Düşünce ‘out’, duygu ‘in’!
16 MAYIS 2004
Amerika’da da aynı akım gözleniyor. Türkiye’de de: Dünya ‘mukaddes’ olanı ya da ‘maneviyatı’ yeniden keşfediyor. İletişimin, reklamın temelini de bu akım belirliyor zaten. Kontrolden çıkmış ‘Modernlik’, ‘Tüketim toplumu’, ‘Küreselleşme’ kendi kuyusunu kazdı. İnsanlar artık maddeden çok maneviyata, düşünceden çok duyguya hitabeden mesajları algılıyorlar.
NPQ Türkiye dergisinin desteği ile MTV’de yayınlanan “NPQ Tartışıyor” adlı programın sonuncusunda bu konulara değinildi. ABD kökenli NPQ dergisi 6 yıldır Türkiye’de de varlığını sürdürüyor. Ağır entelektüel konulara yer veren bir strateji dergisi. Park Holding sponsorluğunda üç ayda bir yayınlanıyor. Bin kadar abonesi var. Piyasada da satılıyor. Tüm dünyada 30 milyon kadar okuru olduğu biliniyor. Son sayı hariç 6 yılda yayınlanmış tüm makalelere npq.com.tr adresinden ücretsiz olarak ulaşmak mümkün.
“NPQ Tartışıyor” tüm popüler TV programlarına inat cuma akşamları 22.00’de ekrana geliyor. Cumartesi günleri 17.30’da tekrarı var. Hasbel kader içinde olduğumuz bu projenin fikri ortaya atıldığında, çoğu dostumuz, “Böyle ciddi şeylerle kimse ilgilenmez. Kendiniz konuşur kendiniz izlersiniz!” demişti. Program yayınlanalı 2 hafta oldu. İzleyip üzerine fikir yürütenlerin sayısı tüm tahminlerin üzerinde. Tabii popüler yapımlar kadar değil, ama yine de sonuç çarpıcı.
İşte bu programın sonuncusunda ‘modernlik ve gelenek’ konusu işlendi. Ben kendi payıma çok şey öğrendim. İşim gereği hemen aklıma halkın beğendiği, benimsediği siyasi duruş örnekleri, PR faaliyetleri, reklamlar geldi.
Şöyle bir yanyana getirin hepsini, siz de aynı saptamayı yapacaksınız. Zorlu Holding’in dizi film uzunluğuna yakın muhteşem reklamı, Volkswagen, Fiat, Opel, Renault, Audi, BMW’nin neredeyse araçların hiç gözükmediği anlatımları, Ayakkabı Dünyası, Algida, Bridgestone, Kent Şekerleme, Toy’s Rus, Omo, Nescafe Capucino, Zanussi, Efes Dark’ın yarattıkları duygusal atmosfer ve aklımıza gelmeyen niceleri...
Bu markaların hepsi sanki anlaşmış gibi TV’de sadece duygusal vaadlerini dile getiriyorlar. Rasyonel, maddi farklılıklarını ise daha çok yazılı basına saklıyorlar.
Sonra siyasi söylemlere bakın. Hangileri halkın üzerinde etkili oluyor. Yüreğimizi yakalayanlar mı, yoksa aklımıza yönelenler mi?
İşletmelerde dilediğiniz pozitif maddî ortamı yaratın, eğer çalışanların duygularına hitap edemiyorsanız, tüm ölçümlemelerde ‘çalışan tatmini’ ortalamanın altında çıkıyor.
Bütün bunları niçin yazdım. Geçen hafta dile getirdiğim bir konu ile ilgili: YÖK meselesi... Siyasi iletişimi bugüne kadar küçük hatalar dışında başarıyla yürüten hükümet, bu sefer nispeten yalnız kaldı. Çünkü uzun zamandır ilk kez üç ‘İ’ kuralını ihmal etti: “İstişare, İkna ve İttifak!” Bir de duyguları... Hâlâ meseleyi rasyonel haklılık boyutunda anlatmaya çalışmalarını anlamakta, algılamakta güçlük çekiyorum.
Müslüm Baba ve Albert Camus!
Terlik savaşlarını yakından izlemeye çalışıyorum. Pek çok terlik ve ayakkabı kampanyası bana ‘absürd’ geliyor. Hele Müslüm Baba’nın rol aldığı ‘Gezer’in son kampanyası iyice heyecanlandırdı beni.
Pek çok dile girmiş olan ‘Absurd’ sözcüğü ne yazık ki Türkçe sözlüklerde sadece ‘saçma, abes, absürd’, ya da halk arasında ‘abuk’ şeklindeki kavramlarla karşılanıyor. Oysa terlik reklamlarındaki yaklaşımı anlamak için ‘absürd’ün bu anlamları yeterli değil...
Varoluşçuluk ile haşır neşir olduğum yıllarda en önemli duraklarımdan biri Albert Camus idi. ‘Absurd’ kavramını da Camus ve tabii Samuel Beckett ile birlikte yeniden anlamaya çalışmıştım. Bugün Google’da ‘absurd ve Camus’ diye arama yaptığınızda 23.500 geri dönüş ve kaynak geliyor. Camus ‘absürd’ü ‘uyumsuzluk’ anlamında kullanıyor ve varoluşçu felsefenin temel unsurlarından biri olarak görüyordu. En bilinen eseri “Yabancı”da yazarın ‘absürd’ün doruklarına ulaştığı söylenir.
İşte Müslüm Baba’nın ‘Gezer’ reklamı da bu anlamda ‘absürd’ yani uyumsuz...
Ne dediği pek anlaşılmıyor. Ne dediğini de anlamak gerekmiyor zaten. Yoksa terlik pazarının hedef kitlesi Müslüm Baba’nın ne “Atansiyon!” demesine âşinadır ne de “Actung! Achtung!”una...
Sonra terliklerden örnekler geliyor ekrana. Fotoğraf ustası dostumuz Nihat Odabaşı, “En zor şey ayak ve ayakkabı fotoğrafı çekmektir” demişti. Gezer’in reklamını yapanlar hiç böyle bir komplekse kapılmamışlar mesela. Hele bir karede çorapla giyilmiş erkek terliği de koymuşlar ki, şahane! Sonra ‘packshot’ yani son söz geliyor: “Gezer! Herkese başka güzel!”... Kafiye falan hak getire... Ama hiç önemli değil. Dedik ya ‘absürd’...
İletişim bilimi açısından incelenmesi gereken bu terlik reklamları, hani bu yüzden bile iş yapıyor olabilir. Absürd meselesini merak edenler de ya Google’a ya da Camus’ye başvurabilirler...
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçenlerde Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.
Ya Camoka çıkarsa...
Çekimleri çok muazzam olmayabilir. Ya da Hooijdonk şahane bir oyunculuk da sergilememiş olabilir. Ama Cola Turka’nın son kampanyası “Çift taraflı simetrik iletişim” dediğimiz yaklaşıma en güzel örneklerden biri.
Hedef kitleyi pazarlamanın içine katan, onu ilişki ve iletişimin bir parçası haline getiren iletişim çalışmalarına, biz yakın zamana kadar “Marketing PR” derdik. Şimdilerde daha havalı olsun diye “Experiential Marketing” diyorlar. Cola Turka’nın yaptığı da bu. Gazanfer Özcan usta seyirciye soruyor: “Hooijdonk Portekiz’e hangi imajla gitsin? Pala bıyıkla mı, Ayhan Işık bıyığıyla mı, Camoka bıyığı ile mi, yoksa bıyıksız mı?” Katılımcılar SMS gönderiyorlar. İki soru var: Katılımcılara ne armağan verilecek? SMS gelirleri ne olacak? Cola Turka’nın bu iki soruya yanıtı ne websitelerinde var ne de gazete ilanlarında. Yoksa biz mi atladık?..
Umarız geliri bir hayır kurumuna bağışlarlar. Yoksa ters teper. Bir de, yine umarız Hooijdonk’la gerekli sözleşmeyi imzalamışlardır. FB seyircisi belli olmaz. Ya sonuç Camoka çıkar da, adam “Ben bu abuk bıyıkla oralara gitmem!” derse...
Aynı anlayışla yürütülen ve katılımcılara armağanlar veren iki kampanya daha var: Birinde bir web sitesi adresi vermişler: www.atesliseydene.com. Soru şu: İtalya üzerinden gelen ateşli şey de ne? 25 Mayıs’a kadar süren kampanyada yanıtı doğru bilen herkese armağan veriyorlarmış. İkinci kampanya da Panda’dan. Dondurmayı yedikten sonra arta kalan çubuğun üzerinde “Panda” yazısı bulan herkese bir tane Panda hediye ediyorlarmış. Bilinen o ki, bizim halkı iki şey çok ilgilendiriyor: Oyun ve küçük de olsa bedava verilen her hoşluk...
Kısa... Kısa...Kısa…
· Şu sıra ‘en iştah açıcı reklam’ yarışması düzenlense oyum kesinlikle Tariş’den yana olurdu. Ne diyecekse onu çok yalın ama duygusal bir şekilde söyleyen, çok ucuza mal olmuş bir film. “Ege’nin güneşi, Ege’nin denizi, Ege’nin lezzeti ve Ege’nin hakiki zeytin yağı”... Evet, söylenin hepsi bu. Ama etkili ve güçlü...
· Cem Özer’in yerinde olsam o rolü oynar mıydım bilmem. “Sanatçıdır. Her rol oynanır” diyebilirsiniz. Kadınların malum gününde karşılaştıkları ortamı canlandırmak yürek işi. Ben Cem Özer’i cesaretinden dolayı kutluyorum. Evy Lady’yi de böyle cesur bir işe yol verdiği için. Rekabetin arasından sıyrılmak için risk almışlar. “Risk yoksa kazanç da yoktur!” sözünü hatırlattılar bana... Genç kızlar ürüne daha çok rağbet edecekler mi, göreceğiz.
· “İlk adımlarımı seninle attım. Seninle yattım; seninle kalktım! Ayakkabım!” Ayakkabı Dünyası’nın bu güzelim mesajı, o güzelim reklam filmiyle beni etkilemeye devam ediyor. Hedef kitlesi olmamama rağmen, “Gideyim bir bakayım!” dedirtti bana. Çocuksu saflık (naiflik) her yaştan insanı etkiler. Yeter ki Osmanlı’nın dediği gibi “Usulü veçhile amel edile”... Bizce bu kampanya gerçekten de gerektiği gibi hayata geçirilmiş.
· Kinetix’in şu sıra dönen reklam filmi “Koş yoksa düşersin”i herhalde sadece ben ve benim kuşağım anlamakta güçlük çekiyordur. Yaşımız uygun değil ya... Ekrana yansıyan kilit mesajları okuyamayınca 12 yaşındaki oğluma sordum. Takır takır hepsini saydı. Ayrıca çok beğeniyormuş reklamı. Hayat beni, önyargılı olmamak gerektiği konusunda her gün eğitiyor. Vesile oldukları, ayrıca da mükemmel bir basın bilgilendirme dosyası hazırlayıp yolladıkları için teşekkür ediyorum.
· “Su isteyen elini uzatsın!” Bu slogan ECA’nın son reklam filmine ait. Photocell teknolojisine -elin altına tutulması ile suyun akmasını sağlayan, bu şekilde de israfı önleyen sistem- sadece lüks otellerde rastlanırdı. Artık ev ortamına da taşıdıklarını söylüyorlar. Hem de mükemmel bir şekilde söylüyorlar. Estetik ve başarılı bir dille.
NPQ Türkiye dergisinin desteği ile MTV’de yayınlanan “NPQ Tartışıyor” adlı programın sonuncusunda bu konulara değinildi. ABD kökenli NPQ dergisi 6 yıldır Türkiye’de de varlığını sürdürüyor. Ağır entelektüel konulara yer veren bir strateji dergisi. Park Holding sponsorluğunda üç ayda bir yayınlanıyor. Bin kadar abonesi var. Piyasada da satılıyor. Tüm dünyada 30 milyon kadar okuru olduğu biliniyor. Son sayı hariç 6 yılda yayınlanmış tüm makalelere npq.com.tr adresinden ücretsiz olarak ulaşmak mümkün.
“NPQ Tartışıyor” tüm popüler TV programlarına inat cuma akşamları 22.00’de ekrana geliyor. Cumartesi günleri 17.30’da tekrarı var. Hasbel kader içinde olduğumuz bu projenin fikri ortaya atıldığında, çoğu dostumuz, “Böyle ciddi şeylerle kimse ilgilenmez. Kendiniz konuşur kendiniz izlersiniz!” demişti. Program yayınlanalı 2 hafta oldu. İzleyip üzerine fikir yürütenlerin sayısı tüm tahminlerin üzerinde. Tabii popüler yapımlar kadar değil, ama yine de sonuç çarpıcı.
İşte bu programın sonuncusunda ‘modernlik ve gelenek’ konusu işlendi. Ben kendi payıma çok şey öğrendim. İşim gereği hemen aklıma halkın beğendiği, benimsediği siyasi duruş örnekleri, PR faaliyetleri, reklamlar geldi.
Şöyle bir yanyana getirin hepsini, siz de aynı saptamayı yapacaksınız. Zorlu Holding’in dizi film uzunluğuna yakın muhteşem reklamı, Volkswagen, Fiat, Opel, Renault, Audi, BMW’nin neredeyse araçların hiç gözükmediği anlatımları, Ayakkabı Dünyası, Algida, Bridgestone, Kent Şekerleme, Toy’s Rus, Omo, Nescafe Capucino, Zanussi, Efes Dark’ın yarattıkları duygusal atmosfer ve aklımıza gelmeyen niceleri...
Bu markaların hepsi sanki anlaşmış gibi TV’de sadece duygusal vaadlerini dile getiriyorlar. Rasyonel, maddi farklılıklarını ise daha çok yazılı basına saklıyorlar.
Sonra siyasi söylemlere bakın. Hangileri halkın üzerinde etkili oluyor. Yüreğimizi yakalayanlar mı, yoksa aklımıza yönelenler mi?
İşletmelerde dilediğiniz pozitif maddî ortamı yaratın, eğer çalışanların duygularına hitap edemiyorsanız, tüm ölçümlemelerde ‘çalışan tatmini’ ortalamanın altında çıkıyor.
Bütün bunları niçin yazdım. Geçen hafta dile getirdiğim bir konu ile ilgili: YÖK meselesi... Siyasi iletişimi bugüne kadar küçük hatalar dışında başarıyla yürüten hükümet, bu sefer nispeten yalnız kaldı. Çünkü uzun zamandır ilk kez üç ‘İ’ kuralını ihmal etti: “İstişare, İkna ve İttifak!” Bir de duyguları... Hâlâ meseleyi rasyonel haklılık boyutunda anlatmaya çalışmalarını anlamakta, algılamakta güçlük çekiyorum.
Müslüm Baba ve Albert Camus!
Terlik savaşlarını yakından izlemeye çalışıyorum. Pek çok terlik ve ayakkabı kampanyası bana ‘absürd’ geliyor. Hele Müslüm Baba’nın rol aldığı ‘Gezer’in son kampanyası iyice heyecanlandırdı beni.
Pek çok dile girmiş olan ‘Absurd’ sözcüğü ne yazık ki Türkçe sözlüklerde sadece ‘saçma, abes, absürd’, ya da halk arasında ‘abuk’ şeklindeki kavramlarla karşılanıyor. Oysa terlik reklamlarındaki yaklaşımı anlamak için ‘absürd’ün bu anlamları yeterli değil...
Varoluşçuluk ile haşır neşir olduğum yıllarda en önemli duraklarımdan biri Albert Camus idi. ‘Absurd’ kavramını da Camus ve tabii Samuel Beckett ile birlikte yeniden anlamaya çalışmıştım. Bugün Google’da ‘absurd ve Camus’ diye arama yaptığınızda 23.500 geri dönüş ve kaynak geliyor. Camus ‘absürd’ü ‘uyumsuzluk’ anlamında kullanıyor ve varoluşçu felsefenin temel unsurlarından biri olarak görüyordu. En bilinen eseri “Yabancı”da yazarın ‘absürd’ün doruklarına ulaştığı söylenir.
İşte Müslüm Baba’nın ‘Gezer’ reklamı da bu anlamda ‘absürd’ yani uyumsuz...
Ne dediği pek anlaşılmıyor. Ne dediğini de anlamak gerekmiyor zaten. Yoksa terlik pazarının hedef kitlesi Müslüm Baba’nın ne “Atansiyon!” demesine âşinadır ne de “Actung! Achtung!”una...
Sonra terliklerden örnekler geliyor ekrana. Fotoğraf ustası dostumuz Nihat Odabaşı, “En zor şey ayak ve ayakkabı fotoğrafı çekmektir” demişti. Gezer’in reklamını yapanlar hiç böyle bir komplekse kapılmamışlar mesela. Hele bir karede çorapla giyilmiş erkek terliği de koymuşlar ki, şahane! Sonra ‘packshot’ yani son söz geliyor: “Gezer! Herkese başka güzel!”... Kafiye falan hak getire... Ama hiç önemli değil. Dedik ya ‘absürd’...
İletişim bilimi açısından incelenmesi gereken bu terlik reklamları, hani bu yüzden bile iş yapıyor olabilir. Absürd meselesini merak edenler de ya Google’a ya da Camus’ye başvurabilirler...
Karalar bağlamaya gerek yok!
Reklam eleştirmenliği denince akla gelen ilk isim herhalde “Adage” dergisinin yazarı Bob Garfield’dir. Geçenlerde Marketing Türkiye dergisinin davetlisi olarak İstanbul’a geldi. Tıklım tıklım dolu bir salonda konuşmuş. Ben yoktum o konferansta. Salonda kendisini dinleyenlerden biraz daha şanslıydım aslında. Bir gün önce 5-6 kişinin katıldığı özel bir yemekte kendisiyle uzun boylu sohbet etme fırsatını bulmuştum. Uzun bir ufuk turu yaptık. Aklıma ne geldiyse sordum. Açık yüreklilikle yanıtladı.
Reklam verenlerin reklam ajansları vasıtasıyla basın üzerinde kurmaya çalıştıkları baskının sonunda kendilerine nasıl zarar verdiğini; konuşulan ve yaratıcı çözümleri nedeniyle ödül alan reklamlarla, iş hedefine uygun, yalın ve anlaşılır reklamların arasında denge kurulmazsa nasıl para kaybedildiğini; yıllarca müşterilerini iş ortağı gibi değil yolunacak tavuk gibi gören ajansların bugün artık yavaş yavaş uyansalar da, reklam veren nezdinde nasıl ciddi güven ve itibar kaybına uğradıklarını; ‘tüm iletişim hizmetlerinizi ben ve benim yan kuruluşlarım size verir” yaklaşımının nasıl çöktüğünü; medyanın kendi içinde etik kodlarını düzeltmediği ve ‘kör tuttuğunu öper’ yaklaşımını sürdürdüğü sürece reklamcılığın da bundan nasıl ciddi zarar gördüğünü falan konuştuk...
En önemli tespitim şu oldu: Bizim reklamcılık sektörü kendi haline bakıp da hiç karalar bağlamasın. ABD’de de durum farklı değil. Dünyanın, pazarın ve müşterinin değişimine ayak uydurulmadı mı, her yerde aynı sorunlar ortaya çıkıyor. İkinci önemli tespit: Müşteri artık iletişimi öğrenmiş. “Sen bana ne istediğini söyle gerisine karışma, akşama TV’de reklam filmini seyredersin” numarasını artık yemiyor. İletişimin her aşamasında ortak çalışma ve karara katılım istiyor.
Üçüncü tespit daha basit: İletişim harcamalarının geri dönüşünü artık herkes ölçüyor, bu nedenle de kimse laf ebeliğine pabuç bırakmıyor.
Ya Camoka çıkarsa...
Çekimleri çok muazzam olmayabilir. Ya da Hooijdonk şahane bir oyunculuk da sergilememiş olabilir. Ama Cola Turka’nın son kampanyası “Çift taraflı simetrik iletişim” dediğimiz yaklaşıma en güzel örneklerden biri.
Hedef kitleyi pazarlamanın içine katan, onu ilişki ve iletişimin bir parçası haline getiren iletişim çalışmalarına, biz yakın zamana kadar “Marketing PR” derdik. Şimdilerde daha havalı olsun diye “Experiential Marketing” diyorlar. Cola Turka’nın yaptığı da bu. Gazanfer Özcan usta seyirciye soruyor: “Hooijdonk Portekiz’e hangi imajla gitsin? Pala bıyıkla mı, Ayhan Işık bıyığıyla mı, Camoka bıyığı ile mi, yoksa bıyıksız mı?” Katılımcılar SMS gönderiyorlar. İki soru var: Katılımcılara ne armağan verilecek? SMS gelirleri ne olacak? Cola Turka’nın bu iki soruya yanıtı ne websitelerinde var ne de gazete ilanlarında. Yoksa biz mi atladık?..
Umarız geliri bir hayır kurumuna bağışlarlar. Yoksa ters teper. Bir de, yine umarız Hooijdonk’la gerekli sözleşmeyi imzalamışlardır. FB seyircisi belli olmaz. Ya sonuç Camoka çıkar da, adam “Ben bu abuk bıyıkla oralara gitmem!” derse...
Aynı anlayışla yürütülen ve katılımcılara armağanlar veren iki kampanya daha var: Birinde bir web sitesi adresi vermişler: www.atesliseydene.com. Soru şu: İtalya üzerinden gelen ateşli şey de ne? 25 Mayıs’a kadar süren kampanyada yanıtı doğru bilen herkese armağan veriyorlarmış. İkinci kampanya da Panda’dan. Dondurmayı yedikten sonra arta kalan çubuğun üzerinde “Panda” yazısı bulan herkese bir tane Panda hediye ediyorlarmış. Bilinen o ki, bizim halkı iki şey çok ilgilendiriyor: Oyun ve küçük de olsa bedava verilen her hoşluk...
Kısa... Kısa...Kısa…
· Şu sıra ‘en iştah açıcı reklam’ yarışması düzenlense oyum kesinlikle Tariş’den yana olurdu. Ne diyecekse onu çok yalın ama duygusal bir şekilde söyleyen, çok ucuza mal olmuş bir film. “Ege’nin güneşi, Ege’nin denizi, Ege’nin lezzeti ve Ege’nin hakiki zeytin yağı”... Evet, söylenin hepsi bu. Ama etkili ve güçlü...
· Cem Özer’in yerinde olsam o rolü oynar mıydım bilmem. “Sanatçıdır. Her rol oynanır” diyebilirsiniz. Kadınların malum gününde karşılaştıkları ortamı canlandırmak yürek işi. Ben Cem Özer’i cesaretinden dolayı kutluyorum. Evy Lady’yi de böyle cesur bir işe yol verdiği için. Rekabetin arasından sıyrılmak için risk almışlar. “Risk yoksa kazanç da yoktur!” sözünü hatırlattılar bana... Genç kızlar ürüne daha çok rağbet edecekler mi, göreceğiz.
· “İlk adımlarımı seninle attım. Seninle yattım; seninle kalktım! Ayakkabım!” Ayakkabı Dünyası’nın bu güzelim mesajı, o güzelim reklam filmiyle beni etkilemeye devam ediyor. Hedef kitlesi olmamama rağmen, “Gideyim bir bakayım!” dedirtti bana. Çocuksu saflık (naiflik) her yaştan insanı etkiler. Yeter ki Osmanlı’nın dediği gibi “Usulü veçhile amel edile”... Bizce bu kampanya gerçekten de gerektiği gibi hayata geçirilmiş.
· Kinetix’in şu sıra dönen reklam filmi “Koş yoksa düşersin”i herhalde sadece ben ve benim kuşağım anlamakta güçlük çekiyordur. Yaşımız uygun değil ya... Ekrana yansıyan kilit mesajları okuyamayınca 12 yaşındaki oğluma sordum. Takır takır hepsini saydı. Ayrıca çok beğeniyormuş reklamı. Hayat beni, önyargılı olmamak gerektiği konusunda her gün eğitiyor. Vesile oldukları, ayrıca da mükemmel bir basın bilgilendirme dosyası hazırlayıp yolladıkları için teşekkür ediyorum.
· “Su isteyen elini uzatsın!” Bu slogan ECA’nın son reklam filmine ait. Photocell teknolojisine -elin altına tutulması ile suyun akmasını sağlayan, bu şekilde de israfı önleyen sistem- sadece lüks otellerde rastlanırdı. Artık ev ortamına da taşıdıklarını söylüyorlar. Hem de mükemmel bir şekilde söylüyorlar. Estetik ve başarılı bir dille.