Dördüncü Restorasyon Dönemi’nin son çeyreği
17 TEMMUZ 2011
Cuma akşamı Nebil Özgentürk, Hıncal Uluç, Sunay Akın’la birlikte SkyTürk’te Cem Yılmaz’ı ağırladı. “Yaşamdan Dakikalar”da Cem diyordu ki: “Tevazu, bizim toprağın pin kodudur.”
Aynı anlam dairesinde bir başka saptamayı da geçtiğimiz günlerde “Artiz Mektebi”nde Sinan Çetin yaptı:
“Özgüveni çok gelişmiş tipi bizim seyirci yadırgar. Mahcupsa bağrına basar.”
Mahcup insana biçilen bu özel “değer” popüler kültür tarafından nesilden nesile taşınıyor. Terörün acılarıyla beslenmiş, hüznün eğitiminden geçmiş bir toplum olarak, “özgüven”e hasret kaldığımızı da aklımızdan çıkarmayalım. Kibirden uzak, mahcubiyeti, tevazuu hiç mi hiç ihmal etmeyen bir özgüven duygusuna millet olarak nasıl da ihtiyacımız var…
BDP’li siyasilerin de, onlara karşı olanların da bir an için bile olsa akıllarından çıkarmamaları gereken bir tek gerçek var:
İletişim kanalları mutlaka açık kalmalıdır. Bu kanallar tıkandığında üzerimizde dolanan melanet bulutlarından kurtulmak şöyle dursun, siyaseti de şiddet yöntemlerinin bir aracı haline tekrar getirmiş oluruz. Aklın sükût ettiği yerde de içimizdeki hayvan nerelere tırmanır bilinmez…
O zaman pin kodumuz olan tevazu ve mahcubiyeti ara ki bulasın...
Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya, Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Çırağan Sarayı’nda gazetecilerle sohbet toplantısındaki saptamalarını Cuma günkü köşesinde yazdı. Türkiye topraklarının yakın tarihine ilişkin olarak Sayın Bakan “dört restorasyon dönemi” saptamasında bulunuyor: Tanzimat, Cumhuriyet’in ilanı, çok partili hayata geçiş ve AK Parti iktidarı...
Benim ‘beşi bir yerde’m de şöyleydi bildiğiniz gibi: 'Cumhuriyet’in inşası – Demokrasi’nin inşası – Liberalizm’in yerleştirilmesi – Bürokrasi’nin izalesi - İlim irfana dayalı toplum'...
Dördüncü Restorasyon Döneminin son çeyreği, benim ifademle “ilim irfan” safhasına denk geliyor. Bu dönemden ne beklemek lazım? Mesela “klasik” dediğimiz “zamana direnen tüm iyi işler”in, entelektüel olanla popüler olanın buluştuğu kesişme noktalarının hızla artışını... Tevazu ve hoşgörünün yücelmesini…
Cem’in sözünü ettiği “tevazu” veya alkışa beş parmağını göğsüne dokundurarak karşılık veren, a’sında mutlaka şapka olan bir “alâturka”lık ve tüm süreçlerde bu duygu temeli üzerinde anlamını bulan modern ve tanımlanmış iş yapış biçimlerini... Devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarında bu türden bir “bileşim zihniyetinin” yerleşmesini…
Dördüncü Restorasyon Dönemi’nin son çeyreğinde, geleneksel değerlerden avangarda uzanan çok uzun bir yoldaki tüm renkleri aynı zemin üzerinde kaynaştıracak, sürdürülebilir sağlıklı iletişimin nefes alıp verebileceği oksijenli ortama her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kendini sıfırlayabilme gücü
İncesaz’dan, solistleri Dilek Türkan’dan “Mazi kalbimde bir yaradır”ı dinlemek, hatta bu dinleyiş anlarını hatırlamak bile ne güzel bir duygudur: “Mazi kalbimde bir yaradır / Bahtım saçlarımdan karadır / Beni zaman zaman ağlatan / İşte bu hazin hatıradır / Ne göğsünde uyuttu beni / Ne bûseyle avuttu beni / Geçti ardından uzun yıllar / O kadın da unuttu beni”...
Muhteşemdir…
Sema Moritz, aralarında Seyyan Hanım’ın da bulunduğu “efsane hanımlar”dan dinleyip tanıdığımız eserleri yorumlamış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. desteğiyle çıkarılan 11 şarkılık “İstanbullu Efsane Hanımların Dillerindeki Şarkılar” albümünü mutlaka edinin.
Pekçok anıyı yad etmek için... Ben bu şarkılarla birlikte rahmetli Seyyan Hanım ve “Cumhuriyete Kanat Gerenler” belgeselinin metinlerini seslendiren tiyatro sanatçımız Mübeccel Vardar’ı andım. Mübeccel Vardar da tıpkı Seyyan Hanım gibi sessizce ayrılmıştı aramızdan...
Seyyan Hanım’ı tanımayan genç arkadaşlarımız için bir hatırlatma: 30’lu yıllarda seslendirdiği Türkçe tangolarla şöhretinin doruklarındayken kendisini dinlemeye gelen genç teğmen Sait Oskay’a gönlünü kaptırıp, eşinin kolunda Sarıkamış’a giden ve gösteriş yerine sessiz bir yaşamı tercih eden bir hanımefendi... “Tango” denildiğinde akla gelen ilk isimlerden...
Bir de şöyle tanımlayayım dilerseniz: “Kendini sıfırlayabilme gücüne, vazgeçme özgürlüğüne sahip olan ender insanlardan biri...”
Aynı anlam dairesinde bir başka saptamayı da geçtiğimiz günlerde “Artiz Mektebi”nde Sinan Çetin yaptı:
“Özgüveni çok gelişmiş tipi bizim seyirci yadırgar. Mahcupsa bağrına basar.”
Mahcup insana biçilen bu özel “değer” popüler kültür tarafından nesilden nesile taşınıyor. Terörün acılarıyla beslenmiş, hüznün eğitiminden geçmiş bir toplum olarak, “özgüven”e hasret kaldığımızı da aklımızdan çıkarmayalım. Kibirden uzak, mahcubiyeti, tevazuu hiç mi hiç ihmal etmeyen bir özgüven duygusuna millet olarak nasıl da ihtiyacımız var…
BDP’li siyasilerin de, onlara karşı olanların da bir an için bile olsa akıllarından çıkarmamaları gereken bir tek gerçek var:
İletişim kanalları mutlaka açık kalmalıdır. Bu kanallar tıkandığında üzerimizde dolanan melanet bulutlarından kurtulmak şöyle dursun, siyaseti de şiddet yöntemlerinin bir aracı haline tekrar getirmiş oluruz. Aklın sükût ettiği yerde de içimizdeki hayvan nerelere tırmanır bilinmez…
O zaman pin kodumuz olan tevazu ve mahcubiyeti ara ki bulasın...
Genel Yayın Yönetmenimiz İsmail Küçükkaya, Dışişleri Bakanımız Sayın Ahmet Davutoğlu’nun Çırağan Sarayı’nda gazetecilerle sohbet toplantısındaki saptamalarını Cuma günkü köşesinde yazdı. Türkiye topraklarının yakın tarihine ilişkin olarak Sayın Bakan “dört restorasyon dönemi” saptamasında bulunuyor: Tanzimat, Cumhuriyet’in ilanı, çok partili hayata geçiş ve AK Parti iktidarı...
Benim ‘beşi bir yerde’m de şöyleydi bildiğiniz gibi: 'Cumhuriyet’in inşası – Demokrasi’nin inşası – Liberalizm’in yerleştirilmesi – Bürokrasi’nin izalesi - İlim irfana dayalı toplum'...
Dördüncü Restorasyon Döneminin son çeyreği, benim ifademle “ilim irfan” safhasına denk geliyor. Bu dönemden ne beklemek lazım? Mesela “klasik” dediğimiz “zamana direnen tüm iyi işler”in, entelektüel olanla popüler olanın buluştuğu kesişme noktalarının hızla artışını... Tevazu ve hoşgörünün yücelmesini…
Cem’in sözünü ettiği “tevazu” veya alkışa beş parmağını göğsüne dokundurarak karşılık veren, a’sında mutlaka şapka olan bir “alâturka”lık ve tüm süreçlerde bu duygu temeli üzerinde anlamını bulan modern ve tanımlanmış iş yapış biçimlerini... Devlet, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarında bu türden bir “bileşim zihniyetinin” yerleşmesini…
Dördüncü Restorasyon Dönemi’nin son çeyreğinde, geleneksel değerlerden avangarda uzanan çok uzun bir yoldaki tüm renkleri aynı zemin üzerinde kaynaştıracak, sürdürülebilir sağlıklı iletişimin nefes alıp verebileceği oksijenli ortama her zamankinden daha çok ihtiyacımız var.
Kendini sıfırlayabilme gücü
İncesaz’dan, solistleri Dilek Türkan’dan “Mazi kalbimde bir yaradır”ı dinlemek, hatta bu dinleyiş anlarını hatırlamak bile ne güzel bir duygudur: “Mazi kalbimde bir yaradır / Bahtım saçlarımdan karadır / Beni zaman zaman ağlatan / İşte bu hazin hatıradır / Ne göğsünde uyuttu beni / Ne bûseyle avuttu beni / Geçti ardından uzun yıllar / O kadın da unuttu beni”...
Muhteşemdir…
Sema Moritz, aralarında Seyyan Hanım’ın da bulunduğu “efsane hanımlar”dan dinleyip tanıdığımız eserleri yorumlamış. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür A.Ş. desteğiyle çıkarılan 11 şarkılık “İstanbullu Efsane Hanımların Dillerindeki Şarkılar” albümünü mutlaka edinin.
Pekçok anıyı yad etmek için... Ben bu şarkılarla birlikte rahmetli Seyyan Hanım ve “Cumhuriyete Kanat Gerenler” belgeselinin metinlerini seslendiren tiyatro sanatçımız Mübeccel Vardar’ı andım. Mübeccel Vardar da tıpkı Seyyan Hanım gibi sessizce ayrılmıştı aramızdan...
Seyyan Hanım’ı tanımayan genç arkadaşlarımız için bir hatırlatma: 30’lu yıllarda seslendirdiği Türkçe tangolarla şöhretinin doruklarındayken kendisini dinlemeye gelen genç teğmen Sait Oskay’a gönlünü kaptırıp, eşinin kolunda Sarıkamış’a giden ve gösteriş yerine sessiz bir yaşamı tercih eden bir hanımefendi... “Tango” denildiğinde akla gelen ilk isimlerden...
Bir de şöyle tanımlayayım dilerseniz: “Kendini sıfırlayabilme gücüne, vazgeçme özgürlüğüne sahip olan ender insanlardan biri...”