Eli Acıman’a borcu olanlar konuşmalı
16 0CAK 2011
Türkiye’de hangi sektör vardır ki tek bir adam kalksın ve o sektörün tüm kültür, değer, iş yapış biçimi ve ilişki sistematiğini belirlemiş olsun.
Eli Acıman böylesine güç bir işi tek başına gerçekleştirmiş belki de yegâne kişidir. Kendi içinden onlarca şirket doğurmuş, racon kesmiş, örnek teşkil etmiş bireyleri araştırsak, onları diğer sektörlerden kimlerle kıyaslayabilirdik acaba? Belki Vitali Hakko’yla ya da Nejat Eczacıbaşı’yla…
Koç Holding’de görevlendirildiğimiz KoçSim projesini bitirmek üzereydik ki, Manajans’da eskiden çalışmış olan arkadaşımız Selim Oktar’ı Eli Acıman davet etti. Ajansın yeniden yapılanmasıyla ilgili bir proje istiyordu. Sekiz ay kadar Selim Oktar liderliğinde Salim Kadıbeşegil, Elif Sözer ve ben her türlü değişime karşı gösterilen direnç duvarları arasında çalıştık. Sonra Selim, İcra Kurulu Başkanı olarak devam etti.
Bu büyük adamı izlemekten kendimi alamadığımı hatırlıyorum. Bugün düşünüyorum ki Allahın amma şanslı kuluymuşum. Şimdi bir beklentim var. Bizim gördüğümüz Eli Acıman, onun yanında yetişmiş olan onlarca reklamcının gördüğü Eli Acıman’ın parça buçuğudur. Bu arkadaşların medyaya ölüm ilanı vermenin ötesinde kalkıp vefa ve vicdan borçlarını öderken, bir yanlışı da düzeltmeleri gerekir. Acıman’ın 50’lerin sonunda gittiği ve üç yıl çalıştığı Amerikan reklam dünyasından elde ettiği bilgileri Türkiye’de başarıya tahvil ettiği tespiti doğru, fakat yeterli değildir.
Eli Acıman, o yılların ABD reklam dünyasının ‘laylaylom’ bir havada anlatıldığı Mad Men dizisindeki Don Draper figürünün Türkiye versiyonu değildir... Çok daha ciddi bir tür ‘ağır işçilik’ vardır onun inşa ettiği Manajans efsanesinde… Sadece anı anlatmamalı onun attığı temellerin kültür ve değerleri ortaya konmalı. Belgeselle, kitapla, TV programıyla… Kimin tarafından? Onun çırakları, onun sayesinde sektörde ekmek yiyenler tarafından…
Bu memleketin bir evladı olarak ülkeye çok hizmet etmiş, ‘kurumsal vatandaşlık’ adına her zaman örnek olmuştur.
Hak seni rahmet kanatları altına alsın, sevgili Eli Acıman.
Kim köle olur, kim efendi?…
Efes Pilsen’in yeni uygulamalar sonrasında aldığı kararlar üzerine bir hayli kafa patlattığı belli olan, benim yıllar öncesindeki iletişim yüksek lisans öğrencilerimden Evrim Onat mükemmel bir fikirle çıkagelmiş. Bakın ne diyor:
“Efes Pilsen'in başına gelenlerden sonra; Anadolu Grubu EFS adında bir tekstil markası yapsa mesela. Bundan böyle de EFS sponsor olsa basket takımına, mağazaların vitrinlerine parmaklıklar yapılsa, her yer beton ve metal olsa. Politik bir duruşu olsa dükkân dekorasyonlarının…
‘EFS store'lar olsa mesela, güzel tasarlanmış tişörtleri, şortları, kotları, ayakkabıları her şey olsa gençler için.
Hulusi Derici ‘Güneşi özledik’ kampanyası tadında bangır bangır reklam dönse, EFS Mavi Jeans'in yıllardır milyonlarca dolar harcayarak konumlanmaya çalıştığı ‘modern, asi, genç’ değerlere en hızlı ve en ucuz sahip olan Türk giyim markası olmaz mı? Ben tişörtlerini giyerim mesela, ya siz? Krizden fırsat çıkartsa keşke Anadolu Grubu...”
Nasıl fikir?.. Platon’un lafını burada haftada bir hatırlatmazsak olmuyor:
“Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi”…
Efes gibi muhteşem bir markanın iletişim boyutundan çekilmeyi kabullenmesine yüreği el vermeyenlerin oranı hiç de küçümsenecek gibi değil.
Yönetmeden yönetmek…
Ya da “Mülkiyet hırsızlıktır”, ya da “Sessizliğin sesi”, “Fazlanın yanlışlığı”… Tam da bu tür ‘Oksimoron’ söylemlere takılmışken… Tam da Dücane Cündioğlu’nun dünkü yazısını ‘okumaya’ çalışırken (Cuma akşamı TV Net’teki konuşmasını ‘okumak’ zaten her babayiğidin harcı değildi)…
Ne demiş usta: “Yinelenmesi imkânsız sadelik... Reddin reddi… Terkin terki… Kendini inkârın saklı hikmeti... Kendini kaybeden, kaybeder!”
Bazen yorumcusu, eserin kendisini aşar ya. Bu da öyle bir durum…
Benzer bir durumla uzun yıllar ötesinden arkadaşımız Galatasaray Üniversitesi öğretim görevlilerinden Vedat Çakmak Bey’in o kısa fakat önemli notu çıkageldiğinde karşılaştım: “Bayılacağınızı düşündüğüm bir video-konferansı paylaşmak isterim:
http://www.ted.com/talks/lang/eng/itay_talgam_lead_like_the_great_conductors.html...”
Bu bir konferans… TED konferanslar dizisinden bir tanesi. İsrailli orkestra şefi Itay Talgam’ın muhteşem bir sunumu…
Sadece ben bayılmakla kalmadım… Bizim aylık Sinema Muhabbetleri çerçevesinde yine aylık olarak yürüttüğümüz “Yakın Tarih” çalışmamızın son bölümünde gösterdiğimde, katılımcılar hayranlıklarını gizleyemediler.
Itay Talgam akıllardan silinmeyecek konferansında (şov dememek için kendimi zor tutuyorum) beşi de birbirinden ünlü ve önemli ancak hepsi birbirinden farklı orkestra şefinden örnekler vererek ‘yönetim anlayışına ve yaklaşımına’ sadece ışık değil olağanüstü güçlü bir projektör tutuyor ve müthiş bir ‘Oksimoron’ örneğine bizi tanık ediyor…
Üslupları, dünya görüşleri karşılaştırılan orkestra şefleri şöyle sıralanıyor: Carlos Kleiber, Riccardo Muti, Richard Strauss, Herbert von Karajan ve Lenny (Leonard) Bernstein… Mutlaka izleyin. Olağanüstü bir zenginlik edineceksiniz…
Eli Acıman böylesine güç bir işi tek başına gerçekleştirmiş belki de yegâne kişidir. Kendi içinden onlarca şirket doğurmuş, racon kesmiş, örnek teşkil etmiş bireyleri araştırsak, onları diğer sektörlerden kimlerle kıyaslayabilirdik acaba? Belki Vitali Hakko’yla ya da Nejat Eczacıbaşı’yla…
Koç Holding’de görevlendirildiğimiz KoçSim projesini bitirmek üzereydik ki, Manajans’da eskiden çalışmış olan arkadaşımız Selim Oktar’ı Eli Acıman davet etti. Ajansın yeniden yapılanmasıyla ilgili bir proje istiyordu. Sekiz ay kadar Selim Oktar liderliğinde Salim Kadıbeşegil, Elif Sözer ve ben her türlü değişime karşı gösterilen direnç duvarları arasında çalıştık. Sonra Selim, İcra Kurulu Başkanı olarak devam etti.
Bu büyük adamı izlemekten kendimi alamadığımı hatırlıyorum. Bugün düşünüyorum ki Allahın amma şanslı kuluymuşum. Şimdi bir beklentim var. Bizim gördüğümüz Eli Acıman, onun yanında yetişmiş olan onlarca reklamcının gördüğü Eli Acıman’ın parça buçuğudur. Bu arkadaşların medyaya ölüm ilanı vermenin ötesinde kalkıp vefa ve vicdan borçlarını öderken, bir yanlışı da düzeltmeleri gerekir. Acıman’ın 50’lerin sonunda gittiği ve üç yıl çalıştığı Amerikan reklam dünyasından elde ettiği bilgileri Türkiye’de başarıya tahvil ettiği tespiti doğru, fakat yeterli değildir.
Eli Acıman, o yılların ABD reklam dünyasının ‘laylaylom’ bir havada anlatıldığı Mad Men dizisindeki Don Draper figürünün Türkiye versiyonu değildir... Çok daha ciddi bir tür ‘ağır işçilik’ vardır onun inşa ettiği Manajans efsanesinde… Sadece anı anlatmamalı onun attığı temellerin kültür ve değerleri ortaya konmalı. Belgeselle, kitapla, TV programıyla… Kimin tarafından? Onun çırakları, onun sayesinde sektörde ekmek yiyenler tarafından…
Bu memleketin bir evladı olarak ülkeye çok hizmet etmiş, ‘kurumsal vatandaşlık’ adına her zaman örnek olmuştur.
Hak seni rahmet kanatları altına alsın, sevgili Eli Acıman.
Kim köle olur, kim efendi?…
Efes Pilsen’in yeni uygulamalar sonrasında aldığı kararlar üzerine bir hayli kafa patlattığı belli olan, benim yıllar öncesindeki iletişim yüksek lisans öğrencilerimden Evrim Onat mükemmel bir fikirle çıkagelmiş. Bakın ne diyor:
“Efes Pilsen'in başına gelenlerden sonra; Anadolu Grubu EFS adında bir tekstil markası yapsa mesela. Bundan böyle de EFS sponsor olsa basket takımına, mağazaların vitrinlerine parmaklıklar yapılsa, her yer beton ve metal olsa. Politik bir duruşu olsa dükkân dekorasyonlarının…
‘EFS store'lar olsa mesela, güzel tasarlanmış tişörtleri, şortları, kotları, ayakkabıları her şey olsa gençler için.
Hulusi Derici ‘Güneşi özledik’ kampanyası tadında bangır bangır reklam dönse, EFS Mavi Jeans'in yıllardır milyonlarca dolar harcayarak konumlanmaya çalıştığı ‘modern, asi, genç’ değerlere en hızlı ve en ucuz sahip olan Türk giyim markası olmaz mı? Ben tişörtlerini giyerim mesela, ya siz? Krizden fırsat çıkartsa keşke Anadolu Grubu...”
Nasıl fikir?.. Platon’un lafını burada haftada bir hatırlatmazsak olmuyor:
“Korkanlar köle olur, korkmayanlar efendi”…
Efes gibi muhteşem bir markanın iletişim boyutundan çekilmeyi kabullenmesine yüreği el vermeyenlerin oranı hiç de küçümsenecek gibi değil.
Yönetmeden yönetmek…
Ya da “Mülkiyet hırsızlıktır”, ya da “Sessizliğin sesi”, “Fazlanın yanlışlığı”… Tam da bu tür ‘Oksimoron’ söylemlere takılmışken… Tam da Dücane Cündioğlu’nun dünkü yazısını ‘okumaya’ çalışırken (Cuma akşamı TV Net’teki konuşmasını ‘okumak’ zaten her babayiğidin harcı değildi)…
Ne demiş usta: “Yinelenmesi imkânsız sadelik... Reddin reddi… Terkin terki… Kendini inkârın saklı hikmeti... Kendini kaybeden, kaybeder!”
Bazen yorumcusu, eserin kendisini aşar ya. Bu da öyle bir durum…
Benzer bir durumla uzun yıllar ötesinden arkadaşımız Galatasaray Üniversitesi öğretim görevlilerinden Vedat Çakmak Bey’in o kısa fakat önemli notu çıkageldiğinde karşılaştım: “Bayılacağınızı düşündüğüm bir video-konferansı paylaşmak isterim:
http://www.ted.com/talks/lang/eng/itay_talgam_lead_like_the_great_conductors.html...”
Bu bir konferans… TED konferanslar dizisinden bir tanesi. İsrailli orkestra şefi Itay Talgam’ın muhteşem bir sunumu…
Sadece ben bayılmakla kalmadım… Bizim aylık Sinema Muhabbetleri çerçevesinde yine aylık olarak yürüttüğümüz “Yakın Tarih” çalışmamızın son bölümünde gösterdiğimde, katılımcılar hayranlıklarını gizleyemediler.
Itay Talgam akıllardan silinmeyecek konferansında (şov dememek için kendimi zor tutuyorum) beşi de birbirinden ünlü ve önemli ancak hepsi birbirinden farklı orkestra şefinden örnekler vererek ‘yönetim anlayışına ve yaklaşımına’ sadece ışık değil olağanüstü güçlü bir projektör tutuyor ve müthiş bir ‘Oksimoron’ örneğine bizi tanık ediyor…
Üslupları, dünya görüşleri karşılaştırılan orkestra şefleri şöyle sıralanıyor: Carlos Kleiber, Riccardo Muti, Richard Strauss, Herbert von Karajan ve Lenny (Leonard) Bernstein… Mutlaka izleyin. Olağanüstü bir zenginlik edineceksiniz…