Edgar’ı sevmeseniz de anlayacaksınız...
03 MART 2012
“Biz daha eskisini seyretmeye vakit bulamamışken yeni filmini piyasaya süren Clint Eastwood bu yaşta bu enerjiyi nereden buluyor?”
Ahmet Hakan, geçenlerde ‘Hiçbir bağlamı olmayan soru önergelerim” başlıklı notlarında yaşını başını almış sinemaseverlerin hislerine bu sorusuyla tercüman olmuştu. Sorunun yanıtının önemi bile kalmamıştı böylelikle...
Vizyona dün giren ‘yeninin de yenisi’ bir Eastwood filmi J. Edgar’ı izlediğimizde, enerjik yönetmenin bu kez, ‘bireysel özgürlüklerin tavan yaptığı dünya üzerindeki tek ülke’ algılamasını yöneten A.B.D.’nin ‘derin itiraflar’ından birini dillendiriyor olduğunu aklımızdan geçirdik. Zaten Clint Eastwood’un tüm filmlerini arka arkaya izleseniz, ABD toplumunun resmini oluşturan parçacıkların bir ‘bulyap’ta bütünleştiğine tanık olursunuz.
***
Hayatı boyunca 8 devlet başkanı gören ve pek çoğunu neredeyse parmağında oynatan FBI Başkanı J. Edgar Hoover’ın portresini adam gibi çizebilmek için cesaret gerekiyordu. Clint Eastwood işte o cesur yönetmendi. Beni “The Bridges of Madison County”de salya sümük ağlatmayı başarmış o büyük yönetmen…
Benim gibi ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ cümlesinin anlamını öğrenene kadar epeyce tökezlemiş birinin bakış açısıyla bu film, ‘Algılama Yönetimi’nin şu temel prensibini gayet iyi anlamış bir yönetmeni akla getiriyordu:
“Bir ürün, hizmet ya da fikrin satın alınabilmesi için hedef kitlelerin ikna edilmesi süreci, gerçeklerden yola çıkmadan yönetilemez. “
***
Hollywood’un özellikle kamu diplomasisine hizmet eden ‘seçmece’ filmlerine bakıldığında o ‘itirafçı ruh’, hemen sezinlenebilir. Gerçeklerden yola çıkarak ‘iyi’ anlatılan ‘iyi’ bir hikâyenin etkileyici olmaması mümkün mü?
Bir ülkenin yakın tarihinde kilit rol oynayan bir ‘fişleme ustası’nı; mafyanın, komünistlerin, Ku Klux Klan’ın ve hatta en önemlisi devlet başkanlarının gölgesini takip eden, prensip sahibi bir istihbarat örgütü, kolluk kuvveti liderini, karakterinin tüm özellikleriyle tanıdığınızda onu sevmeseniz de anlayabiliyorsunuz. Sevmemek ama anlayabilmek… Dünyanın en zor işi… Bu durumu bir sinema filmi ile anlatmak, daha da zor.
Eğer filmi omuriliğinizden izlemiyorsanız, J. Edgar Hoover’i, Leonardo DiCaprio’nun o müthiş oyunculuğuyla sevmesek de anladık. Malum, ‘sizi anlıyorum’ dediğimizde aynı zamanda ‘size katılıyorum’ demiş olmuyoruz. Anlayabilir ama desteklemeyebilirsiniz. Tıpkı birini çok sevip, aynı kişiye kızmanız, onu beğenmemeniz gibi...
Annesi tarafından (Judi Dench) yıllar boyu dini anlamda ‘inançlı’ ve her anlamda ‘güçlü ol!’ düsturuyla yetiştirilen, 48 yıl boyunca istihbaratın en tepe noktalarında bulunmuş bir ‘karanlık adam’ın portresini izlediğinizde ve de özellikle finalindeki çok özel ifşaat hallerine tanık olduğunuzda puzzle’ın parçalarını tamamlıyorsunuz. Baskıcı kişiliğin nasıl formatlanarak yetiştiğini düşündüğünüzde, bizim fıtratımıza uygun düşmese de ‘anlama’ melekeleriniz ister istemez devreye giriyor.
Hiç evlenmeyen, en yakın erkek arkadaşı Clyde Tolson (Armie Hammer) ve sekreteri Helen Gandy (Naomi Watts) dışında özel hayatına kimseyi sokmayan ve elinde pertavsızla gizli hayatların peşinde ömrü boyunca ‘kıstırmak’ amacıyla koşan J. Edgar Hoover’ın, o izole edilmiş hayatının içinde yalnızlıktan nasıl kurtulmuş olabileceğinin yanıtını da buluyorsunuz.
Loş, renkleriyle de karanlık bir film... Hem siyasette hem de insan hayatındaki karanlıkları merak ettiren bir film... Teşkilat-ı Mahsusa’dan bu yana bizim istihbaratımızı yönetenlerin ruh dünyalarını akla düşüren bir film... Bizce en önemlisi Amerikan sinemasındaki ‘itirafçı ruhlar’ın, illüzyon yaratma konusundaki kazanılmış pratiklerinin bunca zaman içinde nasıl olup da ‘deşifre’ olmaktan kendilerini koruyabilmeleri...
Hazmı hiç de kolay olmayan filmi izlerken, ABD’yi hayranlıkla demokrasinin kalesi gibi göstermek için birbirleriyle yarışan bizim Batı hayranı ‘ecnebi aydınlarımız’ı hatırlamayı unutmayın sakın.
Ahmet Hakan, geçenlerde ‘Hiçbir bağlamı olmayan soru önergelerim” başlıklı notlarında yaşını başını almış sinemaseverlerin hislerine bu sorusuyla tercüman olmuştu. Sorunun yanıtının önemi bile kalmamıştı böylelikle...
Vizyona dün giren ‘yeninin de yenisi’ bir Eastwood filmi J. Edgar’ı izlediğimizde, enerjik yönetmenin bu kez, ‘bireysel özgürlüklerin tavan yaptığı dünya üzerindeki tek ülke’ algılamasını yöneten A.B.D.’nin ‘derin itiraflar’ından birini dillendiriyor olduğunu aklımızdan geçirdik. Zaten Clint Eastwood’un tüm filmlerini arka arkaya izleseniz, ABD toplumunun resmini oluşturan parçacıkların bir ‘bulyap’ta bütünleştiğine tanık olursunuz.
***
Hayatı boyunca 8 devlet başkanı gören ve pek çoğunu neredeyse parmağında oynatan FBI Başkanı J. Edgar Hoover’ın portresini adam gibi çizebilmek için cesaret gerekiyordu. Clint Eastwood işte o cesur yönetmendi. Beni “The Bridges of Madison County”de salya sümük ağlatmayı başarmış o büyük yönetmen…
Benim gibi ‘hiçbir şey göründüğü gibi değildir’ cümlesinin anlamını öğrenene kadar epeyce tökezlemiş birinin bakış açısıyla bu film, ‘Algılama Yönetimi’nin şu temel prensibini gayet iyi anlamış bir yönetmeni akla getiriyordu:
“Bir ürün, hizmet ya da fikrin satın alınabilmesi için hedef kitlelerin ikna edilmesi süreci, gerçeklerden yola çıkmadan yönetilemez. “
***
Hollywood’un özellikle kamu diplomasisine hizmet eden ‘seçmece’ filmlerine bakıldığında o ‘itirafçı ruh’, hemen sezinlenebilir. Gerçeklerden yola çıkarak ‘iyi’ anlatılan ‘iyi’ bir hikâyenin etkileyici olmaması mümkün mü?
Bir ülkenin yakın tarihinde kilit rol oynayan bir ‘fişleme ustası’nı; mafyanın, komünistlerin, Ku Klux Klan’ın ve hatta en önemlisi devlet başkanlarının gölgesini takip eden, prensip sahibi bir istihbarat örgütü, kolluk kuvveti liderini, karakterinin tüm özellikleriyle tanıdığınızda onu sevmeseniz de anlayabiliyorsunuz. Sevmemek ama anlayabilmek… Dünyanın en zor işi… Bu durumu bir sinema filmi ile anlatmak, daha da zor.
Eğer filmi omuriliğinizden izlemiyorsanız, J. Edgar Hoover’i, Leonardo DiCaprio’nun o müthiş oyunculuğuyla sevmesek de anladık. Malum, ‘sizi anlıyorum’ dediğimizde aynı zamanda ‘size katılıyorum’ demiş olmuyoruz. Anlayabilir ama desteklemeyebilirsiniz. Tıpkı birini çok sevip, aynı kişiye kızmanız, onu beğenmemeniz gibi...
Annesi tarafından (Judi Dench) yıllar boyu dini anlamda ‘inançlı’ ve her anlamda ‘güçlü ol!’ düsturuyla yetiştirilen, 48 yıl boyunca istihbaratın en tepe noktalarında bulunmuş bir ‘karanlık adam’ın portresini izlediğinizde ve de özellikle finalindeki çok özel ifşaat hallerine tanık olduğunuzda puzzle’ın parçalarını tamamlıyorsunuz. Baskıcı kişiliğin nasıl formatlanarak yetiştiğini düşündüğünüzde, bizim fıtratımıza uygun düşmese de ‘anlama’ melekeleriniz ister istemez devreye giriyor.
Hiç evlenmeyen, en yakın erkek arkadaşı Clyde Tolson (Armie Hammer) ve sekreteri Helen Gandy (Naomi Watts) dışında özel hayatına kimseyi sokmayan ve elinde pertavsızla gizli hayatların peşinde ömrü boyunca ‘kıstırmak’ amacıyla koşan J. Edgar Hoover’ın, o izole edilmiş hayatının içinde yalnızlıktan nasıl kurtulmuş olabileceğinin yanıtını da buluyorsunuz.
Loş, renkleriyle de karanlık bir film... Hem siyasette hem de insan hayatındaki karanlıkları merak ettiren bir film... Teşkilat-ı Mahsusa’dan bu yana bizim istihbaratımızı yönetenlerin ruh dünyalarını akla düşüren bir film... Bizce en önemlisi Amerikan sinemasındaki ‘itirafçı ruhlar’ın, illüzyon yaratma konusundaki kazanılmış pratiklerinin bunca zaman içinde nasıl olup da ‘deşifre’ olmaktan kendilerini koruyabilmeleri...
Hazmı hiç de kolay olmayan filmi izlerken, ABD’yi hayranlıkla demokrasinin kalesi gibi göstermek için birbirleriyle yarışan bizim Batı hayranı ‘ecnebi aydınlarımız’ı hatırlamayı unutmayın sakın.