01 Ekim 2011 - Dönüşüm’ü yakalamak için ‘Şura’ şart!..
Dünyanın en büyük iletişim ağı Omnicom’un PR grubu Ketchum, geçen haftalarda çeşitli ülkelerdeki iş ortaklarıyla Madrid’de bizim de katıldığımız bir toplantı düzenledi. Benzer toplantılar bu kadar sık olmasa da iletişim danışmanlığı şirketleri birliklerinin uluslar arası çatı örgütü ICCO tarafından da düzenlenir. Amaç aynıdır: Dünyanın, ekonomin, pazarın, şirketlerin iletişime bakışlarının değişmesi doğrultusunda sektörün nasıl bir tutum değişikliğine gitmesi gerektiği tartışılıyor…
Amerika’nın itibarını ve entelektüel egemenliğini (Ekonomi, Güvenlik, İstihbarat alanında) sarsan dört dalga 11 Eylül, 2008 İlk dip, Wikileaks, 2011 İkinci dip ve ayrıca sosyal medyadaki gelişmeler, iletişim uygulamalarını biçim, içerik, öz ve nihayet fenomen noktasında nasıl etkiledi ve sektör kendisini yeniden nasıl konumlamalı?..
Dünya bu soruların yanıtı aramakta.
Peki bizde durum nedir?.. Bizde sektör, kendisini neye göre ‘yeniden’ gözden geçirmelidir?..
Bu meselenin özünü neredeyse 9 yıl önce AK Parti iktidara yürürken ve iktidarının meşruiyeti gündem maddesi edilirken biz tartışmışız… Hatırlamaya çalışalım…
2003 Ocak ayında yayımlanan NPQ Türkiye dergisi için henüz iktidara gelmiş olan AK Parti hükümeti ile ülkemizin nasıl bir dönemle karşı karşıya geldiğini bir “yuvarlak masa toplantısı”nda konuşmuştuk. Tarih: 14 Aralık 2002 idi. Amaç, 2010 Türkiyesi’ni görmeye çalışmaktı. Dergi sonradan “Özel Sayı: 2010 Türkiyesi” başlığıyla çıktı.
Alt başlık daha da çarpıcıydı: “Gelişim mi, Değişim mi, Dönüşüm mü?”… O sayı, bugün daha özel bir anlam taşıyor. Önümüzdeki günlerde yayımlanacak yeni NPQ Türkiye de sözünü ettiğimiz 2003 başında yayınlanan o özel sayıdan yola çıkarak hazırlanıyor.
Moderatörlüğünü hasbelkader benim yaptığım o toplantıda bakın kimler konuğumuz olmuş: Rahmetli Halit Refiğ, M. Kenan Tekdağ, Mehmet Ali Kılıçbay, Nesrin Nas, Cengiz Özdemir, Caner Tunaman, Namık Kemal Zeybek, Ahmet Hakan, Yavuz Gökalp Yıldız, İlter Turan...
Konuklarımıza şu soruyu sormuşum:
“2010 yılına dair bir projeksiyon yapalım. AK Parti karşıtları, ‘Bunlar 2010’a kadar tepemizde’ derken, yandaşları da ‘Allah’ın izniyle 2010’a kadar pek çok şeyi düzeltip değiştireceğiz’ diyorlar. Siz ne diyorsunuz?”
NPQ Türkiye dergisinin Halit Refiğ ile birlikte yıllarca Yayın Danışmanlığını sürdürmüş olan M. Kenan Tekdağ, şöyle demiş:
“Kişisel görüşüm AKP’nin tartışılmaz olarak bir geleneğin sürdürücüsü olduğu yönündedir. Başlı başına siyasi bir fenomendir. Türkiye’deki bağımsız İslami siyaset, AKP ile birlikte Doğu’dan Batı’ya bir geçiş yapmaktadır. Gerçek kırılma noktası budur.”
Rahmetli Halit Refiğ’in saptaması da hayli ilginç:
“Batı Türkiye’ye diyor ki: ‘Seninle anlaşabilirim ama benim özelliklerime uyacaksın. Bendeki hakim sınıf sermaye sınıfı, sendeki hakim sınıf ordu; silahın gücü. Anlaşabilmemiz için bizim konuşabileceğimiz bir hakim sınıf yaratmak zorundasın.”
Kendimden de bir alıntı yapayım:
“Toplum dinamikleri merkezi bir otorite denetiminden çıkmıştır. Ben önümüzdeki dönemde siyasi iletişim açısından provokasyona gelmedikleri takdirde bu dönüşümün içinde ve önünde yer alma olasılıklarının olduğu kanaatindeyim.”
O dönemde Reklamverenler Derneği Başkanı olan Caner Tunaman da kayda değer bir tespitte bulunmuş:
“AKP bürokratı, beyaz yakalıyı temsil etmiyor. Müteşebbisleri temsil ediyor. Bu nedenle liberal olmaya mahkûm. Uluslararası sermaye ciddi partner, güvenlik görmeyi arzuluyor. Turgut Özal’ın başlattıklarının arkasının gelmesini istiyor.”
İlter Turan hocamdan da bir alıntı yapmak isterim:
“Türkiye uluslararası konumu itibarı ile kendi başına fazla bırakılmayan bir toplumdur. Türkiye’nin yakın ilişkisi olan devletler ve devlet toplulukları Türkiye’de demokrasinin gelişmesine, düzenli işleyen bir piyasa ekonomisinin kurulmasına, bazen bizim siyasilerimizin arzulamadığı ölçüde destek veriyorlar.”
8-9 yıl öncesinden geleceği böyle analiz etmişiz. NPQ her zaman geleceği doğru anlamlandırabilmek için düne bakılması gerektiğini vurgulamıştır...
O halde bugün ve yarını ‘tahmin edebilmek’ için geçmişi adam gibi ‘okumak’ şarttır.
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu ‘dönüşüm’ (transformasyon) süreci içinde, sermaye hareketlerini, Türkiye’nin bölgedeki konumunu, ‘bürokratik oligarşi’ denen fenomenin hangi aşamalardan geçtiğini, tüm ecnebi Türk aydınlarının şaşkınlıkları arasında Türkiye’nin nasıl olup da finansal sistemini hâlâ ayakta tutabildiğini, büyüme hızını, enflasyonun düşmesini çözümlemeden Türkiye’nin iletişim sektörünün geleceğini tasarlamak ve kendisini adam gibi konumlamak mümkün değildir…
Bu yolda atılması gereken ilk adım ‘Birinci PR Şurası ve Çalıştay’ını toplamaktır… Bu Şura’yı organize etme görevi de en az TÜHİD, İDA kadar iki kişiye düşer: Sektörün kurucuları Prof. Dr. Alaeddin Asna Bey ile Betül Mardin hanımefendiye… Bizler bu iki STK ile bu iki ustaya hizmet etmeye hazırız… Şura, Türkiye PR sektörünün geleceğini güçlendirmek adına en önemli koşullardan biridir...
Vahap Munyar’ın söylediklerine dikkat!
Geçen sayımızda sevgili Ferruh Altun’un Hürriyet Ekonomi Müdürü Vahap Munyar’la yaptığı mükemmel bir söyleşi yayınlandı. Munyar çeşitli ortamlarda tanık olduğumuz görüşlerini gayet iyi toplayıp özetlemiş. Ağzına sağlık… Mutlaka söyleşinin tamamını okuyun.
Türkiye’deki her şirketin bir şekilde köşesinde yer almak istediği, onsuz basın gezi ve etkinliklerinin pek bir yavan kaldığı Vahap Munyar, PR sektörü ile ilgili iki önemli olayın altını çiziyor.
Bir: “Altın Pusula jürisindeyken önünüze dosyalar geliyor. Bakıyorsunuz. Bazı ölçümlemeler yapmaya çalışıyorlar. Çıkan haberin sütun santimini hesaplıyor, onun reklam eşdeğerini buluyor. Bunları gördükçe çileden çıktım ve o dosyaların hepsini kategori dışı bıraktım… Bir PR şirketi bana eğer reklam parası gözüyle bakıyorsa beni aşağılıyor demektir. Benim yazdığım yazının reklam değeri ile ölçümlenemeyecek bir değeri var…”
İki: Vahap Munyar verilen hediyelere karşı mücadele ettiklerini ve bu şekilde PR sektörünün bu tür yüksek değerli ‘armağanlardan’ artık vazgeçtiğini belirttikten sonra hayli önemli bir durum saptaması yapıyor: “PR şirketlerinin sayısı arttıkça ve dolayısıyla şirketler arasındaki rekabet yoğunlaştıkça PR ajansları işveren firmalara teslim olmaya başladı. Normalde bu iş iki taraflı çalışır. Ama günümüzde işveren tarafın daha çok ajansa kendi istediklerini dikte ettirdiklerini görüyoruz. O zaman da bazı hoş olmayan durumlar ortaya çıkabiliyor. Yayınlamak istemediğiniz haberler konusunda baskı yapmaya çalışabiliyorlar…”
Bizim bu sayfalarda ve gazetedeki köşemizde sık sık dle getirdiğimiz meselelere çok iyi değinmiş Vahap üstat. Bakın 5 yıl önce 27 Kasım 2006’da Akşam’da ne yazmışız:
“Dün, kendi gazetesinde, kendisiyle yapılmış bir röportajda Hıncal Uluç ağabeyin dile getirdiği ve hem medya mensuplarını, hem de iş dünyasını ilgilendiren çok önemli bir tespit vardı. Aynen alıyorum.
‘Katılmayı düşündüğüm bütün basın gezilerine katılır, bütün hediyeleri de kabul ederim. Hiç umurumda değil. Çünkü beni hediye ile ayartacak adam daha anasının karnından doğmadı...’
Öyle bir paranoya var ya. Şirket, gazeteciyi yurt içi ya da dışında geziye götürüp tesislerini falan gösterecek. Ya da malum günlerde hediye gönderecek. O da bunları kabul edip yazı yazacak; sonra da tüketici bu yazıları okuyup sadece o firmanın ürün ve hizmetlerini satın alacak... Ölme eşeğim ölme...
Yine de çocuklarını ilk kez sokağa gönderdiklerinde, ‘Amcalar sana elma şekeri verirlerse sakın alma!’ diye tembihte bulunan anne-babalara benzeyen medya yöneticilerinin sayısı az değil...
Genel yayın yönetmeni ya da yazı işleri müdürü, patron salaktı çünkü; o firmanın hak etmediği düzeyde kayırıldığını anlamayacak... Ya da halk da geri zekalıydı... Tüm tüketim alışkanlıklarını bir haber ya da yazıyı okuyunca değiştiriverecek...”
Sütun santimle reklam eşdeğer ölçümlemesinin yanlışlığını ilk kez 13 yıl önce 1998 Ekim’inde Marketing Türkiye’nin düzenlediği PR forumunda ortaya koyup tartışılmasını sağlamıştık… Vahap’ın iki sütun bir santimlik lafının değeri milyonlarca dolar olabilir; reklam liste fiyatından bulunacak üç beş dolar değil…
Munyar’ın altını çizdiği her konu çok önemli… Keşke bir de gazetelerin reklam departmanlarından da söz etseymiş. Hani reklam sayfaların pazarlarken, “Biz size haber desteği de veririz” diye editörlük hizmetlerini de pazarlama aracı olarak kullanan ya da PR ile netice alamayınca reklam departmanını arayıp, “Keserim reklamlarınızı ha!” diye tehditler savuran müşteri karşısında el pençe divan durup sonra da dönüp ekonomi departmanına baskı yapan reklam sorumlularından…
Bu da önemli bir sorun çünkü… Genel algı, kuvvetli reklam veren karşısında medyanın teslim olmaya hazır olduğu yolunda; bu da PR’cıların elini kolunu bağlıyor tabii…
İletişim Şurası toplanırsa Vahap Munyar orada mutlaka konuşmalı…
Canı sıkmamak için canı sıkın…
İkbal Gıda’nın Pazarlama ve Kurumsal İletişim Müdürü Abdullah Nurata basit ancak önemli önerisini tatil bitip de ertesi sabah işler başladığında hatırlamak çok iyi geldi. İkbal Gıda’nın kurum dergisi İkbal Keyfi’nde “Sizin zamanınız kaç para?” diye sorduğu yazısında Abdullah Bey’in, zamanı yönetme konusunda verdiği ipuçlarından biri var ki; herkesin çok işine yarayabilir:
“İşlerinizi sıraya koyun ve ilk önce en çok sıkılacağınızı düşündüğünüz işi yapın. Geciktirmeyin ve hatta şimdi yapın.”
Özel bir takım gerekçelerle sesini duymaktan pek de hazzetmediğiniz bir kişiyle yapacağınız telefon görüşmesini ertelemenin çift yönlü maliyeti var: Hem bu sıkıntı aklınızdan gün boyu çıkmayacak hem de gündeminizdeki işi aksatıyor olma ihtimalinizle ayrıca canınızı sıkacaksınız. Bu arada gerçekten de işi sürüncemede bırakmış olacaksınız...
Bence bir deneyin. Abdullah Bey’in önerisine kulak verin ve sabah ilk iş olarak, çayınızı yudumlamadan, hiç de içinizden gelmeyen o telefon görüşmesini yapıverin. Bakın nasıl kuş gibi hafifleyeceksiniz. Gününüz daha iyi geçecek. Denenmiştir; bu nedenle gönül rahatlığıyla önerilir.
Amerika’nın itibarını ve entelektüel egemenliğini (Ekonomi, Güvenlik, İstihbarat alanında) sarsan dört dalga 11 Eylül, 2008 İlk dip, Wikileaks, 2011 İkinci dip ve ayrıca sosyal medyadaki gelişmeler, iletişim uygulamalarını biçim, içerik, öz ve nihayet fenomen noktasında nasıl etkiledi ve sektör kendisini yeniden nasıl konumlamalı?..
Dünya bu soruların yanıtı aramakta.
Peki bizde durum nedir?.. Bizde sektör, kendisini neye göre ‘yeniden’ gözden geçirmelidir?..
Bu meselenin özünü neredeyse 9 yıl önce AK Parti iktidara yürürken ve iktidarının meşruiyeti gündem maddesi edilirken biz tartışmışız… Hatırlamaya çalışalım…
2003 Ocak ayında yayımlanan NPQ Türkiye dergisi için henüz iktidara gelmiş olan AK Parti hükümeti ile ülkemizin nasıl bir dönemle karşı karşıya geldiğini bir “yuvarlak masa toplantısı”nda konuşmuştuk. Tarih: 14 Aralık 2002 idi. Amaç, 2010 Türkiyesi’ni görmeye çalışmaktı. Dergi sonradan “Özel Sayı: 2010 Türkiyesi” başlığıyla çıktı.
Alt başlık daha da çarpıcıydı: “Gelişim mi, Değişim mi, Dönüşüm mü?”… O sayı, bugün daha özel bir anlam taşıyor. Önümüzdeki günlerde yayımlanacak yeni NPQ Türkiye de sözünü ettiğimiz 2003 başında yayınlanan o özel sayıdan yola çıkarak hazırlanıyor.
Moderatörlüğünü hasbelkader benim yaptığım o toplantıda bakın kimler konuğumuz olmuş: Rahmetli Halit Refiğ, M. Kenan Tekdağ, Mehmet Ali Kılıçbay, Nesrin Nas, Cengiz Özdemir, Caner Tunaman, Namık Kemal Zeybek, Ahmet Hakan, Yavuz Gökalp Yıldız, İlter Turan...
Konuklarımıza şu soruyu sormuşum:
“2010 yılına dair bir projeksiyon yapalım. AK Parti karşıtları, ‘Bunlar 2010’a kadar tepemizde’ derken, yandaşları da ‘Allah’ın izniyle 2010’a kadar pek çok şeyi düzeltip değiştireceğiz’ diyorlar. Siz ne diyorsunuz?”
NPQ Türkiye dergisinin Halit Refiğ ile birlikte yıllarca Yayın Danışmanlığını sürdürmüş olan M. Kenan Tekdağ, şöyle demiş:
“Kişisel görüşüm AKP’nin tartışılmaz olarak bir geleneğin sürdürücüsü olduğu yönündedir. Başlı başına siyasi bir fenomendir. Türkiye’deki bağımsız İslami siyaset, AKP ile birlikte Doğu’dan Batı’ya bir geçiş yapmaktadır. Gerçek kırılma noktası budur.”
Rahmetli Halit Refiğ’in saptaması da hayli ilginç:
“Batı Türkiye’ye diyor ki: ‘Seninle anlaşabilirim ama benim özelliklerime uyacaksın. Bendeki hakim sınıf sermaye sınıfı, sendeki hakim sınıf ordu; silahın gücü. Anlaşabilmemiz için bizim konuşabileceğimiz bir hakim sınıf yaratmak zorundasın.”
Kendimden de bir alıntı yapayım:
“Toplum dinamikleri merkezi bir otorite denetiminden çıkmıştır. Ben önümüzdeki dönemde siyasi iletişim açısından provokasyona gelmedikleri takdirde bu dönüşümün içinde ve önünde yer alma olasılıklarının olduğu kanaatindeyim.”
O dönemde Reklamverenler Derneği Başkanı olan Caner Tunaman da kayda değer bir tespitte bulunmuş:
“AKP bürokratı, beyaz yakalıyı temsil etmiyor. Müteşebbisleri temsil ediyor. Bu nedenle liberal olmaya mahkûm. Uluslararası sermaye ciddi partner, güvenlik görmeyi arzuluyor. Turgut Özal’ın başlattıklarının arkasının gelmesini istiyor.”
İlter Turan hocamdan da bir alıntı yapmak isterim:
“Türkiye uluslararası konumu itibarı ile kendi başına fazla bırakılmayan bir toplumdur. Türkiye’nin yakın ilişkisi olan devletler ve devlet toplulukları Türkiye’de demokrasinin gelişmesine, düzenli işleyen bir piyasa ekonomisinin kurulmasına, bazen bizim siyasilerimizin arzulamadığı ölçüde destek veriyorlar.”
8-9 yıl öncesinden geleceği böyle analiz etmişiz. NPQ her zaman geleceği doğru anlamlandırabilmek için düne bakılması gerektiğini vurgulamıştır...
O halde bugün ve yarını ‘tahmin edebilmek’ için geçmişi adam gibi ‘okumak’ şarttır.
Türkiye’nin içinden geçmekte olduğu ‘dönüşüm’ (transformasyon) süreci içinde, sermaye hareketlerini, Türkiye’nin bölgedeki konumunu, ‘bürokratik oligarşi’ denen fenomenin hangi aşamalardan geçtiğini, tüm ecnebi Türk aydınlarının şaşkınlıkları arasında Türkiye’nin nasıl olup da finansal sistemini hâlâ ayakta tutabildiğini, büyüme hızını, enflasyonun düşmesini çözümlemeden Türkiye’nin iletişim sektörünün geleceğini tasarlamak ve kendisini adam gibi konumlamak mümkün değildir…
Bu yolda atılması gereken ilk adım ‘Birinci PR Şurası ve Çalıştay’ını toplamaktır… Bu Şura’yı organize etme görevi de en az TÜHİD, İDA kadar iki kişiye düşer: Sektörün kurucuları Prof. Dr. Alaeddin Asna Bey ile Betül Mardin hanımefendiye… Bizler bu iki STK ile bu iki ustaya hizmet etmeye hazırız… Şura, Türkiye PR sektörünün geleceğini güçlendirmek adına en önemli koşullardan biridir...
Vahap Munyar’ın söylediklerine dikkat!
Geçen sayımızda sevgili Ferruh Altun’un Hürriyet Ekonomi Müdürü Vahap Munyar’la yaptığı mükemmel bir söyleşi yayınlandı. Munyar çeşitli ortamlarda tanık olduğumuz görüşlerini gayet iyi toplayıp özetlemiş. Ağzına sağlık… Mutlaka söyleşinin tamamını okuyun.
Türkiye’deki her şirketin bir şekilde köşesinde yer almak istediği, onsuz basın gezi ve etkinliklerinin pek bir yavan kaldığı Vahap Munyar, PR sektörü ile ilgili iki önemli olayın altını çiziyor.
Bir: “Altın Pusula jürisindeyken önünüze dosyalar geliyor. Bakıyorsunuz. Bazı ölçümlemeler yapmaya çalışıyorlar. Çıkan haberin sütun santimini hesaplıyor, onun reklam eşdeğerini buluyor. Bunları gördükçe çileden çıktım ve o dosyaların hepsini kategori dışı bıraktım… Bir PR şirketi bana eğer reklam parası gözüyle bakıyorsa beni aşağılıyor demektir. Benim yazdığım yazının reklam değeri ile ölçümlenemeyecek bir değeri var…”
İki: Vahap Munyar verilen hediyelere karşı mücadele ettiklerini ve bu şekilde PR sektörünün bu tür yüksek değerli ‘armağanlardan’ artık vazgeçtiğini belirttikten sonra hayli önemli bir durum saptaması yapıyor: “PR şirketlerinin sayısı arttıkça ve dolayısıyla şirketler arasındaki rekabet yoğunlaştıkça PR ajansları işveren firmalara teslim olmaya başladı. Normalde bu iş iki taraflı çalışır. Ama günümüzde işveren tarafın daha çok ajansa kendi istediklerini dikte ettirdiklerini görüyoruz. O zaman da bazı hoş olmayan durumlar ortaya çıkabiliyor. Yayınlamak istemediğiniz haberler konusunda baskı yapmaya çalışabiliyorlar…”
Bizim bu sayfalarda ve gazetedeki köşemizde sık sık dle getirdiğimiz meselelere çok iyi değinmiş Vahap üstat. Bakın 5 yıl önce 27 Kasım 2006’da Akşam’da ne yazmışız:
“Dün, kendi gazetesinde, kendisiyle yapılmış bir röportajda Hıncal Uluç ağabeyin dile getirdiği ve hem medya mensuplarını, hem de iş dünyasını ilgilendiren çok önemli bir tespit vardı. Aynen alıyorum.
‘Katılmayı düşündüğüm bütün basın gezilerine katılır, bütün hediyeleri de kabul ederim. Hiç umurumda değil. Çünkü beni hediye ile ayartacak adam daha anasının karnından doğmadı...’
Öyle bir paranoya var ya. Şirket, gazeteciyi yurt içi ya da dışında geziye götürüp tesislerini falan gösterecek. Ya da malum günlerde hediye gönderecek. O da bunları kabul edip yazı yazacak; sonra da tüketici bu yazıları okuyup sadece o firmanın ürün ve hizmetlerini satın alacak... Ölme eşeğim ölme...
Yine de çocuklarını ilk kez sokağa gönderdiklerinde, ‘Amcalar sana elma şekeri verirlerse sakın alma!’ diye tembihte bulunan anne-babalara benzeyen medya yöneticilerinin sayısı az değil...
Genel yayın yönetmeni ya da yazı işleri müdürü, patron salaktı çünkü; o firmanın hak etmediği düzeyde kayırıldığını anlamayacak... Ya da halk da geri zekalıydı... Tüm tüketim alışkanlıklarını bir haber ya da yazıyı okuyunca değiştiriverecek...”
Sütun santimle reklam eşdeğer ölçümlemesinin yanlışlığını ilk kez 13 yıl önce 1998 Ekim’inde Marketing Türkiye’nin düzenlediği PR forumunda ortaya koyup tartışılmasını sağlamıştık… Vahap’ın iki sütun bir santimlik lafının değeri milyonlarca dolar olabilir; reklam liste fiyatından bulunacak üç beş dolar değil…
Munyar’ın altını çizdiği her konu çok önemli… Keşke bir de gazetelerin reklam departmanlarından da söz etseymiş. Hani reklam sayfaların pazarlarken, “Biz size haber desteği de veririz” diye editörlük hizmetlerini de pazarlama aracı olarak kullanan ya da PR ile netice alamayınca reklam departmanını arayıp, “Keserim reklamlarınızı ha!” diye tehditler savuran müşteri karşısında el pençe divan durup sonra da dönüp ekonomi departmanına baskı yapan reklam sorumlularından…
Bu da önemli bir sorun çünkü… Genel algı, kuvvetli reklam veren karşısında medyanın teslim olmaya hazır olduğu yolunda; bu da PR’cıların elini kolunu bağlıyor tabii…
İletişim Şurası toplanırsa Vahap Munyar orada mutlaka konuşmalı…
Canı sıkmamak için canı sıkın…
İkbal Gıda’nın Pazarlama ve Kurumsal İletişim Müdürü Abdullah Nurata basit ancak önemli önerisini tatil bitip de ertesi sabah işler başladığında hatırlamak çok iyi geldi. İkbal Gıda’nın kurum dergisi İkbal Keyfi’nde “Sizin zamanınız kaç para?” diye sorduğu yazısında Abdullah Bey’in, zamanı yönetme konusunda verdiği ipuçlarından biri var ki; herkesin çok işine yarayabilir:
“İşlerinizi sıraya koyun ve ilk önce en çok sıkılacağınızı düşündüğünüz işi yapın. Geciktirmeyin ve hatta şimdi yapın.”
Özel bir takım gerekçelerle sesini duymaktan pek de hazzetmediğiniz bir kişiyle yapacağınız telefon görüşmesini ertelemenin çift yönlü maliyeti var: Hem bu sıkıntı aklınızdan gün boyu çıkmayacak hem de gündeminizdeki işi aksatıyor olma ihtimalinizle ayrıca canınızı sıkacaksınız. Bu arada gerçekten de işi sürüncemede bırakmış olacaksınız...
Bence bir deneyin. Abdullah Bey’in önerisine kulak verin ve sabah ilk iş olarak, çayınızı yudumlamadan, hiç de içinizden gelmeyen o telefon görüşmesini yapıverin. Bakın nasıl kuş gibi hafifleyeceksiniz. Gününüz daha iyi geçecek. Denenmiştir; bu nedenle gönül rahatlığıyla önerilir.