Eski CHP yeni CHP’ye direniyor…
Cumhuriyet Bayramı ve Cumhuriyet Halk Partisi…
16 EKİM 2010
Türkiye’de birbirine bu kadar yakışan kaç çift kavramsallaşmış kurumsal yapı vardır acaba?..
Bu iki kavramın yanına bir de özel isim ekleyin: Gazi Mustafa Kemal Atatürk… Dilerseniz sıraya TBMM’yi dördüncü halka olarak ekleyebilirsiniz.
Bu dört halka yan yana geldiklerinde size bir anlam ifade etmiyorlarsa, yazının bundan sonrasını okumanıza gerek yok. Taşıdıkları bütünlüklü anlam gücüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yapı taşları olarak yükselirler.
Şimdi bu yapı taşlarından biri, iyice çatlamaya başlamıştır. CHP Meclis Grup Başkanvekillerinden Muharrem İnce kalkıp şöyle diyebilmektedir: “Biz Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim davetine katılmayacağız…”
İlk algı, Parti’nin kararının açıklandığı yolundadır… Hem de hayli kesin bir dille…
Ama, hayır!.. Çok kısa bir süre sonra Başkan Kemal Kılıçdaroğlu olaya müdahale ediyor: “29 Ekim’e daha çok var!”…
‘Bitirici’ bir ifadeden çok, yine idare-i maslahat durumu var… Şu an kamu oyu ve vicdanı CHP’nin ne yapacağını bilmemektedir… Olur mu böyle şey?..
Bu dilemmaya bir de İzmir Milletvekili Canan Arıtman Hanım’ın çıkışlarını katın; Deniz Baykal’ın müdahale girişimlerini (tüzük değişikliği, olağanüstü kurultay vs)… Uzunca bir süredir oluşturulan genel izlenim şudur: CHP’de amansız bir iç çatışma var…
Ne olup bitiyorsa hepsini, tüm diğer iletişim süreçlerinde olduğu gibi siyasi iletişimde de bir tek yerden bakarak değerlendirmek mümkündür: Sonuçtan...
Bu sert, uzlaşmasız, boykotçu “Bana ne, bana ne, oynamıyorum işte!” tavrıyla bugüne kadar elde edilmiş oy oranları ortadadır. CHP’nin mevcut durumunun adını koymadan, eyyamcı, teflon bir tavırla bu dar boğazdan geçmek imkânsızdır.
Nedir konması gereken ad?
Çatışmanın ‘Eski CHP ve yeni CHP’ arasında, iki karşıt zihniyet ekseninde yürütüldüğü gerçeğinden kaçmanın olanaksızlığı artık anlaşılmak durumundadır. Hangi zihniyetinin kazanacağı partinin ve ülkenin geleceğini belirleyecektir… Bu belli olmadan da CHP tek başına iktidar yolunu ancak rüyasında görür…
Bu krizden bile çıkılabilir, yeter ki istensin…
Perşembe bizim Sürmeli Berber’deydim… Gözüm TV’ye takıldı. Show TV’de Seda Sayan’ın programı var… Önce hedef kitlesi ben değilim, diye üzerime alınmadım. Sonra bir baktım tüm salon pür dikkat programı izliyor. Ben bilmiyordum. Meğerse, Safiye Soyman Hanımla Faik Öztürk Beyin nur topu gibi bir krizleri olmuş…
Safiye Soyman MS hastası, tekerlekli sandalyeye bağımlı oğlu Harun Akaröz için bir gelin aramış. Faik Bey’in ifadesi ile, “bir köyde aradığı kişiyi bulmuş”. Telli duvaklı bir düğün yapmış oğlu için… TV’ler kameralar; kamu vicdanının tellerini titretmece… Geline bir dolu altın takılmış vs. Fakat bir de evlilik sözleşmesi imzalatılmış. Faik Bey diyor ki “Takılmış olan altınlar çalınmasın, güvende olsun diye, gelinden alıp bir kasaya koyduk; sözleşmeyi de biliyordu zaten…”
Gelin Gönül Erdoğmuş Hanım düğünden 10 gün sonra evi terk etmiş… Bir başka iddiaya göre oğlan tarafı kızı kapının önüne koymuş. Gelin şimdi ekran ekran gezip olayı biraz da ballandırarak anlatmaya başlamış…
Safiye Hanımla Faik Bey’in itibarları bu arada yerlerde geziniyor. Faik Bey programlara katılıyor, gözyaşı döküyor; ancak nafile…
Her zamanki raconu bir kez daha keselim. Bu millet değerleriyle oynandı mı, affetmiyor… Ağızlarıyla kuş tutsalar Safiye Hanım - Faik Bey ikilisi eski sempatik algılarını bir daha asla elde edemeyecekler. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” duygusu ve birilerinin bir şeyler adına suîstimal edildiği kaygısı tüm değer yargılarını gölgeleyecektir… Tek çıkış yolu vardır: Açıklık… Gerçekleri anlatmak ve taraflardan özür dilemek… Gönül Hanım’ı telli duvaklı, tantanalı bir düğünle Türk TV izleyicisinin hayatına kim soktuysa, o çıkarmalı; olayın en günahsız kişisi Hakan’ın huzurunu durduk yerde kim bozduysa, o düzeltmeli… Gereken maddi manevi her bedeli ödeyerek… Yoksa kamu vicdanı ne Soyman bırakır ne de Öztürk…
Bu iki kavramın yanına bir de özel isim ekleyin: Gazi Mustafa Kemal Atatürk… Dilerseniz sıraya TBMM’yi dördüncü halka olarak ekleyebilirsiniz.
Bu dört halka yan yana geldiklerinde size bir anlam ifade etmiyorlarsa, yazının bundan sonrasını okumanıza gerek yok. Taşıdıkları bütünlüklü anlam gücüyle Türkiye Cumhuriyeti’nin yapı taşları olarak yükselirler.
Şimdi bu yapı taşlarından biri, iyice çatlamaya başlamıştır. CHP Meclis Grup Başkanvekillerinden Muharrem İnce kalkıp şöyle diyebilmektedir: “Biz Cumhurbaşkanı’nın 29 Ekim davetine katılmayacağız…”
İlk algı, Parti’nin kararının açıklandığı yolundadır… Hem de hayli kesin bir dille…
Ama, hayır!.. Çok kısa bir süre sonra Başkan Kemal Kılıçdaroğlu olaya müdahale ediyor: “29 Ekim’e daha çok var!”…
‘Bitirici’ bir ifadeden çok, yine idare-i maslahat durumu var… Şu an kamu oyu ve vicdanı CHP’nin ne yapacağını bilmemektedir… Olur mu böyle şey?..
Bu dilemmaya bir de İzmir Milletvekili Canan Arıtman Hanım’ın çıkışlarını katın; Deniz Baykal’ın müdahale girişimlerini (tüzük değişikliği, olağanüstü kurultay vs)… Uzunca bir süredir oluşturulan genel izlenim şudur: CHP’de amansız bir iç çatışma var…
Ne olup bitiyorsa hepsini, tüm diğer iletişim süreçlerinde olduğu gibi siyasi iletişimde de bir tek yerden bakarak değerlendirmek mümkündür: Sonuçtan...
Bu sert, uzlaşmasız, boykotçu “Bana ne, bana ne, oynamıyorum işte!” tavrıyla bugüne kadar elde edilmiş oy oranları ortadadır. CHP’nin mevcut durumunun adını koymadan, eyyamcı, teflon bir tavırla bu dar boğazdan geçmek imkânsızdır.
Nedir konması gereken ad?
Çatışmanın ‘Eski CHP ve yeni CHP’ arasında, iki karşıt zihniyet ekseninde yürütüldüğü gerçeğinden kaçmanın olanaksızlığı artık anlaşılmak durumundadır. Hangi zihniyetinin kazanacağı partinin ve ülkenin geleceğini belirleyecektir… Bu belli olmadan da CHP tek başına iktidar yolunu ancak rüyasında görür…
Bu krizden bile çıkılabilir, yeter ki istensin…
Perşembe bizim Sürmeli Berber’deydim… Gözüm TV’ye takıldı. Show TV’de Seda Sayan’ın programı var… Önce hedef kitlesi ben değilim, diye üzerime alınmadım. Sonra bir baktım tüm salon pür dikkat programı izliyor. Ben bilmiyordum. Meğerse, Safiye Soyman Hanımla Faik Öztürk Beyin nur topu gibi bir krizleri olmuş…
Safiye Soyman MS hastası, tekerlekli sandalyeye bağımlı oğlu Harun Akaröz için bir gelin aramış. Faik Bey’in ifadesi ile, “bir köyde aradığı kişiyi bulmuş”. Telli duvaklı bir düğün yapmış oğlu için… TV’ler kameralar; kamu vicdanının tellerini titretmece… Geline bir dolu altın takılmış vs. Fakat bir de evlilik sözleşmesi imzalatılmış. Faik Bey diyor ki “Takılmış olan altınlar çalınmasın, güvende olsun diye, gelinden alıp bir kasaya koyduk; sözleşmeyi de biliyordu zaten…”
Gelin Gönül Erdoğmuş Hanım düğünden 10 gün sonra evi terk etmiş… Bir başka iddiaya göre oğlan tarafı kızı kapının önüne koymuş. Gelin şimdi ekran ekran gezip olayı biraz da ballandırarak anlatmaya başlamış…
Safiye Hanımla Faik Bey’in itibarları bu arada yerlerde geziniyor. Faik Bey programlara katılıyor, gözyaşı döküyor; ancak nafile…
Her zamanki raconu bir kez daha keselim. Bu millet değerleriyle oynandı mı, affetmiyor… Ağızlarıyla kuş tutsalar Safiye Hanım - Faik Bey ikilisi eski sempatik algılarını bir daha asla elde edemeyecekler. “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz” duygusu ve birilerinin bir şeyler adına suîstimal edildiği kaygısı tüm değer yargılarını gölgeleyecektir… Tek çıkış yolu vardır: Açıklık… Gerçekleri anlatmak ve taraflardan özür dilemek… Gönül Hanım’ı telli duvaklı, tantanalı bir düğünle Türk TV izleyicisinin hayatına kim soktuysa, o çıkarmalı; olayın en günahsız kişisi Hakan’ın huzurunu durduk yerde kim bozduysa, o düzeltmeli… Gereken maddi manevi her bedeli ödeyerek… Yoksa kamu vicdanı ne Soyman bırakır ne de Öztürk…