz’ diyen ifadesinden yola çıkarak “Bizce, CHP ‘Makas değişikliği’ne şu ‘arkaik’ Kurultay kelimesinden kurtularak başlayabilir. ‘Bundan sonra herkes gibi biz de Parti Kongresi yapacağız arkadaşlar’ derler ve herkes şöyle bir silkelenir…” diye yazmış; hatta kimsenin altısını birden sayamadığı ‘Altı Ok’tan da vazgeçilmesinde yarar gördüğümü belirtmiştim. Bu iki önerim şimdilik hayal gibi görünse de Parti’nin zaman içinde yine konjonktür gereği olarak eteğindeki taşlardan kurtulacağına dair inancımı da saklı tuttuğumu belirtmeden geçmeyeyim.
Ülkenin gelecek tasarımı üzerinde kafa yoran muhafazakâr ve sosyal demokratların tarihimizde ilk kez vesayet makamlarının fonksiyonlarını büyük ölçüde yitirdiği bir siyaset ortamında karşı karşıya kalmalarında keramet görmek lazım geldiğini düşünenlerdenim. CHP, kendisinden beklenen ‘Büyük Fikri” ve bu fikri oluştıracak olan şu iki büyük düşünce taşını görmezden gelmemelidir:
Bir: Türkiye’deki 2 binli yıllarda başlayan büyük dönüşümü ve günümüzün ‘olması gerekeni’ artık bilerek talep eden yeni insanının, ‘yenilik’ ihtiyacını doğru değerlendirmek. Bu değerlendirmeye uygun aksiyon almak.
İki: Artık yeni Baykal’lar ve yeni Sav’lar icat etmek yerine oylarına talip olduğu seçmenlerinin ortak ruhi şekillenmesinin arzularına kulak vermek ve bir türlü işlevini gereğince yerine getiremeyen gerçek muhalefeti tesis edecek adımlar atmak.
Zaten bu iki beklenti, ‘Altı Ok’ yelpazesinde görünen ve yüceleştirilen kavramların veya başka bir deyişle hamasi çıkıntıların rahatlatılmasını da içermiyor mu? Muhalefet olmanın tüm gereklerinin yerine getirilebildiği ölçüde iktidara yaklaşılacağının artık CHP’li kadrolarca da sık sık ifade ediliyor olması, umutlu olmak için aradığımız nedenlerin başında gelmiyor mu?
Kurultay bu beklentileri karşılayabileceğine dair ilk işaretleri verecek mi? Sayın Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşması, sözünü ettiğim beklentiler açısından biraz düş kırıklığı yaratsa da, Divan Başkanlığı’na Sayın Altan Öymen’in oy birliğiyle seçilmesi bir o kadar olumlu bir işaretti.
Şeref ve şerefsizlik....
Bazı arkadaşlar, “Ali Saydam internet kullanıcılarına e-şerefsiz’ diyor.” şeklinde bir iki tweet atmışlar. İnternet kullanıcılarına böyle bir hakarette bulunmadığımı ve istesem de bulunamayacağımı en başta bilen kişi olarak ben, şunu açıklamak durumundayım:
Pek çok internet kullanıcısının ortak duygusunu dile getirerek, internette ‘zirt pirt123.yahoo.com’ türünden, kimliği gizlenmiş e-postalarla önüne gelene hayasızca saldıran sosyopatlara ‘e-şerefsizler’ demeyi uygun görüyorum. Bazı arkadaşlar da şerefsizlerin e’si f’si olmaz, diyorlar. Diyebilirler ve bu türden e-postalara maruz kalıncaya kadar kendilerince haklı bile sayılabilirler. Sosyopatın da şerefsizin de e’li hali pekala olur.
Peki bu tartışma nerden çıktı ve ben topa niye girdim?
Hürriyet’te ‘ürün övgüsü mü değil mi?’ üzerine yine aynı gazetenin iki yazarı arasındaki gerilime öncelikle iletişim açısından dikkat çekerek, taraflardan biri olan okur temsilcisinin teorik olarak haklı olsa dahi pratikte bu kadar ‘katı tavır’ almasıyla tam da mutabık olmadığımı ifade etmem ve ‘gazete maneviyatını mı yitiriyor?’ diye sormamla birlikte tartışma daha da alevlendi.
Hürriyet Okur Temsilcisi sözlü olarak uyarmış, ancak yazacağını muhatabı olan köşe yazarına haber vermemiş; yazar da faturayı açıklamış, bir iletişimci profesör arkadaşımız reklam departmanlarının yazıişleri üzerindeki etkisinden de yola çıkarak ‘tencere dibin kara seninki benden kara’ yazısı yazmış. Bunların hiçbiri önemli değil. Önemli olan iki şey var:
Bir: İtibarı zaten yerlerde olan gazetecilik mesleği ile ilgili akılda kalan tortu.
İki: Onca fakültesine, profesörüne, onlarca başarılı ajansına, binlerce çalışanına rağmen horlanıp duran ve “PR’cılık” diye anılan halkla ilişkiler uzmanlığına ve mesleğine yöneltilen saldırılar karşısında iki büyük meslek örgütünün sessiz kalması...
“PR’cılar” eğer kastedilen anlamda “PR’cıysa” bu psikolojik zulmü pekala hak ediyorlar...
Ülkenin gelecek tasarımı üzerinde kafa yoran muhafazakâr ve sosyal demokratların tarihimizde ilk kez vesayet makamlarının fonksiyonlarını büyük ölçüde yitirdiği bir siyaset ortamında karşı karşıya kalmalarında keramet görmek lazım geldiğini düşünenlerdenim. CHP, kendisinden beklenen ‘Büyük Fikri” ve bu fikri oluştıracak olan şu iki büyük düşünce taşını görmezden gelmemelidir:
Bir: Türkiye’deki 2 binli yıllarda başlayan büyük dönüşümü ve günümüzün ‘olması gerekeni’ artık bilerek talep eden yeni insanının, ‘yenilik’ ihtiyacını doğru değerlendirmek. Bu değerlendirmeye uygun aksiyon almak.
İki: Artık yeni Baykal’lar ve yeni Sav’lar icat etmek yerine oylarına talip olduğu seçmenlerinin ortak ruhi şekillenmesinin arzularına kulak vermek ve bir türlü işlevini gereğince yerine getiremeyen gerçek muhalefeti tesis edecek adımlar atmak.
Zaten bu iki beklenti, ‘Altı Ok’ yelpazesinde görünen ve yüceleştirilen kavramların veya başka bir deyişle hamasi çıkıntıların rahatlatılmasını da içermiyor mu? Muhalefet olmanın tüm gereklerinin yerine getirilebildiği ölçüde iktidara yaklaşılacağının artık CHP’li kadrolarca da sık sık ifade ediliyor olması, umutlu olmak için aradığımız nedenlerin başında gelmiyor mu?
Kurultay bu beklentileri karşılayabileceğine dair ilk işaretleri verecek mi? Sayın Kılıçdaroğlu’nun dünkü konuşması, sözünü ettiğim beklentiler açısından biraz düş kırıklığı yaratsa da, Divan Başkanlığı’na Sayın Altan Öymen’in oy birliğiyle seçilmesi bir o kadar olumlu bir işaretti.
Şeref ve şerefsizlik....
Bazı arkadaşlar, “Ali Saydam internet kullanıcılarına e-şerefsiz’ diyor.” şeklinde bir iki tweet atmışlar. İnternet kullanıcılarına böyle bir hakarette bulunmadığımı ve istesem de bulunamayacağımı en başta bilen kişi olarak ben, şunu açıklamak durumundayım:
Pek çok internet kullanıcısının ortak duygusunu dile getirerek, internette ‘zirt pirt123.yahoo.com’ türünden, kimliği gizlenmiş e-postalarla önüne gelene hayasızca saldıran sosyopatlara ‘e-şerefsizler’ demeyi uygun görüyorum. Bazı arkadaşlar da şerefsizlerin e’si f’si olmaz, diyorlar. Diyebilirler ve bu türden e-postalara maruz kalıncaya kadar kendilerince haklı bile sayılabilirler. Sosyopatın da şerefsizin de e’li hali pekala olur.
Peki bu tartışma nerden çıktı ve ben topa niye girdim?
Hürriyet’te ‘ürün övgüsü mü değil mi?’ üzerine yine aynı gazetenin iki yazarı arasındaki gerilime öncelikle iletişim açısından dikkat çekerek, taraflardan biri olan okur temsilcisinin teorik olarak haklı olsa dahi pratikte bu kadar ‘katı tavır’ almasıyla tam da mutabık olmadığımı ifade etmem ve ‘gazete maneviyatını mı yitiriyor?’ diye sormamla birlikte tartışma daha da alevlendi.
Hürriyet Okur Temsilcisi sözlü olarak uyarmış, ancak yazacağını muhatabı olan köşe yazarına haber vermemiş; yazar da faturayı açıklamış, bir iletişimci profesör arkadaşımız reklam departmanlarının yazıişleri üzerindeki etkisinden de yola çıkarak ‘tencere dibin kara seninki benden kara’ yazısı yazmış. Bunların hiçbiri önemli değil. Önemli olan iki şey var:
Bir: İtibarı zaten yerlerde olan gazetecilik mesleği ile ilgili akılda kalan tortu.
İki: Onca fakültesine, profesörüne, onlarca başarılı ajansına, binlerce çalışanına rağmen horlanıp duran ve “PR’cılık” diye anılan halkla ilişkiler uzmanlığına ve mesleğine yöneltilen saldırılar karşısında iki büyük meslek örgütünün sessiz kalması...
“PR’cılar” eğer kastedilen anlamda “PR’cıysa” bu psikolojik zulmü pekala hak ediyorlar...