Dinlemeyenin Vay Haline!
14 KASIM 2010
Önümüz seçim. Bu ne demek? Siyasi iletişimle yatacak, siyasi iletişimle kalkacağız demek…
Siyasi iletişimi kurgulayanlar, siyasi iletişimi uygulayanlar, siyasi iletişimi yorumlayanlar bol bol kelam edecekler. Bu kelamın özü aslında gidip bir tek noktaya dayanacak: Kim seçmen davranışlarını değiştirebilecek etkililikte bir siyasi iletişim uygulamasını hayata geçirebilecek, kim geçiremeyecek?
Seçmen davranışlarını etkileyebilmenin, bilindiği gibi üç yolu var. Hedef kitledeki davranış değişikliğini tetikleyecek talep ve ihtiyaçları belirlemek, bunların karşılanacağına dair aklı başında vaatler ortaya koymak ve nihayet bu vaatlerin gerçekleştirilebileceğine dair gerekli güven ortamını yaratmak…
Tabii ki bir de kanal meselesi var. Bütün bu iletişim sürecini hedef kitle için en uygun ve etkili kanal üzerinden yürütmek, bazen insan, zaman ve para kaynaklarını azami faydada kullanılması için hayati önem taşıyabiliyor.
***
Buraya kadar, gördüğüm kadarıyla kimseden aykırı bir fikir çıkmıyor. Zurnanın zırt dediği yer bu saptamalar değil. Peki, ya ne?
Tartışma iki temel mesele üzerine odaklanıyor: 1. Hedef kitleyi dinleyebilmek; yani talep ve ihtiyaçları doğru olarak saptamak… 2. Şu üç gündem arasında senkronizasyon (eşleme, uyum) sağlayabilmek: Halkın gündemi, siyasetin gündemi, medyanın gündemi…
Burada kritik başarı faktörleri şunlardır: Amerikalıların deyişiyle “ceiling watching” (tavan izleme) yöntemine başvurmamak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya çalışmamak, tespitleri kafadan atmamak, birkaç farklı cepheden bakarak ve sonuçları birbirleriyle karşılaştırarak yapılan araştırmalara dayanmak, sübjektif fikriyatımızı bilimsel yöntemlerle sınamak…
***
Peki, içine en sık düşülen hata nedir?
Mesela şöyle bir kelama neden olan kerameti kendinden menkul, temelsiz, hormonlu özgüven: “Boş verin siz bilimsel araştırmaları. Halk bu araştırmalara doğru cevap vermez. Mesela o araştırmalarda en çok ilgilenilen konu işsizlik, ekonomik sorunlar çıkabilir. Oysa ben biliyorum ki halkın gerçek ilgisi magazin konularınadır.”
Yukarıdaki türden tespitlere ne yazık ki çok sık rastlarız. Hakkı Devrim üstadım “köşe kadısı” diye tanımladığı ve her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanan, siyasi iletişimi de bir uzmanlık alanı olarak görmeyen türden arkadaşlarımız bu alanda birinciliği kimseye bırakmazlar. Seçimlerden sonra da bu türün yaptığı ilk şey seçmeni suçlamak ve seçmenin ne kadar salak olduklarını kanıtlamaya çalışmaktır.
***
Geçenlerde eğitimine katıldığım Ketchum/Pleon'un Sosyal Medya konusundaki uzmanı Gianni Catalfamo, ufuk açıcı ve benim için hayli yeni olan pek çok şey anlattı (bkz. Akşam gazetesi 12.11.2010 tarihli yazı)… Bu arada Müşteri İlişkileri Yönetimi çerçevesinde yapılması gerekenleri sıralayan dokuz maddelik bir de liste verdi. Listenin birinci sırasında tek kelimelik bir ifade vardı. Çok sık kullandığımız ve uygulamada çoğu zaman başarısızlığa uğradığımız bir kavram: ‘Dinleyin!’
O eğitimden sonra çevremi bu bağlamda izlemeye başladım.
Tespitim şu: Ben dâhil kimse kimseyi dinlemiyor. Duymuyor, değil. Dinlemiyor.
Bu dinlememe fiilinden daha vahim ne var biliyor musunuz?
‘Dinlemenin’ gerekli olmadığını, bizim zaten her şeyi biliyor olduğumuzu savunmak ve hatta buna inanmak…
Önümüz seçim. Dinlemeyen yanar!
Siyasi iletişimi kurgulayanlar, siyasi iletişimi uygulayanlar, siyasi iletişimi yorumlayanlar bol bol kelam edecekler. Bu kelamın özü aslında gidip bir tek noktaya dayanacak: Kim seçmen davranışlarını değiştirebilecek etkililikte bir siyasi iletişim uygulamasını hayata geçirebilecek, kim geçiremeyecek?
Seçmen davranışlarını etkileyebilmenin, bilindiği gibi üç yolu var. Hedef kitledeki davranış değişikliğini tetikleyecek talep ve ihtiyaçları belirlemek, bunların karşılanacağına dair aklı başında vaatler ortaya koymak ve nihayet bu vaatlerin gerçekleştirilebileceğine dair gerekli güven ortamını yaratmak…
Tabii ki bir de kanal meselesi var. Bütün bu iletişim sürecini hedef kitle için en uygun ve etkili kanal üzerinden yürütmek, bazen insan, zaman ve para kaynaklarını azami faydada kullanılması için hayati önem taşıyabiliyor.
***
Buraya kadar, gördüğüm kadarıyla kimseden aykırı bir fikir çıkmıyor. Zurnanın zırt dediği yer bu saptamalar değil. Peki, ya ne?
Tartışma iki temel mesele üzerine odaklanıyor: 1. Hedef kitleyi dinleyebilmek; yani talep ve ihtiyaçları doğru olarak saptamak… 2. Şu üç gündem arasında senkronizasyon (eşleme, uyum) sağlayabilmek: Halkın gündemi, siyasetin gündemi, medyanın gündemi…
Burada kritik başarı faktörleri şunlardır: Amerikalıların deyişiyle “ceiling watching” (tavan izleme) yöntemine başvurmamak, bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya çalışmamak, tespitleri kafadan atmamak, birkaç farklı cepheden bakarak ve sonuçları birbirleriyle karşılaştırarak yapılan araştırmalara dayanmak, sübjektif fikriyatımızı bilimsel yöntemlerle sınamak…
***
Peki, içine en sık düşülen hata nedir?
Mesela şöyle bir kelama neden olan kerameti kendinden menkul, temelsiz, hormonlu özgüven: “Boş verin siz bilimsel araştırmaları. Halk bu araştırmalara doğru cevap vermez. Mesela o araştırmalarda en çok ilgilenilen konu işsizlik, ekonomik sorunlar çıkabilir. Oysa ben biliyorum ki halkın gerçek ilgisi magazin konularınadır.”
Yukarıdaki türden tespitlere ne yazık ki çok sık rastlarız. Hakkı Devrim üstadım “köşe kadısı” diye tanımladığı ve her şeyi herkesten daha iyi bildiğini sanan, siyasi iletişimi de bir uzmanlık alanı olarak görmeyen türden arkadaşlarımız bu alanda birinciliği kimseye bırakmazlar. Seçimlerden sonra da bu türün yaptığı ilk şey seçmeni suçlamak ve seçmenin ne kadar salak olduklarını kanıtlamaya çalışmaktır.
***
Geçenlerde eğitimine katıldığım Ketchum/Pleon'un Sosyal Medya konusundaki uzmanı Gianni Catalfamo, ufuk açıcı ve benim için hayli yeni olan pek çok şey anlattı (bkz. Akşam gazetesi 12.11.2010 tarihli yazı)… Bu arada Müşteri İlişkileri Yönetimi çerçevesinde yapılması gerekenleri sıralayan dokuz maddelik bir de liste verdi. Listenin birinci sırasında tek kelimelik bir ifade vardı. Çok sık kullandığımız ve uygulamada çoğu zaman başarısızlığa uğradığımız bir kavram: ‘Dinleyin!’
O eğitimden sonra çevremi bu bağlamda izlemeye başladım.
Tespitim şu: Ben dâhil kimse kimseyi dinlemiyor. Duymuyor, değil. Dinlemiyor.
Bu dinlememe fiilinden daha vahim ne var biliyor musunuz?
‘Dinlemenin’ gerekli olmadığını, bizim zaten her şeyi biliyor olduğumuzu savunmak ve hatta buna inanmak…
Önümüz seçim. Dinlemeyen yanar!