Devlet kültürü geleceğe taşır ve eliti korur
20 NİSAN 2012
İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda ‘yönetmelik protestosu’ndan hareketle ‘devletin kültür taşıyıcısı’ olma özelliğinin iki yazıdır altını çizmeye çalışıyorum. Kültür sahasında at koşturup da ziyadesiyle hassas ve bir o kadar da ‘değerli’ olması gereken bu konuyu gündemlerine hiç mi hiç almamış bazı arkadaşlarımız, İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatrolarındaki yönetmeliğine ‘karşı’ olup olmamayı ‘demokrat (aslında sosyal demokrat) olup olmamak’ noktasına kilitlemiş durumdalar.
Kentin, yani bu kentte yaşayan ‘herkesin’, tekrarlayalım, ‘her görüşten’ herkesin ödediği vergilerle desteklenen ‘ödenekli’ bir tiyatro var ortada. Bu asırlık tiyatronun yönetim meselesi üzerinden, bir bardak suda fırtına koparılması; bir de bu bardak fırtınasının, medyamızdaki çağdaşlarca, ‘muhafazakârlarla’ ‘çağdaşlar’ arasındaki ‘tarihsel haklılık’ mücadelesinin kültürel alandaki yansıması olarak ele alınması, yıllar boyu unutulmaz herhalde. Bir an için ülkemizde olayın aslında tamamen ters çalıştığını, ‘muhafazakârların’ ilerici, ‘çağdaşların’ ise gerici mevziler tuttuğunu unutmamız bekleniyor olmalı…
***
Daha önce de bu sütunlarda söz ettiğim, on yılda hazırlanmış ve 1937 yılında 10 cilt olarak yayınlanmış, bana sorarsanız en önemli Almanca tarih ansiklopedisi ‘Propylaen Dünya Tarihi’ni tekrar anmakta yarar var. 630 sayfalık ikinci cilt, Walter Goetz imzalı 'Antik dönemin dünya tarihi açısından önemi' başlıklı bir makaleyle başlıyor. İşte o tadımlık bölüm :
'Eğer güçlü devletler tarafından sırtlanılmamış ve büyük bir incelikle sınırların ötesine taşınmamış olsalardı, bu 'kültür değerleri' varlıklarını sürdürebilirler miydi? Aslında vatandaşlarının kültür alanındaki bir yaratısı olan devlet, en ilkel düzeydeki varoluş meselelerini hallettikten sonra, kültürün koruyucu, kollayıcı efendisi ve geliştiricisi haline gelir...'
Günümüzden değil tüm zamanların ruhu açısından bakıldığında kültürün asıl efendisinin Şehir Tiyatroları’nın muhafazakâr ya da özgürlükçü temsilcileri değil, bizzat ‘devlet’ olduğu gerçeğini anlayabilmek için elbette Walter Goetz efendinin bu muhteşem tespitine ihtiyacımız yok. İmparatorlukların kültür tarihlerinden post modern kültürün eklektik uzantılarına kadar pek çok alanda kitap karıştırabilir ve devletlerin, ‘klasik ve elit olanın’ nasıl da gözünün içine baktığını, pamuklara sarıp sarmaladığını örnekleriyle bulabiliriz.
***
Eliti kollamakla ‘elitist’ olunmadığını parantez içinde de olsa belirtmekte yarar var. Avamı ya da eliti derinlemesine anlama çabası içine girmeden İstanbul Şehir Tiyatroları yönetmeliği meselesinin içinden çıkmanın pek kolay olmadığını düşünmekle Metin Uca kardeşimin ‘Ali abinin kafası karışmış’ türünden tweet’ler yazmasına neden olmayı göze alarak söylüyorum ki; kültür işleri bugünden yarının sabahına çözülecek konular değildir.
Devlet kültürü sırtlanıp götürür ve elitine, klasiğine sahip çıkar.
Sürdürülebilir olmanın yegâne koşulu budur çünkü.
Bir vakitler Kültür Bakanlığı düzeyinde yapılmış olan “Devletin hâlâ bu tür kurumları taşıması gerekir mi? Türkiye'de devletin kadrolu sanatçısı olur mu? Bunu bütünüyle özel kurumlara ya da topluma terk etsek?” şeklindeki açıklamalarına bu sütunlarda dikkat çekmiştim.
O zaman Cumhurbaşkanlığı Devlet Senfoni Orkestrası’nı da Devlet Opera ve Balesi'ni de dağıtmamız gerekirdi. Çünkü bu kurumlar kâr eden kurumlar değildi. Geleneksel Türk müziğimiz, geleneksel mimari anlayışımız, opera, bale, 'Türk Beşleri', sokaklara bırakılabilir mi? Dünyanın neresinde bırakılmış? Ya da bırakıldığında bunların başına neler gelmiş?..
Siyasetler üstü bir kültür politikasına ve böyle bir politikanın işler hale getirilmesine tam da bu nedenlerle ve özellikle ‘klasikleri, elit olanı’ koruyabilmek, sürdürülebilir kılmak için ihtiyacımız var. Muhafazakârlık ve çağdaşlık sadece yöntemdir. Esasa hizmet ettiği ölçüde ikisi de geçerlidirler.
Kentin, yani bu kentte yaşayan ‘herkesin’, tekrarlayalım, ‘her görüşten’ herkesin ödediği vergilerle desteklenen ‘ödenekli’ bir tiyatro var ortada. Bu asırlık tiyatronun yönetim meselesi üzerinden, bir bardak suda fırtına koparılması; bir de bu bardak fırtınasının, medyamızdaki çağdaşlarca, ‘muhafazakârlarla’ ‘çağdaşlar’ arasındaki ‘tarihsel haklılık’ mücadelesinin kültürel alandaki yansıması olarak ele alınması, yıllar boyu unutulmaz herhalde. Bir an için ülkemizde olayın aslında tamamen ters çalıştığını, ‘muhafazakârların’ ilerici, ‘çağdaşların’ ise gerici mevziler tuttuğunu unutmamız bekleniyor olmalı…
***
Daha önce de bu sütunlarda söz ettiğim, on yılda hazırlanmış ve 1937 yılında 10 cilt olarak yayınlanmış, bana sorarsanız en önemli Almanca tarih ansiklopedisi ‘Propylaen Dünya Tarihi’ni tekrar anmakta yarar var. 630 sayfalık ikinci cilt, Walter Goetz imzalı 'Antik dönemin dünya tarihi açısından önemi' başlıklı bir makaleyle başlıyor. İşte o tadımlık bölüm :
'Eğer güçlü devletler tarafından sırtlanılmamış ve büyük bir incelikle sınırların ötesine taşınmamış olsalardı, bu 'kültür değerleri' varlıklarını sürdürebilirler miydi? Aslında vatandaşlarının kültür alanındaki bir yaratısı olan devlet, en ilkel düzeydeki varoluş meselelerini hallettikten sonra, kültürün koruyucu, kollayıcı efendisi ve geliştiricisi haline gelir...'
Günümüzden değil tüm zamanların ruhu açısından bakıldığında kültürün asıl efendisinin Şehir Tiyatroları’nın muhafazakâr ya da özgürlükçü temsilcileri değil, bizzat ‘devlet’ olduğu gerçeğini anlayabilmek için elbette Walter Goetz efendinin bu muhteşem tespitine ihtiyacımız yok. İmparatorlukların kültür tarihlerinden post modern kültürün eklektik uzantılarına kadar pek çok alanda kitap karıştırabilir ve devletlerin, ‘klasik ve elit olanın’ nasıl da gözünün içine baktığını, pamuklara sarıp sarmaladığını örnekleriyle bulabiliriz.
***
Eliti kollamakla ‘elitist’ olunmadığını parantez içinde de olsa belirtmekte yarar var. Avamı ya da eliti derinlemesine anlama çabası içine girmeden İstanbul Şehir Tiyatroları yönetmeliği meselesinin içinden çıkmanın pek kolay olmadığını düşünmekle Metin Uca kardeşimin ‘Ali abinin kafası karışmış’ türünden tweet’ler yazmasına neden olmayı göze alarak söylüyorum ki; kültür işleri bugünden yarının sabahına çözülecek konular değildir.
Devlet kültürü sırtlanıp götürür ve elitine, klasiğine sahip çıkar.
Sürdürülebilir olmanın yegâne koşulu budur çünkü.
Bir vakitler Kültür Bakanlığı düzeyinde yapılmış olan “Devletin hâlâ bu tür kurumları taşıması gerekir mi? Türkiye'de devletin kadrolu sanatçısı olur mu? Bunu bütünüyle özel kurumlara ya da topluma terk etsek?” şeklindeki açıklamalarına bu sütunlarda dikkat çekmiştim.
O zaman Cumhurbaşkanlığı Devlet Senfoni Orkestrası’nı da Devlet Opera ve Balesi'ni de dağıtmamız gerekirdi. Çünkü bu kurumlar kâr eden kurumlar değildi. Geleneksel Türk müziğimiz, geleneksel mimari anlayışımız, opera, bale, 'Türk Beşleri', sokaklara bırakılabilir mi? Dünyanın neresinde bırakılmış? Ya da bırakıldığında bunların başına neler gelmiş?..
Siyasetler üstü bir kültür politikasına ve böyle bir politikanın işler hale getirilmesine tam da bu nedenlerle ve özellikle ‘klasikleri, elit olanı’ koruyabilmek, sürdürülebilir kılmak için ihtiyacımız var. Muhafazakârlık ve çağdaşlık sadece yöntemdir. Esasa hizmet ettiği ölçüde ikisi de geçerlidirler.