Effie 2007 bana üç mesaj verdi
15 Mart 2007 - Marketing Türkiye
Askerliğimin bir kısmını Denizli’de yaptım... Askerliğini yapmış olanlar ‘komutan denetimi’ nedir bilirler... Bu denetimlerde yemekhaneleri, yatakhaneleri, tuvaletleri temizlemek, temizletmek için imanımız gevrerdi. Hep şaşırırdım. Öyle ya denetim bir askeri birliğin savaşçı kimliğinin, vurucu gücünün yerli yerinde olup olmadığını ortaya çıkarmak için yapılmalıydı... Yemekhane, yatakhane, tuvaletlerin düzen ve temizliğine bu kadar önem vermek de neyin nesiydi?..
Bu soruların yanıtlarını yıllar sonra alabildim. Üst rütbeli subaylarla tanışıp konuyu tartıştıktan sonra... Çok haklıydılar. Savaşçı kimliği, vurucu gücü yerinde olan birliğin yatakhaneleri de tertipli ve temiz oluyordu, yemekhaneleri de... Komutanlar bu yüzden silahlı eğitimleri denetlemeye gerek görmeden, ortak mekânlara bakıp yollarına devam ediyorlardı...
Etkili reklamı ödüllendiren Effie’nin bu yılki töreninde de bir iki göstergeye bakıp sektörün durumu hakkında fikir sahibi olmak mümkündü. Aslında bizim derginin patronunu çağırıp “Şu Ali Saydam’a niye yazı yazdırıyorsunuz? Reklam verenler de okuyor sizin dergiyi” diyen, sektör yöneticiliğine soyunmuş iki reklamcı, aslında sektörün durumu hakkında yeterince bilgi vermişlerdi. “Şunun şurasında ‘yaratıcılık’ falan deyip geçinip gidiyorduk, nereden çıktı bu ‘etkililik’ kardeşim?” dediklerini duyar gibiydim; ama takkelerin tamamen düşüp kellerin bütün parlaklığıyla görülmesi için demek ki Türkiye’deki ikinci Effie’yi beklememiz gerekiyormuş...
Etkinliğin bir saatten fazla bir süre gecikerek başlamasına şaşırmadım. Gazetecilerin salona alınmamasına da; onlara yan taraftaki odada ‘beslenme’ olanağı tanınmasına da... Programda ‘dinleti’ diye belirtilen bölümde, milyarca doların döndüğü bir sektörden beklenmeyecek düzeyde zayıf Çello gösterisiyle karşılaşmamızı yadırgamadım. (Bu arada teslim etmeliyim ki, 4 çelist bayanın dördü de çok hoştu...)
Fakat yadırgadığım ve bu yüzden de geleceğe yönelik umutlandığım bir şey olmuştu: 21 Kategoride sadece dört Altın Effie’nin verilebilmiş olmasaydı. Her iki derneğin yönetimi ve özellikle de jüri,i büyük cesaret örneğiğ göstermişti. Bazıları Altın Effie’nin çıkmamasını olumsuz buluyor olabilirler. Bu sonuç bana üç mesaj verdi:
1. Sektör ‘kendin pişir kendin ye’ muhabbetinden uzaklaşmaya kararlıdır
2. Etkililik meselesi kavranmaya başlanmıştır. Her yaratıcı işin üstüne atlanmamıştır.
3. Reklam veren bu durumu doğru okumalıdır. YAratıcılıkı kadar parasını doğru harcatan etkili ajansları izlemelidir.
Sosyal sorumluluk böyle yapılır
Bir süredir Ericek, Ericek diye söylenip duruluyor çevremde ama ne olduğunu, altında ne gibi bir hazine yattığını öğrenmem ancak geçen ay yapılan YASED zirvesinde mümkün oldu. Zirvenin perakende sektörünü masaya yatırdığı oturumda moderatör olarak yer almasaydım, Metro Group’un Türkiye temsilcisi Nurdan Tümbek Tekeoğlu ile aynı sahneyi paylaşmasaydım, o sosyal sorumluk kampanyasının önemini zor anlayacaktım. Bir de tabii bizim derginin geçen sayısında Sosyal Kampanya bölümünde detayları görmeseydim.
Metro’nun tam dört yıldır iğneyle kuyu kazarak yürüttüğü Ericek Köyü’nün rehabilite çalışması nihayet düzlüğe çıkmış. Proje 120 bin dolara mal olmuş. Köyde, daha üç yıl öncesine kadar erozyon nedeniyle topraklarını kaybetme noktasına gelen tarım ve hayvancılık faaliyetlerine yeniden başlanması Metro Group’un iş hedefine ulaştığını gösteriyor.
Projeyi anlatırken gözleri ışıl ışıl parlayan Nurdan Hanım’ın verdiği rakamları duyunca şaşkınlığımı gizleyemedim;
5 bin 603 adet meyve fidanı dikimi
6 ton yem bitkisi ekimi
20 adet damızlık süt ineği satın alınması
Ekili toprakların sulanabilmesi için sulama havuzu inşası
Köy halkının yıllık gelirini 3 yılda 400 dolardan 700 dolara çıkaran projenin başarılı olması Metro Group’un tüm standart hareketleri eksiksiz yapıp bir de üstüne artistik hareketleri koymasıyla mümkün olmuş.
Dört yıldır usanmadan bu projeye maddi-manevi destek sağlamak, en itibarlı örgütlerden biri olan TEMA Vakfı ile işbirliği yapmak ve şirketin en üst düzey sözcüsü tarafından projenin her aşamasının sahiplenilmesi gibi standart hareketler Ericek’in küllerinden doğan bir köy haline gelmesini sağlamış.
Yetmemiş, Bursa İl Tarım Müdürlüğü ile ortak olarak başlatılan eğitim faaliyetleri sayesinde köy halkına balık tutmanın öğretilmesi ve projenin iletişiminin doğru mecralarda yapılması Ericek Projesi’nin son yılların en başarılı sosyal sorumluluk kampanyalarından biri haline getirmiş.
Türkiye’nin AB uyumu sürecinde 40 milyar Euro’luk çevre yatırımı yapması gerektiğini göz önünde bulundurursak halen zayıf halka olan çevre duyarlılığına birazcık yatırım yapan kuruluşların itibarının kendilerinin bile tahmin edemeyeceği oranda artacağından hiç şüphem yok.
Popülerleştirmek kötü değildir
Dünyanın başdöndürücü hızda değişmesi, popüler kültürün dört bir yana hakim olması daha önce “azıcık aşım kaygısız başım” diye düşünüp kendi dar kitleleri ile yetinen bazı sanat dallarını bile değişik arayışlara yöneltti. Bunların başında da opera geliyor.
Anlaması ve dinlemesi kolay olmayan opera, zaman içinde kaybettiği kitlesini geri kazanmak ve daha geniş topluluklara kendini kabul ettirmek için popüler kültürün kapısını çalmaya başladı.
Yüzlerce yıl kırmızı halı ile girilen, kat kat salonlarda yer alan seyirciler ile sinema salonlarında ayağında kot pantalon, elinde patlamış mısır tutan gençler aynı aryaları dinleyecek.
New York Metropolitan Operası, kendine yeni opera elçileri bulmak için Mozart’ın ünlü Sihirli Flüt operasını sinema salonlarında canlı olarak yayınlayacakmış. İlki 30 Aralık’ta yapılan gösterim sene içinde çeşitli aralıklarla devam edecekmiş.
Bu gösterim aynı anda 5 ülkedeki 94 sinema salonunda gösterilerek bir ilke imza atılmış. Ünlü Opera’nın çağa ayak uydurma çabaları temsilin gösterilme yeri ile sınırlı kalmamış.
Madem dünyaya opera sevdirilecek o zaman temsilin de Almanca orjinali yerini İngilizceye bırakmalı değil mi? Ayrıca yapımcılar sinema seyircisini de 3 saatlik aryalarla sıkmayıp 100 dakikada bitirmeyi uygun görmüşler.
Operanın en son teknoloji ile donatılmış sinema salonlarında gösterilmesi sayesinde, maddi durumu klasik operaları klasik salonlarda seyredemeyecek durumda olan sanat gönüllüleri üç otuz paraya klasik bir opera seyretmiş oluyor. “Opera sinemada da izlenir” projesinde sıra Rossini’nin “Sevil Berberi” nde.
Gerek kültür gerekse de gelir seviyesi klasiklere ulaşamayan kişilere sanatı sevdirme girişimleri sadece opera ile sınırlı değil. Geçtiğimiz ay New Jersey Üniversitesi öğretim üyelerinden Orin Xavier, artık öğrencilerin “Hamlet”, “Romeo ve Juliet” gibi eserlerden bile sıkıldığını, eski ilgiyi tekrar yakalamak için bu klasiklerin çizgi roman haline getirilmesini önermiş.
Burada niş bir alan gören Japon çizer Tintin Pantoja da Hamlet’i Japon çizgi roman sanatı manga olarak çizmeye başlamış. Manga sektörünün sadece 2005’te ABD’de 180 milyon dolarlık ciro yakaladığı düşünülürse acele etmekte haksız sayılmaz.
Bütün bunlar bana Danny Kaye’in New York Flarmoni Orkestrası ile birlikte gençlere klasik müziği sevdirmek için yaptığı bir dizi muhteşem gösteriyi hatırlatıyor. Bazı bölümleri You-Tube’da yayınlanıyor... Mutlaka izleyin...
Tohumlarını Danny Kaye’in attığı yaklaşım ürünlerini vermeye başladı... 2008’de piyasaya çıkacak çizgi roman Shakespeare sayesinde kulağında I-Pod ile metroda yolculuk yapan gençler 16. yüzyıl romanları ile hayal kuracak. Hadi hayırlısı, darısı ve daha iyisi başımıza...
Seçimde raconu ekonomi kesecek
2007 yılı, damarlarında siyaset kanı dolaşan herkesi fazlasıyla memnun eden bir sene. Hem cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimlerin aynı yıl yapılması her ülkeye nasip olmaz. Seçim ateşi ısındıkça da Ak Parti dışında diğer partiler meclise kapağı atmanın yollarını iyice zorlamaya başladı.
Bir süre önce okuduğum ilginç bir araştırma hem iktidar partisini hem de muhalefet partilerini farklı alanlara yöneltebilecek bir çalışma. Her ikisi de ekonomi profesörü olan Ali Akarca, Aysıt Tansel yememiş içmemişler 1950-2004 arasında memleket sınırları içinde yapılan 25 ulusal ve yerel seçimi araştırarak “Ekonomik Performans ve Siyasi Sonuçlar” başlıklı çalışmayı oluşturmuşlar.
Siyasi iletişim ve seçim analizleri ile ünlü dergi Public Choice’da da yer alan araştırmada birbirinden ilginç sonuçlar var. Araştırma, seçmen eğilimi ve davranışını ortaya çıkarmak, siyasi kararların ekonomik sonuçlarını değerlendirmek temelinde yapılmış. İktidar partilerinin gösterdiği performans ile seçimlerde aldığı oylar arasında bağlantı kuran 2 akademisyenin ulaştığı bulgular aslında günlük yaşantı içinde sık sık karşılaştığımız söylemlerden çok da farklı değil. Son 25 seçim bize gösteriyor ki, Türk halkı mevcut iktidarın performansını seçimden hemen önceki yılın ekonomik gidişatına bakarak değerlendiriyor. Yani işin özü; Seçim günü ekonomi iyiyse, enflasyon düşükse iktidar partisi bundan kârlı çıkıyor. Daha önceki gelişmeler seçmenin pek umurunda değil. Bunun yanısıra GSYİH’de görülen her yüzde 1’lik büyüme gene iktidar partisine yüzde 0.88 düzeyinde bir oy artışı sağlıyor. Gerçi son 4.5 yıldır Koalisyon lafını unuttuk ancak araştırmada göze çarpan bir diğer konu da şu: ekonomik büyüme koalisyonun büyük ortağına rating sağlarken, enflasyonda zararın ceremesini tüm koalisyon partileri kardeş payı yaparak çekiyor.
Bu soruların yanıtlarını yıllar sonra alabildim. Üst rütbeli subaylarla tanışıp konuyu tartıştıktan sonra... Çok haklıydılar. Savaşçı kimliği, vurucu gücü yerinde olan birliğin yatakhaneleri de tertipli ve temiz oluyordu, yemekhaneleri de... Komutanlar bu yüzden silahlı eğitimleri denetlemeye gerek görmeden, ortak mekânlara bakıp yollarına devam ediyorlardı...
Etkili reklamı ödüllendiren Effie’nin bu yılki töreninde de bir iki göstergeye bakıp sektörün durumu hakkında fikir sahibi olmak mümkündü. Aslında bizim derginin patronunu çağırıp “Şu Ali Saydam’a niye yazı yazdırıyorsunuz? Reklam verenler de okuyor sizin dergiyi” diyen, sektör yöneticiliğine soyunmuş iki reklamcı, aslında sektörün durumu hakkında yeterince bilgi vermişlerdi. “Şunun şurasında ‘yaratıcılık’ falan deyip geçinip gidiyorduk, nereden çıktı bu ‘etkililik’ kardeşim?” dediklerini duyar gibiydim; ama takkelerin tamamen düşüp kellerin bütün parlaklığıyla görülmesi için demek ki Türkiye’deki ikinci Effie’yi beklememiz gerekiyormuş...
Etkinliğin bir saatten fazla bir süre gecikerek başlamasına şaşırmadım. Gazetecilerin salona alınmamasına da; onlara yan taraftaki odada ‘beslenme’ olanağı tanınmasına da... Programda ‘dinleti’ diye belirtilen bölümde, milyarca doların döndüğü bir sektörden beklenmeyecek düzeyde zayıf Çello gösterisiyle karşılaşmamızı yadırgamadım. (Bu arada teslim etmeliyim ki, 4 çelist bayanın dördü de çok hoştu...)
Fakat yadırgadığım ve bu yüzden de geleceğe yönelik umutlandığım bir şey olmuştu: 21 Kategoride sadece dört Altın Effie’nin verilebilmiş olmasaydı. Her iki derneğin yönetimi ve özellikle de jüri,i büyük cesaret örneğiğ göstermişti. Bazıları Altın Effie’nin çıkmamasını olumsuz buluyor olabilirler. Bu sonuç bana üç mesaj verdi:
1. Sektör ‘kendin pişir kendin ye’ muhabbetinden uzaklaşmaya kararlıdır
2. Etkililik meselesi kavranmaya başlanmıştır. Her yaratıcı işin üstüne atlanmamıştır.
3. Reklam veren bu durumu doğru okumalıdır. YAratıcılıkı kadar parasını doğru harcatan etkili ajansları izlemelidir.
Sosyal sorumluluk böyle yapılır
Bir süredir Ericek, Ericek diye söylenip duruluyor çevremde ama ne olduğunu, altında ne gibi bir hazine yattığını öğrenmem ancak geçen ay yapılan YASED zirvesinde mümkün oldu. Zirvenin perakende sektörünü masaya yatırdığı oturumda moderatör olarak yer almasaydım, Metro Group’un Türkiye temsilcisi Nurdan Tümbek Tekeoğlu ile aynı sahneyi paylaşmasaydım, o sosyal sorumluk kampanyasının önemini zor anlayacaktım. Bir de tabii bizim derginin geçen sayısında Sosyal Kampanya bölümünde detayları görmeseydim.
Metro’nun tam dört yıldır iğneyle kuyu kazarak yürüttüğü Ericek Köyü’nün rehabilite çalışması nihayet düzlüğe çıkmış. Proje 120 bin dolara mal olmuş. Köyde, daha üç yıl öncesine kadar erozyon nedeniyle topraklarını kaybetme noktasına gelen tarım ve hayvancılık faaliyetlerine yeniden başlanması Metro Group’un iş hedefine ulaştığını gösteriyor.
Projeyi anlatırken gözleri ışıl ışıl parlayan Nurdan Hanım’ın verdiği rakamları duyunca şaşkınlığımı gizleyemedim;
5 bin 603 adet meyve fidanı dikimi
6 ton yem bitkisi ekimi
20 adet damızlık süt ineği satın alınması
Ekili toprakların sulanabilmesi için sulama havuzu inşası
Köy halkının yıllık gelirini 3 yılda 400 dolardan 700 dolara çıkaran projenin başarılı olması Metro Group’un tüm standart hareketleri eksiksiz yapıp bir de üstüne artistik hareketleri koymasıyla mümkün olmuş.
Dört yıldır usanmadan bu projeye maddi-manevi destek sağlamak, en itibarlı örgütlerden biri olan TEMA Vakfı ile işbirliği yapmak ve şirketin en üst düzey sözcüsü tarafından projenin her aşamasının sahiplenilmesi gibi standart hareketler Ericek’in küllerinden doğan bir köy haline gelmesini sağlamış.
Yetmemiş, Bursa İl Tarım Müdürlüğü ile ortak olarak başlatılan eğitim faaliyetleri sayesinde köy halkına balık tutmanın öğretilmesi ve projenin iletişiminin doğru mecralarda yapılması Ericek Projesi’nin son yılların en başarılı sosyal sorumluluk kampanyalarından biri haline getirmiş.
Türkiye’nin AB uyumu sürecinde 40 milyar Euro’luk çevre yatırımı yapması gerektiğini göz önünde bulundurursak halen zayıf halka olan çevre duyarlılığına birazcık yatırım yapan kuruluşların itibarının kendilerinin bile tahmin edemeyeceği oranda artacağından hiç şüphem yok.
Popülerleştirmek kötü değildir
Dünyanın başdöndürücü hızda değişmesi, popüler kültürün dört bir yana hakim olması daha önce “azıcık aşım kaygısız başım” diye düşünüp kendi dar kitleleri ile yetinen bazı sanat dallarını bile değişik arayışlara yöneltti. Bunların başında da opera geliyor.
Anlaması ve dinlemesi kolay olmayan opera, zaman içinde kaybettiği kitlesini geri kazanmak ve daha geniş topluluklara kendini kabul ettirmek için popüler kültürün kapısını çalmaya başladı.
Yüzlerce yıl kırmızı halı ile girilen, kat kat salonlarda yer alan seyirciler ile sinema salonlarında ayağında kot pantalon, elinde patlamış mısır tutan gençler aynı aryaları dinleyecek.
New York Metropolitan Operası, kendine yeni opera elçileri bulmak için Mozart’ın ünlü Sihirli Flüt operasını sinema salonlarında canlı olarak yayınlayacakmış. İlki 30 Aralık’ta yapılan gösterim sene içinde çeşitli aralıklarla devam edecekmiş.
Bu gösterim aynı anda 5 ülkedeki 94 sinema salonunda gösterilerek bir ilke imza atılmış. Ünlü Opera’nın çağa ayak uydurma çabaları temsilin gösterilme yeri ile sınırlı kalmamış.
Madem dünyaya opera sevdirilecek o zaman temsilin de Almanca orjinali yerini İngilizceye bırakmalı değil mi? Ayrıca yapımcılar sinema seyircisini de 3 saatlik aryalarla sıkmayıp 100 dakikada bitirmeyi uygun görmüşler.
Operanın en son teknoloji ile donatılmış sinema salonlarında gösterilmesi sayesinde, maddi durumu klasik operaları klasik salonlarda seyredemeyecek durumda olan sanat gönüllüleri üç otuz paraya klasik bir opera seyretmiş oluyor. “Opera sinemada da izlenir” projesinde sıra Rossini’nin “Sevil Berberi” nde.
Gerek kültür gerekse de gelir seviyesi klasiklere ulaşamayan kişilere sanatı sevdirme girişimleri sadece opera ile sınırlı değil. Geçtiğimiz ay New Jersey Üniversitesi öğretim üyelerinden Orin Xavier, artık öğrencilerin “Hamlet”, “Romeo ve Juliet” gibi eserlerden bile sıkıldığını, eski ilgiyi tekrar yakalamak için bu klasiklerin çizgi roman haline getirilmesini önermiş.
Burada niş bir alan gören Japon çizer Tintin Pantoja da Hamlet’i Japon çizgi roman sanatı manga olarak çizmeye başlamış. Manga sektörünün sadece 2005’te ABD’de 180 milyon dolarlık ciro yakaladığı düşünülürse acele etmekte haksız sayılmaz.
Bütün bunlar bana Danny Kaye’in New York Flarmoni Orkestrası ile birlikte gençlere klasik müziği sevdirmek için yaptığı bir dizi muhteşem gösteriyi hatırlatıyor. Bazı bölümleri You-Tube’da yayınlanıyor... Mutlaka izleyin...
Tohumlarını Danny Kaye’in attığı yaklaşım ürünlerini vermeye başladı... 2008’de piyasaya çıkacak çizgi roman Shakespeare sayesinde kulağında I-Pod ile metroda yolculuk yapan gençler 16. yüzyıl romanları ile hayal kuracak. Hadi hayırlısı, darısı ve daha iyisi başımıza...
Seçimde raconu ekonomi kesecek
2007 yılı, damarlarında siyaset kanı dolaşan herkesi fazlasıyla memnun eden bir sene. Hem cumhurbaşkanlığı hem de genel seçimlerin aynı yıl yapılması her ülkeye nasip olmaz. Seçim ateşi ısındıkça da Ak Parti dışında diğer partiler meclise kapağı atmanın yollarını iyice zorlamaya başladı.
Bir süre önce okuduğum ilginç bir araştırma hem iktidar partisini hem de muhalefet partilerini farklı alanlara yöneltebilecek bir çalışma. Her ikisi de ekonomi profesörü olan Ali Akarca, Aysıt Tansel yememiş içmemişler 1950-2004 arasında memleket sınırları içinde yapılan 25 ulusal ve yerel seçimi araştırarak “Ekonomik Performans ve Siyasi Sonuçlar” başlıklı çalışmayı oluşturmuşlar.
Siyasi iletişim ve seçim analizleri ile ünlü dergi Public Choice’da da yer alan araştırmada birbirinden ilginç sonuçlar var. Araştırma, seçmen eğilimi ve davranışını ortaya çıkarmak, siyasi kararların ekonomik sonuçlarını değerlendirmek temelinde yapılmış. İktidar partilerinin gösterdiği performans ile seçimlerde aldığı oylar arasında bağlantı kuran 2 akademisyenin ulaştığı bulgular aslında günlük yaşantı içinde sık sık karşılaştığımız söylemlerden çok da farklı değil. Son 25 seçim bize gösteriyor ki, Türk halkı mevcut iktidarın performansını seçimden hemen önceki yılın ekonomik gidişatına bakarak değerlendiriyor. Yani işin özü; Seçim günü ekonomi iyiyse, enflasyon düşükse iktidar partisi bundan kârlı çıkıyor. Daha önceki gelişmeler seçmenin pek umurunda değil. Bunun yanısıra GSYİH’de görülen her yüzde 1’lik büyüme gene iktidar partisine yüzde 0.88 düzeyinde bir oy artışı sağlıyor. Gerçi son 4.5 yıldır Koalisyon lafını unuttuk ancak araştırmada göze çarpan bir diğer konu da şu: ekonomik büyüme koalisyonun büyük ortağına rating sağlarken, enflasyonda zararın ceremesini tüm koalisyon partileri kardeş payı yaparak çekiyor.