En anlamlı armağan: 200 yaşında bir zeytin ağacı
15 Şubat 2006 - Marketing Türkiye
Oldum olası zeytin hayatımda önemli bir yer tutmuştur. Önce bilmeden sevdim zeytini. Sonra da bilerek. Şunun şurasında kaç kişiydik ki, İstanbul’da... Herkesin bir tanıdığının bir yerlerde zeytinlikleri vardı. En azından yılda bir kere tadımlık da olsa, bir küçük teneke özel zeytinyağı armağan olarak gelirdi. Bize de Sabiha halam gönderirdi. Piyasada bir iki marka vardı. Halamın gönderdikleri farklıydı. O zamanlar zeytin kültürü sanayileşmemiş, kurumsallaşmamıştı...
Zeytinin Antik çağlardan kopup gelen kültürünü öğrenmem, kendisinin ve yağının bilerek tadına varmam 30’lu yaşlarıma rastlar. Yaşamdan tad almanın, bilerek isteyerek yaşamanın, toplumsal duyarlılıkla çelişmediğini, bir günah olmadığını keşfettiğim yıllara.
Oysa zeytini ne kadar az biliyormuşum...
Yayıncılık günlerimden arkadaşımız Lalehan Uysal elinde muhteşem bir dosya ile çıkageldiğinde bunlar geçti aklımdan. Keşke o dosyayı İstanbul ve Bahçeşehir Üniversiteleri iletişim fakültelerindeki tüm öğrencilerime, “Ben marka olacağım” diyen şöhretlere ve marka adaylarına gösterebilseydim...
Lalehan, Ne Extra Oleas (Sadece Zeytin) adını verdikleri bir markanın danışmanlığı yapıyor. Bugüne kadar yüzlerce tanıtım dosyası geçmiştir elimden. Ama bu kadar iyi ve özenle hazırlanmışına rastlamadım, desem abartmış olmam. Dosyanın grafik düzenlemesindeki yaratıcılığı abartmanın alemi yok. Lalehan kalitesindeki bir sanat yönetmeninden doğal olarak beklenebilecek bir iş aslında. Yani ‘default’... O kalite olmasa yakışmazdı. Fakat markanın arkasındaki strateji, önündeki konsept ve bunların ete kemiğe büründürülmesi bir iletişim harikası...
Dikili bir zeytin ağacına sahip olmak. Hem de 200 yıllık bir ağaca. 5 yıl içinde 5 ağacın sertifikasını duvarınıza asmak. Kendi ağaçlarınızdan her yıl üretilen 5’er litre zeytin yağınızı adınıza etiketlenmiş bir şekilde adresinizde teslim almak. Ağaçlarınızı ziyaret etmek için Ayvalık’ gittiğinizde ücretsiz, misafir olarak ağırlanmak...
Yaşama biraz renk ve anlam katmak istiyorsanız www.extraoleas.com sitesine mutlaka uğrayın. Bir marka ruhu, konsepti, stratejisi ve taktikleri nasıl geliştirilir inceleyin.
Bu arada Lalehan işi iyice abartmış. Uğradığında üzerindeki tüm giysi parçaları zeytin rengiydi. Hepsi mi. Evet hepsi... Bir de elinde bir saksı vardı. Saksının içinde de minik bir zeytin fidanı... Gel de etkilenme...
İşin başında iki ortak var: Kurucusu Özer Ergül. Diğeri Rainer von Rabenau. İkisi de mühendislik eğitimi almışlar. Ergül ODTÜ Havacılık, von Rabenau Lübeck Elektrik mezunu. Her ikisi de Bosch Siemens gibi uluslararası şirketlerde satış, pazarlama ve yönetim becerileriyle yetişmişler. Yaş kemale ermiş. Sonra bu iş. Biraz hobi, biraz ticaret, bol miktarda iletişim becerisi ve çokça sevgi...
Sadece iletişim dersi için değil, yaşamı anlamlı kılmak adına da bu ‘vaka’ incelenmeye değer...
“Türkiye’den marka çıkar mı?” diyenlere ithaf...
Robert Kennedy’ye ait olduğu söylenen bir tanım vardır. “Bazıları” demiş Kennedy, “Şeyleri oldukları gibi görürler ve bunları açıklamaya (anlamaya) çalışırlar. Bazıları da hiç olmayan ‘şeyleri’ hayal ederler ve ‘neden olmasın’ diye sorarlar. Tarihi bu ikinci türden insanlar yapar.”
Bir kere TRT’de yaptığım bir TV programına konuk olarak davet etmiştim. Allah’ın Çin’inde Moğolistan’ında gencecik bir kadın kar kış demeden uçakla, trenle dolanıyordu. Kaşmir ve İpek işi yapıyordu. Ayşen Zamanpur, o zamanlar Silk & Cashmere’i daha yeni kurmuştu.
Geçenlerde bana şahsi bir e-posta göndermiş. Çok düşündüm burada yayınlamak için. Sonra dedim ki, “Allah’ın bildiğini kuldan esirgemenin âlemi yok.” Marketing Türkiye bir iletişim ve pazarlama dergisi. Doğru emek verilirse bir marka nasıl yaratılıyor görülmeli. Bu nedenle Ayşen hanımın yayınlanacağını bilmeden bana yazdığı mektubu, samimiyetini bozmamak adına Türkçesini olduğu gibi bırakarak aşağıya alıyorum. Önce bu satırları okuyun, sonra da çok başarılı bulmadığım web sitelerine, sadece bilgi adına bir bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız...
“Ali Bey. Merhabalar. Sizinle tanışmıştık. Bu aralar da TV de keyifle izliyorum. Birbirine benzeyen ‘şıkıdım, lay lom’ programlar arasında dikkat çekiyor; zevkle izletiyorsunuz.
Sizinle bir şey paylaşmak istedim. Bayram tatilinden istifade edip St Moritz Silk & Cashmere Mağazamıza gittim..
Bilenler bilir. St Morizt’de Hauser Oteli ıle Stefanni arasında müthiş merkezi bir noktaya taşındık. Yani, ‘St. Moritz’e geldim, Silk & Cashmere’i görmedim demek imkânsız’ desem, abartmış olmam.
Burada gözlemlerimi ileteceğim size. Çok etkilendim.
Eski mağazaya daha çok yerel ve Avrupalı çevreyi çok iyi bilen turistler gelirdi; yeni mağazayla büyük bir turist kitlesine hitap eder olduk. Her yerden… Avrupalı ve özellikle Ruslar, Polonyalılar, Kazaklar, Çekler, Kırgızlar, sonra da Hollandalılar, Almanlar geliyor.
St. Moritz biliyorsunuz Türklerin de en sevdiği kayak resortlarından biri. Bayramda kapıya ve vitrinlere ‘İyi Bayramlar’ yazdık. Ufacık bir yazı. İyi Bayramlar...
Bir millet bir markasını bu kadar mı sahiplenir? Bir millet bu kadar mı sevgisini gösterir? Biz farklıyız. Biz başkayız. Hani birbirimiz kıskanıyorduk? Hani Türk’ün Türk’e yaptığını kimse yapmazdı? Anladım ki, bu doğru değil.
Barcelona bayiimizden, Zürih, Moskova bayiimizden duyuyorduk bu ilgiyi. Bayilerimiz Sibirya’da, Moskova’da, Amsetrdam’da, Barcelona’da Türklerin gelip, ‘Biliyor musunuz bu marka Türk markası’ deyip güzel sözler söylediklerini, resim çektiklerini hep söylerler. Bunu bilirdik. Ama bu sefer şirketin Yönetim Kurulu Başkanı olarak bizzat gördüm yaşadım.
Türkler bizi resmen ağlattı.
Alışveriş etsin etmesin Türkler önce tek tek, sonra toplanıp belki birbirlerinden duyup, belki de markayı görüp, belki iyi bayramlar yazısını okuyup içeriye girdiler…
Bizi mahcup ettiler. Hep çok güzel iltifatlar. ‘Sizinle gurur duyuyoruz. Burada sizi görmek ne güzel’ diye sarılıp öpenler, ‘Tabelayı gördüm. Duygulandım. Tebrikler. Okuyorduk, ama görünce çok sevindik’ diyenler... ‘Size helal olsun’ diye, sırf destek için alışveriş edenler... ‘Türküz, türkü çığırırız’ diye mağazada şamata yapan komik neşeli grup...
Mağazada kalabalık varken alışverişi çok uzatan yabancı müşterilere kendisi bildiği kadarıyla yardım etmeye çalışan Türkler -ki Türkiye’de olsa yapmazlardı bu yardımı itiraf etmeliyim... O kadar tatlılardı ki…
İnanın İsviçreli satış elemanlarımız çok şaşırdılar. Daha değişik ülkelerin markaları için çalışmışlar. ‘Böyle bir şey yok’ dediler… ‘Yoksa bunların hepsi arkadasınız mı?’ dediler. ‘Hayır sadece Türkler’ dedim. İnanamadılar.
‘Neden ama neden?’ dediler hep. Anlayamadılar. Anlayamazlar. Biz böyleyiz. Birbirimize kızar, söver, döveriz. Azıcık uzaklaşınca, ya da yabancılar gelince birbirimizi canımızdan çok severiz. Laf ettirmeyiz.
Bu nedir? Ne Armani, ne Gucci, ne DKNY, ne de herhangi bir başka marka... Hiç bir markayı hiç bir ulus bu kadar sahiplenmez. Ben Türkiye’de pek çok şeye kızıyordum. Ama artık kızmayacağım. Kimsenin arkasında böyle bir ulus yok.
Diyeceksiniz ki, ötekiler alışkın. Yani başarıya, markaya doymuş ondan böyle değiller. Diyeceksiniz ki, bizim yeni yeni markalarımız oluyor ondan. Bunu sadece ‘Bizim fazla ulusal başarımız yok ondan’ diye açıklayamayız. Bizim mayamızda bir şey var. Sadece milliyetçilik değil bu. Bizde ele karşı birbirimizi sahiplenme olayı var. Bizde birbirini kollama var. Bizde milliyetçiliği abartmadan birbirine destek vermek var.
Ben evrensel değerlere sahip çıkılmasını, uluslararası hukuka saygıyı, dünya vatandaşı olmayı çok önemseyen, milliyetçi söylemi abratmayı sevmeyen biriyim. Ama bu bambaşka bir şey.
Eminim aynı şey Mavi Jeans’in de başına geliyordur. Çok daha fazla hak ediyorlar zaten. Los Angeles’de Mavi’yi her yerde gördüm. Ben de çok mutlu oldum. Resim çektim. Duygulandım.
Biz Silk & Cashmere olarak 14 yılda 40 satış noktasına yayıldık. Avrupalılar bizi sevdiler. Ruslar da. Tüm A grubu müşteri bizi sevdi, kabullendi. Ama Türkler bizi 14 yıldır tam anlamıyla bağrına bastı.
Hatta Türklere % 20 indirim yaptığımızı söylediğimizde, ‘Ne gerek var. Siz bizi o kadar mutlu ettiniz ki, biz size extra ödeyelim’ diyen bir bey bile vardı aralarında.
Başka ne diyeyim ben...
Her şeye, tüm çabalara, bitmeyen emeklere, o uzun İç Moğolistan yolculuklarına, kemikleşmiş bürokrasiye; her şeye, her şeye değdi… Bu bayram Silk & Cashmere için geçirdiğim uykusuz geceleri helal ettim. Tüm ekibimize gelip bunu anlattım. Romanımda da anlatacağım bunu.
Sizinle de paylaşmak istedim. Zevkle okuyorum her zaman. Sevgilerimle. Ayşen Zamanpur”
Şimdi bazı entel dantel takımının bıyık altından güldüğünü görür gibiyim: “Ne çıkar bundan canım?..” Çok şey çıkar. İçinden çıktığın milletin değer sistemini, ortak ruhi şekillenmesini kavramadan, ne o ülkenin markasını yönetebilirsin, ne kendi markanı, ne de başkalarının markasını. İşte bu çıkar...
İletişim tek başına işe yaramaz
İletişim süreçleri doğru dürüst yönetilse de tek başına bir işe yaramayabilirler. Üretim, dağıtım, müşteri ilişkileri yönetimi gibi tüm diğer süreçlerin de iletişim ile senkron yürümesi şart. Olmazsa ne olur. Opet’in başına gelenler olur...
Aptala malum olurmuş misali, reklamların başladığı ilk gün, “Aman ha dikkat, oyuncakların dağıtımında sorun çıkmasın” diye yazmıştım.
Sonrasında kaç tane mail aldığımı ben de unuttum. Herkes aynı şeyden şikayetçiydi. Opet istasyonundaki GİTT hizmeti doğru dürüst çalışmıyordu... Durumu Opet yetkililerine bildirdik. “Sorunu çözdük!” kabilinden bir yanıt geldi. Hemen ardından da şu e-postayı aldım:
“Şu oyuncak araba veren petrol firmasının reklamını gördüğümde üç yaşındaki oğluma, ‘Benzini buradan alalım da araba versinler’ dedim. Şu cevabı verdi: ‘Şimdi sen oraya gideceksin, benzin alacaksın, araba isteyeceksin, yok diyecekler. Niye? Çünkü daha çok benzin alman lazım diyecekler. Sen daha çok benzin alacaksın, gene araba isteyeceksin, o zaman da kalmadı diyecekler. Boş ver baba.’
Tabii ki biz çocuğun lafını dinlemedik ama aynen dediği gibi oldu! Gördüğüm bütün istasyonlara soruyorum, kalmadı diyorlar. Eğer ufaklık yanımdaysa, "Ben sana demiştim, bak seni kandırdılar" diye dalga geçiyor. Oğlum bu tecrübeyi bir çikolata firmasından beklediği hediyesi gelmeyince kazandı. Ülkenin reklam ve ticaret politikasını üç yaşındaki çocuk çözmüş biz hala yiyoruz! İsmail BADEM. 08.02.2006”
İnsan bazen okyanusu geçip derede boğulabilir. Opet’in bu sorunu kriz haline getirmeden çözmesi; kendi krizini kendi yaratmaması gerekir. Ben de Sabah’ta aynı konuda kaleme aldığım bir yazıda Opet’den söz ederken Petrol Ofisi deyivermiş, her zaman devirdiğim çamlara bir yenisini eklemiştim. İletişim, hayatımızın her anında öyle önemli bir yerde ki insana hata da yaptırıyor, sefa da...
Zeytinin Antik çağlardan kopup gelen kültürünü öğrenmem, kendisinin ve yağının bilerek tadına varmam 30’lu yaşlarıma rastlar. Yaşamdan tad almanın, bilerek isteyerek yaşamanın, toplumsal duyarlılıkla çelişmediğini, bir günah olmadığını keşfettiğim yıllara.
Oysa zeytini ne kadar az biliyormuşum...
Yayıncılık günlerimden arkadaşımız Lalehan Uysal elinde muhteşem bir dosya ile çıkageldiğinde bunlar geçti aklımdan. Keşke o dosyayı İstanbul ve Bahçeşehir Üniversiteleri iletişim fakültelerindeki tüm öğrencilerime, “Ben marka olacağım” diyen şöhretlere ve marka adaylarına gösterebilseydim...
Lalehan, Ne Extra Oleas (Sadece Zeytin) adını verdikleri bir markanın danışmanlığı yapıyor. Bugüne kadar yüzlerce tanıtım dosyası geçmiştir elimden. Ama bu kadar iyi ve özenle hazırlanmışına rastlamadım, desem abartmış olmam. Dosyanın grafik düzenlemesindeki yaratıcılığı abartmanın alemi yok. Lalehan kalitesindeki bir sanat yönetmeninden doğal olarak beklenebilecek bir iş aslında. Yani ‘default’... O kalite olmasa yakışmazdı. Fakat markanın arkasındaki strateji, önündeki konsept ve bunların ete kemiğe büründürülmesi bir iletişim harikası...
Dikili bir zeytin ağacına sahip olmak. Hem de 200 yıllık bir ağaca. 5 yıl içinde 5 ağacın sertifikasını duvarınıza asmak. Kendi ağaçlarınızdan her yıl üretilen 5’er litre zeytin yağınızı adınıza etiketlenmiş bir şekilde adresinizde teslim almak. Ağaçlarınızı ziyaret etmek için Ayvalık’ gittiğinizde ücretsiz, misafir olarak ağırlanmak...
Yaşama biraz renk ve anlam katmak istiyorsanız www.extraoleas.com sitesine mutlaka uğrayın. Bir marka ruhu, konsepti, stratejisi ve taktikleri nasıl geliştirilir inceleyin.
Bu arada Lalehan işi iyice abartmış. Uğradığında üzerindeki tüm giysi parçaları zeytin rengiydi. Hepsi mi. Evet hepsi... Bir de elinde bir saksı vardı. Saksının içinde de minik bir zeytin fidanı... Gel de etkilenme...
İşin başında iki ortak var: Kurucusu Özer Ergül. Diğeri Rainer von Rabenau. İkisi de mühendislik eğitimi almışlar. Ergül ODTÜ Havacılık, von Rabenau Lübeck Elektrik mezunu. Her ikisi de Bosch Siemens gibi uluslararası şirketlerde satış, pazarlama ve yönetim becerileriyle yetişmişler. Yaş kemale ermiş. Sonra bu iş. Biraz hobi, biraz ticaret, bol miktarda iletişim becerisi ve çokça sevgi...
Sadece iletişim dersi için değil, yaşamı anlamlı kılmak adına da bu ‘vaka’ incelenmeye değer...
“Türkiye’den marka çıkar mı?” diyenlere ithaf...
Robert Kennedy’ye ait olduğu söylenen bir tanım vardır. “Bazıları” demiş Kennedy, “Şeyleri oldukları gibi görürler ve bunları açıklamaya (anlamaya) çalışırlar. Bazıları da hiç olmayan ‘şeyleri’ hayal ederler ve ‘neden olmasın’ diye sorarlar. Tarihi bu ikinci türden insanlar yapar.”
Bir kere TRT’de yaptığım bir TV programına konuk olarak davet etmiştim. Allah’ın Çin’inde Moğolistan’ında gencecik bir kadın kar kış demeden uçakla, trenle dolanıyordu. Kaşmir ve İpek işi yapıyordu. Ayşen Zamanpur, o zamanlar Silk & Cashmere’i daha yeni kurmuştu.
Geçenlerde bana şahsi bir e-posta göndermiş. Çok düşündüm burada yayınlamak için. Sonra dedim ki, “Allah’ın bildiğini kuldan esirgemenin âlemi yok.” Marketing Türkiye bir iletişim ve pazarlama dergisi. Doğru emek verilirse bir marka nasıl yaratılıyor görülmeli. Bu nedenle Ayşen hanımın yayınlanacağını bilmeden bana yazdığı mektubu, samimiyetini bozmamak adına Türkçesini olduğu gibi bırakarak aşağıya alıyorum. Önce bu satırları okuyun, sonra da çok başarılı bulmadığım web sitelerine, sadece bilgi adına bir bakın. Ne demek istediğimi anlayacaksınız...
“Ali Bey. Merhabalar. Sizinle tanışmıştık. Bu aralar da TV de keyifle izliyorum. Birbirine benzeyen ‘şıkıdım, lay lom’ programlar arasında dikkat çekiyor; zevkle izletiyorsunuz.
Sizinle bir şey paylaşmak istedim. Bayram tatilinden istifade edip St Moritz Silk & Cashmere Mağazamıza gittim..
Bilenler bilir. St Morizt’de Hauser Oteli ıle Stefanni arasında müthiş merkezi bir noktaya taşındık. Yani, ‘St. Moritz’e geldim, Silk & Cashmere’i görmedim demek imkânsız’ desem, abartmış olmam.
Burada gözlemlerimi ileteceğim size. Çok etkilendim.
Eski mağazaya daha çok yerel ve Avrupalı çevreyi çok iyi bilen turistler gelirdi; yeni mağazayla büyük bir turist kitlesine hitap eder olduk. Her yerden… Avrupalı ve özellikle Ruslar, Polonyalılar, Kazaklar, Çekler, Kırgızlar, sonra da Hollandalılar, Almanlar geliyor.
St. Moritz biliyorsunuz Türklerin de en sevdiği kayak resortlarından biri. Bayramda kapıya ve vitrinlere ‘İyi Bayramlar’ yazdık. Ufacık bir yazı. İyi Bayramlar...
Bir millet bir markasını bu kadar mı sahiplenir? Bir millet bu kadar mı sevgisini gösterir? Biz farklıyız. Biz başkayız. Hani birbirimiz kıskanıyorduk? Hani Türk’ün Türk’e yaptığını kimse yapmazdı? Anladım ki, bu doğru değil.
Barcelona bayiimizden, Zürih, Moskova bayiimizden duyuyorduk bu ilgiyi. Bayilerimiz Sibirya’da, Moskova’da, Amsetrdam’da, Barcelona’da Türklerin gelip, ‘Biliyor musunuz bu marka Türk markası’ deyip güzel sözler söylediklerini, resim çektiklerini hep söylerler. Bunu bilirdik. Ama bu sefer şirketin Yönetim Kurulu Başkanı olarak bizzat gördüm yaşadım.
Türkler bizi resmen ağlattı.
Alışveriş etsin etmesin Türkler önce tek tek, sonra toplanıp belki birbirlerinden duyup, belki de markayı görüp, belki iyi bayramlar yazısını okuyup içeriye girdiler…
Bizi mahcup ettiler. Hep çok güzel iltifatlar. ‘Sizinle gurur duyuyoruz. Burada sizi görmek ne güzel’ diye sarılıp öpenler, ‘Tabelayı gördüm. Duygulandım. Tebrikler. Okuyorduk, ama görünce çok sevindik’ diyenler... ‘Size helal olsun’ diye, sırf destek için alışveriş edenler... ‘Türküz, türkü çığırırız’ diye mağazada şamata yapan komik neşeli grup...
Mağazada kalabalık varken alışverişi çok uzatan yabancı müşterilere kendisi bildiği kadarıyla yardım etmeye çalışan Türkler -ki Türkiye’de olsa yapmazlardı bu yardımı itiraf etmeliyim... O kadar tatlılardı ki…
İnanın İsviçreli satış elemanlarımız çok şaşırdılar. Daha değişik ülkelerin markaları için çalışmışlar. ‘Böyle bir şey yok’ dediler… ‘Yoksa bunların hepsi arkadasınız mı?’ dediler. ‘Hayır sadece Türkler’ dedim. İnanamadılar.
‘Neden ama neden?’ dediler hep. Anlayamadılar. Anlayamazlar. Biz böyleyiz. Birbirimize kızar, söver, döveriz. Azıcık uzaklaşınca, ya da yabancılar gelince birbirimizi canımızdan çok severiz. Laf ettirmeyiz.
Bu nedir? Ne Armani, ne Gucci, ne DKNY, ne de herhangi bir başka marka... Hiç bir markayı hiç bir ulus bu kadar sahiplenmez. Ben Türkiye’de pek çok şeye kızıyordum. Ama artık kızmayacağım. Kimsenin arkasında böyle bir ulus yok.
Diyeceksiniz ki, ötekiler alışkın. Yani başarıya, markaya doymuş ondan böyle değiller. Diyeceksiniz ki, bizim yeni yeni markalarımız oluyor ondan. Bunu sadece ‘Bizim fazla ulusal başarımız yok ondan’ diye açıklayamayız. Bizim mayamızda bir şey var. Sadece milliyetçilik değil bu. Bizde ele karşı birbirimizi sahiplenme olayı var. Bizde birbirini kollama var. Bizde milliyetçiliği abartmadan birbirine destek vermek var.
Ben evrensel değerlere sahip çıkılmasını, uluslararası hukuka saygıyı, dünya vatandaşı olmayı çok önemseyen, milliyetçi söylemi abratmayı sevmeyen biriyim. Ama bu bambaşka bir şey.
Eminim aynı şey Mavi Jeans’in de başına geliyordur. Çok daha fazla hak ediyorlar zaten. Los Angeles’de Mavi’yi her yerde gördüm. Ben de çok mutlu oldum. Resim çektim. Duygulandım.
Biz Silk & Cashmere olarak 14 yılda 40 satış noktasına yayıldık. Avrupalılar bizi sevdiler. Ruslar da. Tüm A grubu müşteri bizi sevdi, kabullendi. Ama Türkler bizi 14 yıldır tam anlamıyla bağrına bastı.
Hatta Türklere % 20 indirim yaptığımızı söylediğimizde, ‘Ne gerek var. Siz bizi o kadar mutlu ettiniz ki, biz size extra ödeyelim’ diyen bir bey bile vardı aralarında.
Başka ne diyeyim ben...
Her şeye, tüm çabalara, bitmeyen emeklere, o uzun İç Moğolistan yolculuklarına, kemikleşmiş bürokrasiye; her şeye, her şeye değdi… Bu bayram Silk & Cashmere için geçirdiğim uykusuz geceleri helal ettim. Tüm ekibimize gelip bunu anlattım. Romanımda da anlatacağım bunu.
Sizinle de paylaşmak istedim. Zevkle okuyorum her zaman. Sevgilerimle. Ayşen Zamanpur”
Şimdi bazı entel dantel takımının bıyık altından güldüğünü görür gibiyim: “Ne çıkar bundan canım?..” Çok şey çıkar. İçinden çıktığın milletin değer sistemini, ortak ruhi şekillenmesini kavramadan, ne o ülkenin markasını yönetebilirsin, ne kendi markanı, ne de başkalarının markasını. İşte bu çıkar...
İletişim tek başına işe yaramaz
İletişim süreçleri doğru dürüst yönetilse de tek başına bir işe yaramayabilirler. Üretim, dağıtım, müşteri ilişkileri yönetimi gibi tüm diğer süreçlerin de iletişim ile senkron yürümesi şart. Olmazsa ne olur. Opet’in başına gelenler olur...
Aptala malum olurmuş misali, reklamların başladığı ilk gün, “Aman ha dikkat, oyuncakların dağıtımında sorun çıkmasın” diye yazmıştım.
Sonrasında kaç tane mail aldığımı ben de unuttum. Herkes aynı şeyden şikayetçiydi. Opet istasyonundaki GİTT hizmeti doğru dürüst çalışmıyordu... Durumu Opet yetkililerine bildirdik. “Sorunu çözdük!” kabilinden bir yanıt geldi. Hemen ardından da şu e-postayı aldım:
“Şu oyuncak araba veren petrol firmasının reklamını gördüğümde üç yaşındaki oğluma, ‘Benzini buradan alalım da araba versinler’ dedim. Şu cevabı verdi: ‘Şimdi sen oraya gideceksin, benzin alacaksın, araba isteyeceksin, yok diyecekler. Niye? Çünkü daha çok benzin alman lazım diyecekler. Sen daha çok benzin alacaksın, gene araba isteyeceksin, o zaman da kalmadı diyecekler. Boş ver baba.’
Tabii ki biz çocuğun lafını dinlemedik ama aynen dediği gibi oldu! Gördüğüm bütün istasyonlara soruyorum, kalmadı diyorlar. Eğer ufaklık yanımdaysa, "Ben sana demiştim, bak seni kandırdılar" diye dalga geçiyor. Oğlum bu tecrübeyi bir çikolata firmasından beklediği hediyesi gelmeyince kazandı. Ülkenin reklam ve ticaret politikasını üç yaşındaki çocuk çözmüş biz hala yiyoruz! İsmail BADEM. 08.02.2006”
İnsan bazen okyanusu geçip derede boğulabilir. Opet’in bu sorunu kriz haline getirmeden çözmesi; kendi krizini kendi yaratmaması gerekir. Ben de Sabah’ta aynı konuda kaleme aldığım bir yazıda Opet’den söz ederken Petrol Ofisi deyivermiş, her zaman devirdiğim çamlara bir yenisini eklemiştim. İletişim, hayatımızın her anında öyle önemli bir yerde ki insana hata da yaptırıyor, sefa da...