Demirkırat’ı izlemek şart!..
02 şubat 2011
Şubat ayının ortası gibi Bersay İletişim Enstitüsü’nde arkadaşlarla Demirkırat belgeselinin anlattığı dönem üzerine çalışacağız… Bu nedenle M. Ali Birand’ın Bülent Çaplı ve Can Dündar ile birlikte hazırladıkları belgeseli yıllar sonra tekrar izleme fırsatı buldum.
O zamanlar kıymetini yeterince kavramış olduğumuzu düşünmüyorum… Türkiye’nin bugününü adam gibi okumak ve ülkenin geleceğine dair akıl yürütmek isteyen, bu konularda fikir sahibi olmak için gerekli bilgiye ihtiyaç duyan herkesin bu belgeseli izlemesi lazım… En başta da CHP’lilerin, MHP’lilerin ve de AK Parti’lilerin…
Belki o zaman bu halkın, bu seçmenin nelere tahammülü olmadığını anlarlar. Kamu vicdanının nasıl çalıştığını, bu ülkenin son 70 yılında millet iradesinin hangi aşamalardan geçerek nasıl yol kat ettiğini anlar, yarın da nasıl tecelli edebileceğine dair belki derin bilgiye değil ama sezgi kanallarının açılmasına yarayabilecek ipuçlarına ulaşabilirler.
O belgesele bir baksınlar bakalım, agresyona, küfre, hakarete, öfkeye nasıl reaksiyon vermiş bu millet?
Kibir konusunda genlerine hangi mesajları taşıyan DNA ve RNA’lar yerleşmiş?..
İnsan anlamasa da hissediyor… Bu da çok önemli…
Hüzün ve güzellik bir arada böyle olur…
Sinemadan çıktık. Oyunculardan Belçin Bilgin (yanlış yapmadıkça benim yeni starım), Mehmet Günsür, Ayda Aksel ve gazeteci arkadaşlarla biraraya gelip sohbet etmek üzere aşağıya inmek için merdivenlere yöneldik. Aramızda içeriğinden çok biçimiyle, cümle yapısıyla benzeşen şu tür konuşmalar geçti:
“Siz Feneryolu’na taşınmamış olsaydınız, bizim bir araya gelmemiz zormuş…”
“Erol Simavi ile Çetin Emeç’in Magazin Müdürlüğü teklifini kabul etseymişim, ya da Güneş Yayınları serüvenini bitirip yeni şirket serüvenine kalkışmamış olsaydım, şu anda bu filmi birlikte izleyemezmişiz…”
“Ağabeyin gazetedeki ilanı görmeseymiş, sen bizim şirkete iş başvurusunda bulunmazmışsın!..”
Bitmek bilmeyen, konuştukça da renklenip çoğalan bir muhabbet…
“Şu olmasaymış, bu da olmazmış…”
Aşk Tesadüfleri Sever’in konusu da biraz bu…
15 Ekim’de Akşam’da demişiz ki: “Filmi izlerken ‘rastlantı’ meselesine takık ünlü yönetmen Claude Lelouche’un sineması geldi aklıma… “Toute une vie” (Tüm Bir Yaşam) mesela… En az onun filmleri kadar sıcak, insancıl, sevecen… Sorak’ın filmi, Türk insanında “Un homme et une femme”den (Bir Kadın Bir Erkek) çok daha fazla iz bırakacak… Çünkü bizden; çünkü Ankaralı…
Filmin müzikleri de (Ozan Çolakoğlu) hit olacak. Üç parça var ki, bin git… Yakında internet ortamına –kısmî de olsa- düşer…
Belçim Erdoğan’ın canlandırdığı Deniz’den ne kadar da çok vardır aslında… Aklının ve hayatın doğal akışının getirdiği ile; ruhunun, gönlünün tellerini titreten arasında sıkışıp kalmıştır pek çok genç kadın… Onlar bu filmi izlerken çok etkileneceklerdir; hele bir de Ankaralılarsa…”
Yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak’ın (Yahşi Batı, Sınav, G.O.R.A., Vizontele) yaptığı filmin öykü ve proje tasarımı Ömer’in eşi İpek Sorak’a ait . İpek’i yakın bir gelecekte kameraların önünde de görürseniz şaşmayın (Bkz. 46 dergisinin son sayısı)… Kardeş falan oluyor da (Coen kardeşler, Taylan kardeşler vb), karıkoca aynı filmde zor iştir… Sorak’lar kazasız belasız bugüne kadar geldikleri için bile övgüyü hak ediyorlar.
Yoksa aşk tesadüfleri ne kadar severse, nefret de bir o kadar tesadüfseverdir.
Aslında tesadüf falan yoktur, biliyorsunuz… Önünüzden gelip geçenlerin içinden sizin algılayabildikleriniz ve algılayamadıklarınız vardır; bunların ikisi de tesadüftür… Film de bunu anlatıyor zaten.
Bir şey hem hüzünlü hem güzel olabilir mi, diye soranlara, bu filme gitmelerini tavsiye edin. Ağır entelektüel abi ve ablalar sevmemiş olabilirler, siz onlara aldırmayın… Gidin keyfini çıkarın bu filmin…
Meraklısı üstüne ‘dessert’ (tatlı) olarak Claude Sautet’nin “Les choses de la vie”sini (Hayat Bağları), Lelouche’un “Toute une vie”sini (Tüm Bir Yaşam) ve Pierre Granier-Deferre’in “Une femme à sa fenêtre”ini (Camdaki Kadın) izleyebilir…
O zamanlar kıymetini yeterince kavramış olduğumuzu düşünmüyorum… Türkiye’nin bugününü adam gibi okumak ve ülkenin geleceğine dair akıl yürütmek isteyen, bu konularda fikir sahibi olmak için gerekli bilgiye ihtiyaç duyan herkesin bu belgeseli izlemesi lazım… En başta da CHP’lilerin, MHP’lilerin ve de AK Parti’lilerin…
Belki o zaman bu halkın, bu seçmenin nelere tahammülü olmadığını anlarlar. Kamu vicdanının nasıl çalıştığını, bu ülkenin son 70 yılında millet iradesinin hangi aşamalardan geçerek nasıl yol kat ettiğini anlar, yarın da nasıl tecelli edebileceğine dair belki derin bilgiye değil ama sezgi kanallarının açılmasına yarayabilecek ipuçlarına ulaşabilirler.
O belgesele bir baksınlar bakalım, agresyona, küfre, hakarete, öfkeye nasıl reaksiyon vermiş bu millet?
Kibir konusunda genlerine hangi mesajları taşıyan DNA ve RNA’lar yerleşmiş?..
İnsan anlamasa da hissediyor… Bu da çok önemli…
Hüzün ve güzellik bir arada böyle olur…
Sinemadan çıktık. Oyunculardan Belçin Bilgin (yanlış yapmadıkça benim yeni starım), Mehmet Günsür, Ayda Aksel ve gazeteci arkadaşlarla biraraya gelip sohbet etmek üzere aşağıya inmek için merdivenlere yöneldik. Aramızda içeriğinden çok biçimiyle, cümle yapısıyla benzeşen şu tür konuşmalar geçti:
“Siz Feneryolu’na taşınmamış olsaydınız, bizim bir araya gelmemiz zormuş…”
“Erol Simavi ile Çetin Emeç’in Magazin Müdürlüğü teklifini kabul etseymişim, ya da Güneş Yayınları serüvenini bitirip yeni şirket serüvenine kalkışmamış olsaydım, şu anda bu filmi birlikte izleyemezmişiz…”
“Ağabeyin gazetedeki ilanı görmeseymiş, sen bizim şirkete iş başvurusunda bulunmazmışsın!..”
Bitmek bilmeyen, konuştukça da renklenip çoğalan bir muhabbet…
“Şu olmasaymış, bu da olmazmış…”
Aşk Tesadüfleri Sever’in konusu da biraz bu…
15 Ekim’de Akşam’da demişiz ki: “Filmi izlerken ‘rastlantı’ meselesine takık ünlü yönetmen Claude Lelouche’un sineması geldi aklıma… “Toute une vie” (Tüm Bir Yaşam) mesela… En az onun filmleri kadar sıcak, insancıl, sevecen… Sorak’ın filmi, Türk insanında “Un homme et une femme”den (Bir Kadın Bir Erkek) çok daha fazla iz bırakacak… Çünkü bizden; çünkü Ankaralı…
Filmin müzikleri de (Ozan Çolakoğlu) hit olacak. Üç parça var ki, bin git… Yakında internet ortamına –kısmî de olsa- düşer…
Belçim Erdoğan’ın canlandırdığı Deniz’den ne kadar da çok vardır aslında… Aklının ve hayatın doğal akışının getirdiği ile; ruhunun, gönlünün tellerini titreten arasında sıkışıp kalmıştır pek çok genç kadın… Onlar bu filmi izlerken çok etkileneceklerdir; hele bir de Ankaralılarsa…”
Yönetmenliğini Ömer Faruk Sorak’ın (Yahşi Batı, Sınav, G.O.R.A., Vizontele) yaptığı filmin öykü ve proje tasarımı Ömer’in eşi İpek Sorak’a ait . İpek’i yakın bir gelecekte kameraların önünde de görürseniz şaşmayın (Bkz. 46 dergisinin son sayısı)… Kardeş falan oluyor da (Coen kardeşler, Taylan kardeşler vb), karıkoca aynı filmde zor iştir… Sorak’lar kazasız belasız bugüne kadar geldikleri için bile övgüyü hak ediyorlar.
Yoksa aşk tesadüfleri ne kadar severse, nefret de bir o kadar tesadüfseverdir.
Aslında tesadüf falan yoktur, biliyorsunuz… Önünüzden gelip geçenlerin içinden sizin algılayabildikleriniz ve algılayamadıklarınız vardır; bunların ikisi de tesadüftür… Film de bunu anlatıyor zaten.
Bir şey hem hüzünlü hem güzel olabilir mi, diye soranlara, bu filme gitmelerini tavsiye edin. Ağır entelektüel abi ve ablalar sevmemiş olabilirler, siz onlara aldırmayın… Gidin keyfini çıkarın bu filmin…
Meraklısı üstüne ‘dessert’ (tatlı) olarak Claude Sautet’nin “Les choses de la vie”sini (Hayat Bağları), Lelouche’un “Toute une vie”sini (Tüm Bir Yaşam) ve Pierre Granier-Deferre’in “Une femme à sa fenêtre”ini (Camdaki Kadın) izleyebilir…