Egemen Bağış duruma hâkim
25 HAZİRAN 2010
Salı akşamı Devlet Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış Bey AB Genel Sekreterliği’nin Ortaköy’deki muhteşem binasında az sayıda basın mensubuna bir akşam yemeği verdi… Sayın Bakan’ı biraz şaşkınlık ve bir hayli takdirle izledim…
Köşe yazarının her şeyi olumsuzlamasına, onu bunu yerden yere çalmasına alışmış; okuduğu yazarın kaleminden rakip gördüğü taraflara çatılmasını özel bir ‘pasif’ saldırı zevkiyle izlemekten hoşlanan o kesim ‘tarafeyn’ gazete okuru, AK Parti uygulamalarında takdir ettiğimiz hususların altını çizdiğimizde huzursuz olur... Onların bir kez daha ‘mutsuz’ olmalarını göze alarak, örnek alınmaları adına doğrulardan övgüyle söz etmeyi sürdüreceğiz…
Bir kere Egemen Bağış’ın iletişimi pek çok siyasetçiden daha iyi bildiğini hemen teslim etmeliyiz. ‘Teslim etme’ kavramı burada özel bir amaçla kullanılmıştır. Çünkü, Sayın Egemen Bağış’ın uzunca bir süredir söz konusu olan bireysel konumlanmasıyla o gece karşılaştığım ‘devlet adamı’ ve ‘siyasetçi’ kimliği arasında uçurumlar var.
Ya geçmişte ben yanlış bilgilenmiştim, ya da bugüne kadar Sayın Bağış’ın ‘konumlandırılması’, gerektiği gibi değildi… Ancak bireysel algılamama göre, Başbakan’ın ‘yakın adamı’, ‘tercümanı’, kendi deyişiyle uluslar arası ‘ilişki yönetimi’ sürecinde ‘jokeri’ ile AB ilişkilerini ve sürecini yalamış yutmuş, Türkiye’nin AB konusundaki gelecek tasarımına sonuna kadar hâkim, devlet kültürünü sindirmiş, mizah anlayışı, belagati gelişmiş, ne istediğini bilir politikacı arasında dağlar kadar fark vardı…
Adını daha önce son derece olumlu referanslarla duymuştuk… AB Genel Sekreteri Büyükelçi Volkan Bozkır’ı da bu yemekte tanıma fırsatı bulduk. Bozkır’ın bir yılı daha varmış Brüksel’de… Egemen Bey’in ricası üzerine kalkıp gelmiş… Ceza mı yoksa taltif mi, ileride anlayacak herhalde… AB ile ilgili görev Bağış’a tevcih edildiğinden bu yana 1,5 yıl geçmiş; yeni eleman alıp kadrolarını kurmaya başlayabilmişler… Danıştay, eleman alımı sınavlarını iptal etmiş falan…
Gördüğüm kadarıyla iletişimin başına getirdikleri genç yöneticinin iş başı yapması da dahil, gereken çalışma düzenini daha yeni yeni kuruyorlar… Varsa bugüne kadar alınan yol, “iş usulü veçhile amel edildiği için” değil, daha çok eğrisi doğrusuna denk geldiği için sanki… Gördüğüm kadarıyla ‘usülü veçhile için’ gerekli alt yapı daha yeni yeni kuruluyor…
İletişim meseleleri beni daha çok ilgilendiriyordu. Çok sağlam bir broşür bastırmışlar: “Türkiye’nin AB İletişim Stratejisi (ABİS)”… Bir tür konumlandırma ve politika belgesi… Özellikle ‘hesap verilebilirlik’ açısından son derece pratik bir ‘taahhüt senedi’ hüviyeti de taşıyor… Yani bir yıl sonra o kitapçığı elimize alıp, satır satır “Şu konuda ne yaptınız, bu konuda ne yaptınız?” diye sorabilecek bir yapısı var ABİS’in…
Buna rağmen mesele yine geliyor Türkiye markasının yönetilmesine dayanıyor… Çünkü AB’deki siyasetçi, Türkiye ile ilgili kararını seçmeninin nabzını tutarak veriyor, kendi kafasına göre değil; bizim politikacıların ya da büyük elçilerimizin kendileriyle kurduklarıyla ‘mükemmel’ şahsi ilişkilere göre hiç değil…
Rahmetli İsmail Cem ile NPQ Türkiye için yaptığımız bir röportaj sırasında anlattığı bir anısını Sayın Bakan’a naklettim… Sonra da soruyu sordum.
İsmail Cem bize, Papandreu ile ne kadar yakın dost olduklarını, sosyal demokrat dünya görüşünü paylaşan iki siyaset adamı olarak aralarında en küçük fikir ayrılığı yaşamadıklarını anlatmıştı… Brüksel restoranlarındaki dost yemeklerinde sık sık muhabbet ederlermiş… Sonra da Papandreu kalkıp AB resmi toplantılarında yemekte konuştuklarının tam tersi doğrultuda konuşurmuş…
“Ne iş Yorgo?” diye sorduğunda Papandreu Cem’e şöyle dermiş… “İsmail ben yemekte seninle konuşuyorum; oysa kürsüden konuştuğum kitle Yunan seçmeni…”
Ben de Sayın Bakan’a AB seçmenlerini etkilemeden, AB politikacılarına Türkiye lehine karar almalarını sağlamanın zor olacağını ifade etmeye çalıştım… Yeni kurulmuş olan “Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün” bu konuda nasıl devreye alınacağını sordum…
İlişki yönetimi ile iletişim yönetimi arasındaki farkın altını çizmeye çalıştım…
O da çok ayrıntılı bir yanıt verdi… Özellikle ülkemiz içindeki AB algısının üzerine çalışılmasının önemini vurguladı.
Her şey çok mu iyi? Hayır… Mesela bütçe meselesi bir felaket… ABD’nin sadece Irak’la ilgili geçen yılın son üç ayı için çıktığı ihalede, gelecek birkaç ay içinde uygulanacak ‘Kamu diplomasisi’ çalışmaları için ayırdığı bütçe 300 milyon dolardı… Bizim AB genel sekreterliğinin bir yıllık bütçesi 20 milyon dolarmış…
El insaf…
Bakan Bağış, sağladığı sponsorluk destekleriyle bütçenin çok üzerinde performans sergilediklerini söylüyor… Bence de mucizeler yaratmışlar… Özellikle yeni amblemleri ve “Turkey To Europe’s Future” konseptleri süper…
Ancak AB ekibinin hız kazanmaları için bütçe anlamında da önlerinin açılması lazım…
AB konusunda kafası karışık olanları Genel Sekreterliğin web sitesine bir uğramasında yarar var… “AB’ye giriş miriş önemli değil, bu yolda ülkenin gelişimi önemli” diyenlerin morali düzelir…
Köşe yazarının her şeyi olumsuzlamasına, onu bunu yerden yere çalmasına alışmış; okuduğu yazarın kaleminden rakip gördüğü taraflara çatılmasını özel bir ‘pasif’ saldırı zevkiyle izlemekten hoşlanan o kesim ‘tarafeyn’ gazete okuru, AK Parti uygulamalarında takdir ettiğimiz hususların altını çizdiğimizde huzursuz olur... Onların bir kez daha ‘mutsuz’ olmalarını göze alarak, örnek alınmaları adına doğrulardan övgüyle söz etmeyi sürdüreceğiz…
Bir kere Egemen Bağış’ın iletişimi pek çok siyasetçiden daha iyi bildiğini hemen teslim etmeliyiz. ‘Teslim etme’ kavramı burada özel bir amaçla kullanılmıştır. Çünkü, Sayın Egemen Bağış’ın uzunca bir süredir söz konusu olan bireysel konumlanmasıyla o gece karşılaştığım ‘devlet adamı’ ve ‘siyasetçi’ kimliği arasında uçurumlar var.
Ya geçmişte ben yanlış bilgilenmiştim, ya da bugüne kadar Sayın Bağış’ın ‘konumlandırılması’, gerektiği gibi değildi… Ancak bireysel algılamama göre, Başbakan’ın ‘yakın adamı’, ‘tercümanı’, kendi deyişiyle uluslar arası ‘ilişki yönetimi’ sürecinde ‘jokeri’ ile AB ilişkilerini ve sürecini yalamış yutmuş, Türkiye’nin AB konusundaki gelecek tasarımına sonuna kadar hâkim, devlet kültürünü sindirmiş, mizah anlayışı, belagati gelişmiş, ne istediğini bilir politikacı arasında dağlar kadar fark vardı…
Adını daha önce son derece olumlu referanslarla duymuştuk… AB Genel Sekreteri Büyükelçi Volkan Bozkır’ı da bu yemekte tanıma fırsatı bulduk. Bozkır’ın bir yılı daha varmış Brüksel’de… Egemen Bey’in ricası üzerine kalkıp gelmiş… Ceza mı yoksa taltif mi, ileride anlayacak herhalde… AB ile ilgili görev Bağış’a tevcih edildiğinden bu yana 1,5 yıl geçmiş; yeni eleman alıp kadrolarını kurmaya başlayabilmişler… Danıştay, eleman alımı sınavlarını iptal etmiş falan…
Gördüğüm kadarıyla iletişimin başına getirdikleri genç yöneticinin iş başı yapması da dahil, gereken çalışma düzenini daha yeni yeni kuruyorlar… Varsa bugüne kadar alınan yol, “iş usulü veçhile amel edildiği için” değil, daha çok eğrisi doğrusuna denk geldiği için sanki… Gördüğüm kadarıyla ‘usülü veçhile için’ gerekli alt yapı daha yeni yeni kuruluyor…
İletişim meseleleri beni daha çok ilgilendiriyordu. Çok sağlam bir broşür bastırmışlar: “Türkiye’nin AB İletişim Stratejisi (ABİS)”… Bir tür konumlandırma ve politika belgesi… Özellikle ‘hesap verilebilirlik’ açısından son derece pratik bir ‘taahhüt senedi’ hüviyeti de taşıyor… Yani bir yıl sonra o kitapçığı elimize alıp, satır satır “Şu konuda ne yaptınız, bu konuda ne yaptınız?” diye sorabilecek bir yapısı var ABİS’in…
Buna rağmen mesele yine geliyor Türkiye markasının yönetilmesine dayanıyor… Çünkü AB’deki siyasetçi, Türkiye ile ilgili kararını seçmeninin nabzını tutarak veriyor, kendi kafasına göre değil; bizim politikacıların ya da büyük elçilerimizin kendileriyle kurduklarıyla ‘mükemmel’ şahsi ilişkilere göre hiç değil…
Rahmetli İsmail Cem ile NPQ Türkiye için yaptığımız bir röportaj sırasında anlattığı bir anısını Sayın Bakan’a naklettim… Sonra da soruyu sordum.
İsmail Cem bize, Papandreu ile ne kadar yakın dost olduklarını, sosyal demokrat dünya görüşünü paylaşan iki siyaset adamı olarak aralarında en küçük fikir ayrılığı yaşamadıklarını anlatmıştı… Brüksel restoranlarındaki dost yemeklerinde sık sık muhabbet ederlermiş… Sonra da Papandreu kalkıp AB resmi toplantılarında yemekte konuştuklarının tam tersi doğrultuda konuşurmuş…
“Ne iş Yorgo?” diye sorduğunda Papandreu Cem’e şöyle dermiş… “İsmail ben yemekte seninle konuşuyorum; oysa kürsüden konuştuğum kitle Yunan seçmeni…”
Ben de Sayın Bakan’a AB seçmenlerini etkilemeden, AB politikacılarına Türkiye lehine karar almalarını sağlamanın zor olacağını ifade etmeye çalıştım… Yeni kurulmuş olan “Kamu Diplomasisi Koordinatörlüğü’nün” bu konuda nasıl devreye alınacağını sordum…
İlişki yönetimi ile iletişim yönetimi arasındaki farkın altını çizmeye çalıştım…
O da çok ayrıntılı bir yanıt verdi… Özellikle ülkemiz içindeki AB algısının üzerine çalışılmasının önemini vurguladı.
Her şey çok mu iyi? Hayır… Mesela bütçe meselesi bir felaket… ABD’nin sadece Irak’la ilgili geçen yılın son üç ayı için çıktığı ihalede, gelecek birkaç ay içinde uygulanacak ‘Kamu diplomasisi’ çalışmaları için ayırdığı bütçe 300 milyon dolardı… Bizim AB genel sekreterliğinin bir yıllık bütçesi 20 milyon dolarmış…
El insaf…
Bakan Bağış, sağladığı sponsorluk destekleriyle bütçenin çok üzerinde performans sergilediklerini söylüyor… Bence de mucizeler yaratmışlar… Özellikle yeni amblemleri ve “Turkey To Europe’s Future” konseptleri süper…
Ancak AB ekibinin hız kazanmaları için bütçe anlamında da önlerinin açılması lazım…
AB konusunda kafası karışık olanları Genel Sekreterliğin web sitesine bir uğramasında yarar var… “AB’ye giriş miriş önemli değil, bu yolda ülkenin gelişimi önemli” diyenlerin morali düzelir…