Ebru Gündeş’in danışmanı benim de danışmanımdı
24 TEMMUZ 2005
Dünkü Günaydın’da eğlence dünyamızı yakından ilgilendiren bir haber vardı. “Ebru Gündeş artık danışmanının direktiflerini uyguluyor!”...
Şöhret olmakla marka olmak meselesi üzerine burada kimbilir kaç kez söz ettim. Bu işin yollarını anlatmaya çalıştım. Ebru Hanım belki yolun çok başında. Ama başlamak yarı bitirmek demektir. O kadar önemli bir adım atmış ki, eğer sebat ederse gelecek onun için çok parlak olacak.
Dışardan ‘hafif’ ve ‘kolay’ gibi gözüken “Star iletişimi ve bireysel marka yönetimi” aslında son derece ciddi ve derinlikli bir iştir. Ebru Hanım da anlaşılan bu ciddiyete uygun bir karar almış. Röportajda sözü edilen İletişim Danışmanı, benim hayattaki en yakın dostlarımdan biridir: Üstün Barışta...
60’ların sonunda tanışmıştık. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İtalya’ya gitmiş, orada önce Roma Sosyal Bilimler Üniversitesi’ni sonra da dünyanın en önemli sinema okullarından biri olarak kabul edilen Centro Cinematografia di Roma’yı bitirmişti. Türkiye’ye döndükten sonra Genç Sinema, ardından Çağdaş Sinema yılları geldi ve Barışta nihayet reklam filmleri yönetmeliğinde karar kıldı. Pek çok başarılı reklam filmine ve kampanyaya imza attı.
Bu arada sadece benim hocam değildi. Aynı zamanda Ali Tara’nın yönetmenliğe ilk adım attığı yıllarda da formasyonuna büyük katma değer getirdi. Tara onun ısrarı ve desteği ile New York Üniversitesinde yüksek lisansını tamamlamıştı. İletişimin engin ufuklarına ilk yolculuğa çıktığımız yıllarda hepimiz, estetik, iletişim felsefesi ve yaşama sanatına ilişkin pek çok kavramı ilk kez ondan duymuştuk.
Üstün Barışta’nın Boğaziçi Üniversite’sinde verdiği Sinema Tarihi ve Film Estetiği derslerinde bizim dışımızda pek çok ünlü ve başarılı kişi rahle-i tedrisinden geçmiştir. Şu üç ismi saymakla yetinsem diğerleri mutlaka alınmayacaklardır: Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Ezel Akay...
Üstün’ün bizlere verdiği emeğin çok daha fazlasını sunduğu ve ondan aldıklarını yüzde yüz hak ettiklerine inandığım bir iki ismi daha burada anmamak en azından onlara haksızlık olur. 1976 yılından bu yana dostluğumuz bazı inkıtalarla da olsa yılmadan süren Sezen Aksu’yu bana o tanıştırmıştı. Sezen Üstün’den “Benim üniversitem!” diye söz eder. Onun eşsiz ruhsal zenginliğinin dünyaya düşmesinde Üstün’ün yumuşak bir paraşüt görevi gören katma değerini en yakın gözlemleyenlerden biri de ben oldum. Çünkü daima arka planda kalmayı tercih etti. Bu konuya burada değinmemin nedeni de zaten onun değil Sezen’in bir iki söyleşisinde bu özel ilişkiye değinmiş olmasıdır.
Barışta, yine Sezen’in tavassutu ile Tarkan’ın en zor günlerinde yanında oldu ve o ünlü çıkışının planlanmasında usta bir ‘mentor’ gibi rol aldı. Tarkan’ın ABD serüveninin arkasındaki fikir babası da odur.
İletişimin her alanında, özellikle ‘business communication’ denen iş bağlamında iletilişim, konusunda hepimiz onun yanında çırak kalırız. Bugün bireysel düzeyde yürüttüğü ‘koçluk’ çalışmalarının yanında daha çok özel reklam kampanyalarında danışmanlık ve yönetmenlik yapan ve daha çok kurumsal tanıtım filmlerine imzasını atan Üstün Barışta hiç bir zaman ön planda görünmemeye çalıştı.
İşte Günyadın’da Dünkü Günaydın’da eğlence dünyamızı yakından ilgilendiren bir haber vardı. “Ebru Gündeş artık danışmanının direktiflerini uyguluyor!”...Şöhret olmakla marka olmak meselesi üzerine burada kimbilir kaç kez söz ettim. Bu işin yollarını anlatmaya çalıştım. Ebru Hanım belki yolun çok başında. Ama başlamak yarı bitirmek demektir. O kadar önemli bir adım atmış ki, eğer sebat ederse gelecek onun için çok parlak olacak.
Dışardan ‘hafif’ ve ‘kolay’ gibi gözüken “Star iletişimi ve bireysel marka yönetimi” aslında son derece ciddi ve derinlikli bir iştir. Ebru Hanım da anlaşılan bu ciddiyete uygun bir karar almış. Röportajda sözü edilen İletişim Danışmanı, benim hayattaki en yakın dostlarımdan biridir: Üstün Barışta...
60’ların sonunda tanışmıştık. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İtalya’ya gitmiş, orada önce Roma Sosyal Bilimler Üniversitesi’ni sonra da dünyanın en önemli sinema okullarından biri olarak kabul edilen Centro Cinematografia di Roma’yı bitirmişti. Türkiye’ye döndükten sonra Genç Sinema, ardından Çağdaş Sinema yılları geldi ve Barışta nihayet reklam filmleri yönetmeliğinde karar kıldı. Pek çok başarılı reklam filmine ve kampanyaya imza attı.
Bu arada sadece benim hocam değildi. Aynı zamanda Ali Tara’nın yönetmenliğe ilk adım attığı yıllarda da formasyonuna büyük katma değer getirdi. Tara onun ısrarı ve desteği ile New York Üniversitesinde yüksek lisansını tamamlamıştı. İletişimin engin ufuklarına ilk yolculuğa çıktığımız yıllarda hepimiz, estetik, iletişim felsefesi ve yaşama sanatına ilişkin pek çok kavramı ilk kez ondan duymuştuk.
Üstün Barışta’nın Boğaziçi Üniversite’sinde verdiği Sinema Tarihi ve Film Estetiği derslerinde bizim dışımızda pek çok ünlü ve başarılı kişi rahle-i tedrisinden geçmiştir. Şu üç ismi saymakla yetinsem diğerleri mutlaka alınmayacaklardır: Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Ezel Akay...
Üstün’ün bizlere verdiği emeğin çok daha fazlasını sunduğu ve ondan aldıklarını yüzde yüz hak ettiklerine inandığım bir iki ismi daha burada anmamak en azından onlara haksızlık olur. 1976 yılından bu yana dostluğumuz bazı inkıtalarla da olsa yılmadan süren Sezen Aksu’yu bana o tanıştırmıştı. Sezen Üstün’den “Benim üniversitem!” diye söz eder. Onun eşsiz ruhsal zenginliğinin dünyaya düşmesinde Üstün’ün yumuşak bir paraşüt görevi gören katma değerini en yakın gözlemleyenlerden biri de ben oldum. Çünkü daima arka planda kalmayı tercih etti. Bu konuya burada değinmemin nedeni de zaten onun değil Sezen’in bir iki söyleşisinde bu özel ilişkiye değinmiş olmasıdır.
Barışta, yine Sezen’in tavassutu ile Tarkan’ın en zor günlerinde yanında oldu ve o ünlü çıkışının planlanmasında usta bir ‘mentor’ gibi rol aldı. Tarkan’ın ABD serüveninin arkasındaki fikir babası da odur.
İletişimin her alanında, özellikle ‘business communication’ denen iş bağlamında iletilişim, konusunda hepimiz onun yanında çırak kalırız. Bugün bireysel düzeyde yürüttüğü ‘koçluk’ çalışmalarının yanında daha çok özel reklam kampanyalarında danışmanlık ve yönetmenlik yapan ve daha çok kurumsal tanıtım filmlerine imzasını atan Üstün Barışta hiç bir zaman ön planda görünmemeye çalıştı.
İşte Günyadın’da “Ebru Gündeş kendisine iletişim danışmanı tuttu” diye sözü edilen kişi böyle biridir. Ebru Hanımı üç nedenle kutluyorum. Birincisi, mesleki geleceği için böylesine önemli bir karar alabildiği için. İkincisi, Üstün’ü kendisiyle çalışmaya ikna edebildiği için. Nihayet üçüncüsü eğer sebat ederse eğlence dünyasında “bireysel şöhret ve marka yönetiminin” nasıl ele alınması gerektiğine mükemmel bir örnek teşkil edeceği için.
Pekiyi adından söz edilmesine hiçbir zaman izin vermeyen Barışta’dan burada söz edebilmek nasıl izin aldım? Onu zayıf yerinden vurarak... Eşini aradım ve dedim ki:”Bak Pakize, bütün dostlarımın hep arkalarından mı yazacağım. Bırak bu kez bir değişiklik yapalım. Ne dersin?” Gördüğünüz gibi etkili oldu...
Opet’in parası boşa gitmez
Ne zaman Cem Yılmaz’lı yeni bir reklam filmi başlasa heyecanlanırım. Birkaç nedenden. Bir: Her zaman söylediğim gibi bir Cem Yılmaz fanıyım. Karşımda hiçbir şey yapmadan dursa, en azından eski yaptıklarını hatırlayıp gülebilirim. İki: Rol aldığı her reklam filmine ayrı bir buluş katar, mutlaka fark yaratır. Üç: Oynadığı reklam filmleri ürünün hatırlanmasına mutlaka değer katar.
İş satışa gelince ne olur, pek bilmiyorum. Her ne kadar isimsiz Ayşe Teyze figürüyle Lay’s reklamlarının çok daha fazla iş yaptığı, ürünün pazar payını beklenenin çok üstünde artırdığı iddia edilse de, Doritos Alaturca’yı o dönemde bilmeyen kalmamıştı. Belki Cem’in oynadığı reklama biçilmiş görev oydu...
Bu kez de Opet’i bekliyordum heyecanla. Nihayet geldi. “Kara Şimşek” dizisinin parodisiyle geldi. Kit olmuş Git. Mike, bizim Mayk... Önümüzdeki günlerde herkesin Opet reklamı konuşacağı kesin. Herkes Opet’e koşacak mı onu bilmem. Bu aşamada reklamın iş hedefi sadece marka ile sempatik bir bağ kurulması ise, Cem bunu kesinlikle başaracaktır. O halde, Cem hiç korkmasın; Opet’in parası boşa gitmeyecek...
Tele-Taciz
Günlerden çarşamba, saat:10.30. Haftanın en yoğun iş günü ve ideal bir toplantı saati. Ben de Garanti Sigorta’da önemli bir toplantıdayım. Cep telefonum çaldı, açtım. Bilmem ne Otel’den Nilüfer Hanım hatta.
- Ali Saydam Bey ile mi görüşüyorum?
- Evet, benim, buyurun.
- Ben Bilmem ne Otel‘den arıyorum. Size özel bir kart teklifimiz var. Bu konuyla ilgili bilgi vereceğim
- Ben şu an önemli bir toplantıdayım, cep telefonuma yansıyan numara sizin ise ben sizi arayayım...
Cep telefonumdan satış ya da tanıtım amaçlı aramalarını bir yana bırakın, dikkat ettiyseniz konuşmanın hiçbir yerinde ‘Müsait misiniz? Rahatsız etmiyorum ya!’ türü nezaket gerektiren sözler yok.
İnadına ertesi gün... Yine önemli bir toplantının tam ortasındayım. Asistanım kapıdan kafasını uzatıyor:
- Ali Bey, bilmem ne sigorta genel müdürlüğünden arıyorlar.
- Bağla bakalım
- Ali Bey’le mi görüşüyoruz
- Evet, ta kendisi! (Beni genel müdürüne bağlayacak herhalde. Ama hayır!)
- Sizin için çok özel bir yaşam sigortası paketimiz var.
- Benim her şeyim sigortalı hanımefendi... (diye başlıyorum ve biraz da bir gün öncesinin hışmıyla zavallı kadıncağıza demediğimi bırakmıyorum)
Günün birinde cep telefonumdan aranıp, bana ne kadar kolaylıklar sağlayacağını anlatan bir satışçı beklemiyordum. Hata etmişim. Benim ilk kez başıma geliyormuş ama o an toplantı odasında olan herkes benzer olayı bir kaç kez yaşamış. Hatta satışçının ısrarı öyle boyutlara varmış ki, toplantıda bulunan Tayfa reklam ajansının sahibi Güngör Türkömer dayanamayıp kullanamayacak dahi olsa bir otelin hizmet kartını satın almak zorunda kalmış.
Bu işten hoşlananlar var mıdır bilmem, ama iş hiç sevimli değil. Bu tür tele-taciz olayları öyle bir geri dönüverir ki, o otelin, şirketin, ürünün adını bile duymak istemezsiniz.
Argo kullanmak zor iştir
Otobüslerin arkasında gördüm. Bir hayli şaşırdım. Koçbank ile Setur’un işbirliğini anlatan bir reklam bu. Sonra bankanın web sitesine baktım. Orada da var. Bir promosyon kampanyası anlatılıyor. 2005 yılı boyunca sadece Koçbank Kredi Kartı sahipleri Setur acentelerini kullanarak yapacakları tüm yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinde normal taksit tutarı üzerine artı 2 taksit imkânından yararlanıyorlarmış...
Buraya kadar gayet iyi. Peki, şaşırtıcı olan ne? Şaşırtıcı olan reklam sloganı. Bakın ne demişler: Koçbank Kredi Kartı ile Setur’da Haydi Artı İkile!
Bu sloganı seçen kişi Google’a girip, “ikile” yazsa karşısına 619 bulgu çıkacak. Hepsi de ‘ikile’nin argoda nasıl kullanıldığını anlatıyor. Özetle ‘Bas git!’, ‘Defol git!’, ‘Uza bakalım!’, ‘Naşla!’, ‘Gazla, anca gidersin!’, ‘Sağdan git, cüzdan bulursun!’ anlamına geliyor. Argo reklamda kullanılmaz mı? Kullanılır. Ama kullandığınız ürün ve kurumun kültürüyle uyuşması koşuluyla. “İkile!”, ne Koç kültürüne yakışıyor, ne de ciddiyeti ve yarattığı güven ortamıyla rakiplerinin önüne geçen Setur kültürüne. Gözden kaçmış herhalde...“Ebru Gündeş kendisine iletişim danışmanı tuttu” diye sözü edilen kişi böyle biridir. Ebru Hanımı üç nedenle kutluyorum. Birincisi, mesleki geleceği için böylesine önemli bir karar alabildiği için. İkincisi, Üstün’ü kendisiyle çalışmaya ikna edebildiği için. Nihayet üçüncüsü eğer sebat ederse eğlence dünyasında “bireysel şöhret ve marka yönetiminin” nasıl ele alınması gerektiğine mükemmel bir örnek teşkil edeceği için.
Pekiyi adından söz edilmesine hiçbir zaman izin vermeyen Barışta’dan burada söz edebilmek nasıl izin aldım? Onu zayıf yerinden vurarak... Eşini aradım ve dedim ki:”Bak Pakize, bütün dostlarımın hep arkalarından mı yazacağım. Bırak bu kez bir değişiklik yapalım. Ne dersin?” Gördüğünüz gibi etkili oldu...
Opet’in parası boşa gitmez
Ne zaman Cem Yılmaz’lı yeni bir reklam filmi başlasa heyecanlanırım. Birkaç nedenden. Bir: Her zaman söylediğim gibi bir Cem Yılmaz fanıyım. Karşımda hiçbir şey yapmadan dursa, en azından eski yaptıklarını hatırlayıp gülebilirim. İki: Rol aldığı her reklam filmine ayrı bir buluş katar, mutlaka fark yaratır. Üç: Oynadığı reklam filmleri ürünün hatırlanmasına mutlaka değer katar.
İş satışa gelince ne olur, pek bilmiyorum. Her ne kadar isimsiz Ayşe Teyze figürüyle Lay’s reklamlarının çok daha fazla iş yaptığı, ürünün pazar payını beklenenin çok üstünde artırdığı iddia edilse de, Doritos Alaturca’yı o dönemde bilmeyen kalmamıştı. Belki Cem’in oynadığı reklama biçilmiş görev oydu...
Bu kez de Opet’i bekliyordum heyecanla. Nihayet geldi. “Kara Şimşek” dizisinin parodisiyle geldi. Kit olmuş Git. Mike, bizim Mayk... Önümüzdeki günlerde herkesin Opet reklamı konuşacağı kesin. Herkes Opet’e koşacak mı onu bilmem. Bu aşamada reklamın iş hedefi sadece marka ile sempatik bir bağ kurulması ise, Cem bunu kesinlikle başaracaktır. O halde, Cem hiç korkmasın; Opet’in parası boşa gitmeyecek...
Tele-Taciz
Günlerden çarşamba, saat:10.30. Haftanın en yoğun iş günü ve ideal bir toplantı saati. Ben de Garanti Sigorta’da önemli bir toplantıdayım. Cep telefonum çaldı, açtım. Bilmem ne Otel’den Nilüfer Hanım hatta.
- Ali Saydam Bey ile mi görüşüyorum?
- Evet, benim, buyurun.
- Ben Bilmem ne Otel‘den arıyorum. Size özel bir kart teklifimiz var. Bu konuyla ilgili bilgi vereceğim
- Ben şu an önemli bir toplantıdayım, cep telefonuma yansıyan numara sizin ise ben sizi arayayım...
Cep telefonumdan satış ya da tanıtım amaçlı aramalarını bir yana bırakın, dikkat ettiyseniz konuşmanın hiçbir yerinde ‘Müsait misiniz? Rahatsız etmiyorum ya!’ türü nezaket gerektiren sözler yok.
İnadına ertesi gün... Yine önemli bir toplantının tam ortasındayım. Asistanım kapıdan kafasını uzatıyor:
- Ali Bey, bilmem ne sigorta genel müdürlüğünden arıyorlar.
- Bağla bakalım
- Ali Bey’le mi görüşüyoruz
- Evet, ta kendisi! (Beni genel müdürüne bağlayacak herhalde. Ama hayır!)
- Sizin için çok özel bir yaşam sigortası paketimiz var.
- Benim her şeyim sigortalı hanımefendi... (diye başlıyorum ve biraz da bir gün öncesinin hışmıyla zavallı kadıncağıza demediğimi bırakmıyorum)
Günün birinde cep telefonumdan aranıp, bana ne kadar kolaylıklar sağlayacağını anlatan bir satışçı beklemiyordum. Hata etmişim. Benim ilk kez başıma geliyormuş ama o an toplantı odasında olan herkes benzer olayı bir kaç kez yaşamış. Hatta satışçının ısrarı öyle boyutlara varmış ki, toplantıda bulunan Tayfa reklam ajansının sahibi Güngör Türkömer dayanamayıp kullanamayacak dahi olsa bir otelin hizmet kartını satın almak zorunda kalmış.
Bu işten hoşlananlar var mıdır bilmem, ama iş hiç sevimli değil. Bu tür tele-taciz olayları öyle bir geri dönüverir ki, o otelin, şirketin, ürünün adını bile duymak istemezsiniz.
Argo kullanmak zor iştir
Otobüslerin arkasında gördüm. Bir hayli şaşırdım. Koçbank ile Setur’un işbirliğini anlatan bir reklam bu. Sonra bankanın web sitesine baktım. Orada da var. Bir promosyon kampanyası anlatılıyor. 2005 yılı boyunca sadece Koçbank Kredi Kartı sahipleri Setur acentelerini kullanarak yapacakları tüm yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinde normal taksit tutarı üzerine artı 2 taksit imkânından yararlanıyorlarmış...
Buraya kadar gayet iyi. Peki, şaşırtıcı olan ne? Şaşırtıcı olan reklam sloganı. Bakın ne demişler: Koçbank Kredi Kartı ile Setur’da Haydi Artı İkile!
Bu sloganı seçen kişi Google’a girip, “ikile” yazsa karşısına 619 bulgu çıkacak. Hepsi de ‘ikile’nin argoda nasıl kullanıldığını anlatıyor. Özetle ‘Bas git!’, ‘Defol git!’, ‘Uza bakalım!’, ‘Naşla!’, ‘Gazla, anca gidersin!’, ‘Sağdan git, cüzdan bulursun!’ anlamına geliyor. Argo reklamda kullanılmaz mı? Kullanılır. Ama kullandığınız ürün ve kurumun kültürüyle uyuşması koşuluyla. “İkile!”, ne Koç kültürüne yakışıyor, ne de ciddiyeti ve yarattığı güven ortamıyla rakiplerinin önüne geçen Setur kültürüne. Gözden kaçmış herhalde...
Şöhret olmakla marka olmak meselesi üzerine burada kimbilir kaç kez söz ettim. Bu işin yollarını anlatmaya çalıştım. Ebru Hanım belki yolun çok başında. Ama başlamak yarı bitirmek demektir. O kadar önemli bir adım atmış ki, eğer sebat ederse gelecek onun için çok parlak olacak.
Dışardan ‘hafif’ ve ‘kolay’ gibi gözüken “Star iletişimi ve bireysel marka yönetimi” aslında son derece ciddi ve derinlikli bir iştir. Ebru Hanım da anlaşılan bu ciddiyete uygun bir karar almış. Röportajda sözü edilen İletişim Danışmanı, benim hayattaki en yakın dostlarımdan biridir: Üstün Barışta...
60’ların sonunda tanışmıştık. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İtalya’ya gitmiş, orada önce Roma Sosyal Bilimler Üniversitesi’ni sonra da dünyanın en önemli sinema okullarından biri olarak kabul edilen Centro Cinematografia di Roma’yı bitirmişti. Türkiye’ye döndükten sonra Genç Sinema, ardından Çağdaş Sinema yılları geldi ve Barışta nihayet reklam filmleri yönetmeliğinde karar kıldı. Pek çok başarılı reklam filmine ve kampanyaya imza attı.
Bu arada sadece benim hocam değildi. Aynı zamanda Ali Tara’nın yönetmenliğe ilk adım attığı yıllarda da formasyonuna büyük katma değer getirdi. Tara onun ısrarı ve desteği ile New York Üniversitesinde yüksek lisansını tamamlamıştı. İletişimin engin ufuklarına ilk yolculuğa çıktığımız yıllarda hepimiz, estetik, iletişim felsefesi ve yaşama sanatına ilişkin pek çok kavramı ilk kez ondan duymuştuk.
Üstün Barışta’nın Boğaziçi Üniversite’sinde verdiği Sinema Tarihi ve Film Estetiği derslerinde bizim dışımızda pek çok ünlü ve başarılı kişi rahle-i tedrisinden geçmiştir. Şu üç ismi saymakla yetinsem diğerleri mutlaka alınmayacaklardır: Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Ezel Akay...
Üstün’ün bizlere verdiği emeğin çok daha fazlasını sunduğu ve ondan aldıklarını yüzde yüz hak ettiklerine inandığım bir iki ismi daha burada anmamak en azından onlara haksızlık olur. 1976 yılından bu yana dostluğumuz bazı inkıtalarla da olsa yılmadan süren Sezen Aksu’yu bana o tanıştırmıştı. Sezen Üstün’den “Benim üniversitem!” diye söz eder. Onun eşsiz ruhsal zenginliğinin dünyaya düşmesinde Üstün’ün yumuşak bir paraşüt görevi gören katma değerini en yakın gözlemleyenlerden biri de ben oldum. Çünkü daima arka planda kalmayı tercih etti. Bu konuya burada değinmemin nedeni de zaten onun değil Sezen’in bir iki söyleşisinde bu özel ilişkiye değinmiş olmasıdır.
Barışta, yine Sezen’in tavassutu ile Tarkan’ın en zor günlerinde yanında oldu ve o ünlü çıkışının planlanmasında usta bir ‘mentor’ gibi rol aldı. Tarkan’ın ABD serüveninin arkasındaki fikir babası da odur.
İletişimin her alanında, özellikle ‘business communication’ denen iş bağlamında iletilişim, konusunda hepimiz onun yanında çırak kalırız. Bugün bireysel düzeyde yürüttüğü ‘koçluk’ çalışmalarının yanında daha çok özel reklam kampanyalarında danışmanlık ve yönetmenlik yapan ve daha çok kurumsal tanıtım filmlerine imzasını atan Üstün Barışta hiç bir zaman ön planda görünmemeye çalıştı.
İşte Günyadın’da Dünkü Günaydın’da eğlence dünyamızı yakından ilgilendiren bir haber vardı. “Ebru Gündeş artık danışmanının direktiflerini uyguluyor!”...Şöhret olmakla marka olmak meselesi üzerine burada kimbilir kaç kez söz ettim. Bu işin yollarını anlatmaya çalıştım. Ebru Hanım belki yolun çok başında. Ama başlamak yarı bitirmek demektir. O kadar önemli bir adım atmış ki, eğer sebat ederse gelecek onun için çok parlak olacak.
Dışardan ‘hafif’ ve ‘kolay’ gibi gözüken “Star iletişimi ve bireysel marka yönetimi” aslında son derece ciddi ve derinlikli bir iştir. Ebru Hanım da anlaşılan bu ciddiyete uygun bir karar almış. Röportajda sözü edilen İletişim Danışmanı, benim hayattaki en yakın dostlarımdan biridir: Üstün Barışta...
60’ların sonunda tanışmıştık. Galatasaray Lisesi’nden mezun olduktan sonra İtalya’ya gitmiş, orada önce Roma Sosyal Bilimler Üniversitesi’ni sonra da dünyanın en önemli sinema okullarından biri olarak kabul edilen Centro Cinematografia di Roma’yı bitirmişti. Türkiye’ye döndükten sonra Genç Sinema, ardından Çağdaş Sinema yılları geldi ve Barışta nihayet reklam filmleri yönetmeliğinde karar kıldı. Pek çok başarılı reklam filmine ve kampanyaya imza attı.
Bu arada sadece benim hocam değildi. Aynı zamanda Ali Tara’nın yönetmenliğe ilk adım attığı yıllarda da formasyonuna büyük katma değer getirdi. Tara onun ısrarı ve desteği ile New York Üniversitesinde yüksek lisansını tamamlamıştı. İletişimin engin ufuklarına ilk yolculuğa çıktığımız yıllarda hepimiz, estetik, iletişim felsefesi ve yaşama sanatına ilişkin pek çok kavramı ilk kez ondan duymuştuk.
Üstün Barışta’nın Boğaziçi Üniversite’sinde verdiği Sinema Tarihi ve Film Estetiği derslerinde bizim dışımızda pek çok ünlü ve başarılı kişi rahle-i tedrisinden geçmiştir. Şu üç ismi saymakla yetinsem diğerleri mutlaka alınmayacaklardır: Derviş Zaim, Nuri Bilge Ceylan, Ezel Akay...
Üstün’ün bizlere verdiği emeğin çok daha fazlasını sunduğu ve ondan aldıklarını yüzde yüz hak ettiklerine inandığım bir iki ismi daha burada anmamak en azından onlara haksızlık olur. 1976 yılından bu yana dostluğumuz bazı inkıtalarla da olsa yılmadan süren Sezen Aksu’yu bana o tanıştırmıştı. Sezen Üstün’den “Benim üniversitem!” diye söz eder. Onun eşsiz ruhsal zenginliğinin dünyaya düşmesinde Üstün’ün yumuşak bir paraşüt görevi gören katma değerini en yakın gözlemleyenlerden biri de ben oldum. Çünkü daima arka planda kalmayı tercih etti. Bu konuya burada değinmemin nedeni de zaten onun değil Sezen’in bir iki söyleşisinde bu özel ilişkiye değinmiş olmasıdır.
Barışta, yine Sezen’in tavassutu ile Tarkan’ın en zor günlerinde yanında oldu ve o ünlü çıkışının planlanmasında usta bir ‘mentor’ gibi rol aldı. Tarkan’ın ABD serüveninin arkasındaki fikir babası da odur.
İletişimin her alanında, özellikle ‘business communication’ denen iş bağlamında iletilişim, konusunda hepimiz onun yanında çırak kalırız. Bugün bireysel düzeyde yürüttüğü ‘koçluk’ çalışmalarının yanında daha çok özel reklam kampanyalarında danışmanlık ve yönetmenlik yapan ve daha çok kurumsal tanıtım filmlerine imzasını atan Üstün Barışta hiç bir zaman ön planda görünmemeye çalıştı.
İşte Günyadın’da “Ebru Gündeş kendisine iletişim danışmanı tuttu” diye sözü edilen kişi böyle biridir. Ebru Hanımı üç nedenle kutluyorum. Birincisi, mesleki geleceği için böylesine önemli bir karar alabildiği için. İkincisi, Üstün’ü kendisiyle çalışmaya ikna edebildiği için. Nihayet üçüncüsü eğer sebat ederse eğlence dünyasında “bireysel şöhret ve marka yönetiminin” nasıl ele alınması gerektiğine mükemmel bir örnek teşkil edeceği için.
Pekiyi adından söz edilmesine hiçbir zaman izin vermeyen Barışta’dan burada söz edebilmek nasıl izin aldım? Onu zayıf yerinden vurarak... Eşini aradım ve dedim ki:”Bak Pakize, bütün dostlarımın hep arkalarından mı yazacağım. Bırak bu kez bir değişiklik yapalım. Ne dersin?” Gördüğünüz gibi etkili oldu...
Opet’in parası boşa gitmez
Ne zaman Cem Yılmaz’lı yeni bir reklam filmi başlasa heyecanlanırım. Birkaç nedenden. Bir: Her zaman söylediğim gibi bir Cem Yılmaz fanıyım. Karşımda hiçbir şey yapmadan dursa, en azından eski yaptıklarını hatırlayıp gülebilirim. İki: Rol aldığı her reklam filmine ayrı bir buluş katar, mutlaka fark yaratır. Üç: Oynadığı reklam filmleri ürünün hatırlanmasına mutlaka değer katar.
İş satışa gelince ne olur, pek bilmiyorum. Her ne kadar isimsiz Ayşe Teyze figürüyle Lay’s reklamlarının çok daha fazla iş yaptığı, ürünün pazar payını beklenenin çok üstünde artırdığı iddia edilse de, Doritos Alaturca’yı o dönemde bilmeyen kalmamıştı. Belki Cem’in oynadığı reklama biçilmiş görev oydu...
Bu kez de Opet’i bekliyordum heyecanla. Nihayet geldi. “Kara Şimşek” dizisinin parodisiyle geldi. Kit olmuş Git. Mike, bizim Mayk... Önümüzdeki günlerde herkesin Opet reklamı konuşacağı kesin. Herkes Opet’e koşacak mı onu bilmem. Bu aşamada reklamın iş hedefi sadece marka ile sempatik bir bağ kurulması ise, Cem bunu kesinlikle başaracaktır. O halde, Cem hiç korkmasın; Opet’in parası boşa gitmeyecek...
Tele-Taciz
Günlerden çarşamba, saat:10.30. Haftanın en yoğun iş günü ve ideal bir toplantı saati. Ben de Garanti Sigorta’da önemli bir toplantıdayım. Cep telefonum çaldı, açtım. Bilmem ne Otel’den Nilüfer Hanım hatta.
- Ali Saydam Bey ile mi görüşüyorum?
- Evet, benim, buyurun.
- Ben Bilmem ne Otel‘den arıyorum. Size özel bir kart teklifimiz var. Bu konuyla ilgili bilgi vereceğim
- Ben şu an önemli bir toplantıdayım, cep telefonuma yansıyan numara sizin ise ben sizi arayayım...
Cep telefonumdan satış ya da tanıtım amaçlı aramalarını bir yana bırakın, dikkat ettiyseniz konuşmanın hiçbir yerinde ‘Müsait misiniz? Rahatsız etmiyorum ya!’ türü nezaket gerektiren sözler yok.
İnadına ertesi gün... Yine önemli bir toplantının tam ortasındayım. Asistanım kapıdan kafasını uzatıyor:
- Ali Bey, bilmem ne sigorta genel müdürlüğünden arıyorlar.
- Bağla bakalım
- Ali Bey’le mi görüşüyoruz
- Evet, ta kendisi! (Beni genel müdürüne bağlayacak herhalde. Ama hayır!)
- Sizin için çok özel bir yaşam sigortası paketimiz var.
- Benim her şeyim sigortalı hanımefendi... (diye başlıyorum ve biraz da bir gün öncesinin hışmıyla zavallı kadıncağıza demediğimi bırakmıyorum)
Günün birinde cep telefonumdan aranıp, bana ne kadar kolaylıklar sağlayacağını anlatan bir satışçı beklemiyordum. Hata etmişim. Benim ilk kez başıma geliyormuş ama o an toplantı odasında olan herkes benzer olayı bir kaç kez yaşamış. Hatta satışçının ısrarı öyle boyutlara varmış ki, toplantıda bulunan Tayfa reklam ajansının sahibi Güngör Türkömer dayanamayıp kullanamayacak dahi olsa bir otelin hizmet kartını satın almak zorunda kalmış.
Bu işten hoşlananlar var mıdır bilmem, ama iş hiç sevimli değil. Bu tür tele-taciz olayları öyle bir geri dönüverir ki, o otelin, şirketin, ürünün adını bile duymak istemezsiniz.
Argo kullanmak zor iştir
Otobüslerin arkasında gördüm. Bir hayli şaşırdım. Koçbank ile Setur’un işbirliğini anlatan bir reklam bu. Sonra bankanın web sitesine baktım. Orada da var. Bir promosyon kampanyası anlatılıyor. 2005 yılı boyunca sadece Koçbank Kredi Kartı sahipleri Setur acentelerini kullanarak yapacakları tüm yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinde normal taksit tutarı üzerine artı 2 taksit imkânından yararlanıyorlarmış...
Buraya kadar gayet iyi. Peki, şaşırtıcı olan ne? Şaşırtıcı olan reklam sloganı. Bakın ne demişler: Koçbank Kredi Kartı ile Setur’da Haydi Artı İkile!
Bu sloganı seçen kişi Google’a girip, “ikile” yazsa karşısına 619 bulgu çıkacak. Hepsi de ‘ikile’nin argoda nasıl kullanıldığını anlatıyor. Özetle ‘Bas git!’, ‘Defol git!’, ‘Uza bakalım!’, ‘Naşla!’, ‘Gazla, anca gidersin!’, ‘Sağdan git, cüzdan bulursun!’ anlamına geliyor. Argo reklamda kullanılmaz mı? Kullanılır. Ama kullandığınız ürün ve kurumun kültürüyle uyuşması koşuluyla. “İkile!”, ne Koç kültürüne yakışıyor, ne de ciddiyeti ve yarattığı güven ortamıyla rakiplerinin önüne geçen Setur kültürüne. Gözden kaçmış herhalde...“Ebru Gündeş kendisine iletişim danışmanı tuttu” diye sözü edilen kişi böyle biridir. Ebru Hanımı üç nedenle kutluyorum. Birincisi, mesleki geleceği için böylesine önemli bir karar alabildiği için. İkincisi, Üstün’ü kendisiyle çalışmaya ikna edebildiği için. Nihayet üçüncüsü eğer sebat ederse eğlence dünyasında “bireysel şöhret ve marka yönetiminin” nasıl ele alınması gerektiğine mükemmel bir örnek teşkil edeceği için.
Pekiyi adından söz edilmesine hiçbir zaman izin vermeyen Barışta’dan burada söz edebilmek nasıl izin aldım? Onu zayıf yerinden vurarak... Eşini aradım ve dedim ki:”Bak Pakize, bütün dostlarımın hep arkalarından mı yazacağım. Bırak bu kez bir değişiklik yapalım. Ne dersin?” Gördüğünüz gibi etkili oldu...
Opet’in parası boşa gitmez
Ne zaman Cem Yılmaz’lı yeni bir reklam filmi başlasa heyecanlanırım. Birkaç nedenden. Bir: Her zaman söylediğim gibi bir Cem Yılmaz fanıyım. Karşımda hiçbir şey yapmadan dursa, en azından eski yaptıklarını hatırlayıp gülebilirim. İki: Rol aldığı her reklam filmine ayrı bir buluş katar, mutlaka fark yaratır. Üç: Oynadığı reklam filmleri ürünün hatırlanmasına mutlaka değer katar.
İş satışa gelince ne olur, pek bilmiyorum. Her ne kadar isimsiz Ayşe Teyze figürüyle Lay’s reklamlarının çok daha fazla iş yaptığı, ürünün pazar payını beklenenin çok üstünde artırdığı iddia edilse de, Doritos Alaturca’yı o dönemde bilmeyen kalmamıştı. Belki Cem’in oynadığı reklama biçilmiş görev oydu...
Bu kez de Opet’i bekliyordum heyecanla. Nihayet geldi. “Kara Şimşek” dizisinin parodisiyle geldi. Kit olmuş Git. Mike, bizim Mayk... Önümüzdeki günlerde herkesin Opet reklamı konuşacağı kesin. Herkes Opet’e koşacak mı onu bilmem. Bu aşamada reklamın iş hedefi sadece marka ile sempatik bir bağ kurulması ise, Cem bunu kesinlikle başaracaktır. O halde, Cem hiç korkmasın; Opet’in parası boşa gitmeyecek...
Tele-Taciz
Günlerden çarşamba, saat:10.30. Haftanın en yoğun iş günü ve ideal bir toplantı saati. Ben de Garanti Sigorta’da önemli bir toplantıdayım. Cep telefonum çaldı, açtım. Bilmem ne Otel’den Nilüfer Hanım hatta.
- Ali Saydam Bey ile mi görüşüyorum?
- Evet, benim, buyurun.
- Ben Bilmem ne Otel‘den arıyorum. Size özel bir kart teklifimiz var. Bu konuyla ilgili bilgi vereceğim
- Ben şu an önemli bir toplantıdayım, cep telefonuma yansıyan numara sizin ise ben sizi arayayım...
Cep telefonumdan satış ya da tanıtım amaçlı aramalarını bir yana bırakın, dikkat ettiyseniz konuşmanın hiçbir yerinde ‘Müsait misiniz? Rahatsız etmiyorum ya!’ türü nezaket gerektiren sözler yok.
İnadına ertesi gün... Yine önemli bir toplantının tam ortasındayım. Asistanım kapıdan kafasını uzatıyor:
- Ali Bey, bilmem ne sigorta genel müdürlüğünden arıyorlar.
- Bağla bakalım
- Ali Bey’le mi görüşüyoruz
- Evet, ta kendisi! (Beni genel müdürüne bağlayacak herhalde. Ama hayır!)
- Sizin için çok özel bir yaşam sigortası paketimiz var.
- Benim her şeyim sigortalı hanımefendi... (diye başlıyorum ve biraz da bir gün öncesinin hışmıyla zavallı kadıncağıza demediğimi bırakmıyorum)
Günün birinde cep telefonumdan aranıp, bana ne kadar kolaylıklar sağlayacağını anlatan bir satışçı beklemiyordum. Hata etmişim. Benim ilk kez başıma geliyormuş ama o an toplantı odasında olan herkes benzer olayı bir kaç kez yaşamış. Hatta satışçının ısrarı öyle boyutlara varmış ki, toplantıda bulunan Tayfa reklam ajansının sahibi Güngör Türkömer dayanamayıp kullanamayacak dahi olsa bir otelin hizmet kartını satın almak zorunda kalmış.
Bu işten hoşlananlar var mıdır bilmem, ama iş hiç sevimli değil. Bu tür tele-taciz olayları öyle bir geri dönüverir ki, o otelin, şirketin, ürünün adını bile duymak istemezsiniz.
Argo kullanmak zor iştir
Otobüslerin arkasında gördüm. Bir hayli şaşırdım. Koçbank ile Setur’un işbirliğini anlatan bir reklam bu. Sonra bankanın web sitesine baktım. Orada da var. Bir promosyon kampanyası anlatılıyor. 2005 yılı boyunca sadece Koçbank Kredi Kartı sahipleri Setur acentelerini kullanarak yapacakları tüm yurtiçi ve yurtdışı seyahatlerinde normal taksit tutarı üzerine artı 2 taksit imkânından yararlanıyorlarmış...
Buraya kadar gayet iyi. Peki, şaşırtıcı olan ne? Şaşırtıcı olan reklam sloganı. Bakın ne demişler: Koçbank Kredi Kartı ile Setur’da Haydi Artı İkile!
Bu sloganı seçen kişi Google’a girip, “ikile” yazsa karşısına 619 bulgu çıkacak. Hepsi de ‘ikile’nin argoda nasıl kullanıldığını anlatıyor. Özetle ‘Bas git!’, ‘Defol git!’, ‘Uza bakalım!’, ‘Naşla!’, ‘Gazla, anca gidersin!’, ‘Sağdan git, cüzdan bulursun!’ anlamına geliyor. Argo reklamda kullanılmaz mı? Kullanılır. Ama kullandığınız ürün ve kurumun kültürüyle uyuşması koşuluyla. “İkile!”, ne Koç kültürüne yakışıyor, ne de ciddiyeti ve yarattığı güven ortamıyla rakiplerinin önüne geçen Setur kültürüne. Gözden kaçmış herhalde...